(Bu yazı bir önceki yazımızın [bakmak için tıklayınız] kendisini yeterince anlatamıyor olduğu düşünülerek hazırlandı. Yazının giriş bölümü bir öncekiyle aynı oldu. Bu sefer değer yasasını daha anlaşılır biçimde ele aldığımızı düşünüyoruz. Değer, eşitlik ve mülkiyet kavramlarını ise daha sonra ele alacağız.)

Engels, Lenin, Stalin bir kaç başlıkta eleştirimize maruz kalmışlardı. Onların neredeyse tüm hayatlarını adadıkları konularla ilgili bazı yanılsamalar içerisinde bulunduklarını ilan etmemiz aslında çok önemli de değil. Hayatta değiller ve kendilerini düzeltme şansları yok. Stalin’in çevresinden gördüğü basınca rağmen bilimle bağını koruma konusundaki direncine hayran olmamak elde değildir. Çözümü ortaya koyamasa bile sorunu dile getirmiştir ve muhtemelki Marks’tan sonra doğruya en yakın yerde o durabilmiştir. Büyük bir ülkenin lideridir, insanlığın kapitalizmi aşma adına giriştiği en büyük pratiğin sorumluluğunu yürütmektedir ve bu anlamda çok sayıda acil gündemin içerisinde yaşamaktadır. Bu yüzden hataları yüzünden onu, bol bol boş zamanı olanlarla aynı kefeye koymaya gönlümüz razı değil. Sovyetler Birliğinde Sosyalizmin İktisadi Sorunları başlıklı kitabı, sadece bu başlığı yüzünden bile dünyanın bütün marksistleri açısından uyarıcı olmalıydı. Stalin tıpkı bugün Kübalı komünistler gibi problem ile hem teorik hem pratik olarak yüzleşmek durumunda kalmıştı. Stalin değer yasası bağlantılarıyla yatıp kalkarken, henüz bir çözüme ulaşamamışlığın bunalımı içerisindeyken ölmüştü. Geriye bir kaç öğüt kaldı! Stalin’in nesnel yasalar, öznel kararlarla yaratılamaz ya da ortadan kaldırılamaz diyordu. Bu genel geçer bir doğrudur, bu yüzden küçümsenebilir. Değer yasası ile ilgili olarak söylenmiş bu söz, her halde şu ya da bu düzeyde otorite olmuşlar arasında ilerisine geçilemeyen bir mevzi olmuştur.

Türkiye’de Gelenek dergisi teoride ve pratikte yaratıcı bir yeniden değerlendirme hedefiyle ortaya çıkmıştı. Yazarlarının entellektüel kalitesi, samimiyetleri ve adanmışlıkları hayranlık vericidir. Bugün TKP haline evrilmiş olan bu entellektüel çıkışın ve geleneğin bir ürünü olduğumuzu okuyucu bilmelidir. Geleneğin içerisinde üretimleriyle öne çıkanlar arasında Kemal Okuyan ve Aydemir Güler özel bir yer kaplamaktadır. Gerçek bir üretim ve emek hiç bir zaman boşlukta kalmaz ve aklın yolu birdir. Tamlık hissi yarattıkları için birçoklarında izleyicilik eğilimi yaratmış da oldular. Bu durum bir tür yalnızlığa da yol açmaktadır.

İktisat bağlamındaki farkındalıklarımızı ilan ederken mecburen bazı tarihsel kişiliklerle de farklılıklarımız oluştu ve bunu sakınmadan ilan ettik. Şimdi içerisinden geldiğimiz bir geleneğin ya da entellektüel çıkışın hayatta olan liderleriyle oluşmuş olan farklarımızı da ilan etmek durumundayız. Bu aynı zamanda dönüştürme iradesini içeren dostça bir eleştiri de olmuş olacak.

Bugün itibariyle Türkiye’de 90. yılını “hiç boyun eğer mi insan” diyerek karşılayan geleneğin, artık çözülmüş olan sovyet deneyi karşısındaki tutumu “daha iyisini yaparız” oldu. Zorbalığa ve haksızlığa boyun eğmeyişin içerdiği irade gücü, kendisini hata ve yanılsamalar karşısında da göstermelidir. Daha iyinin aranışında olan bir iradenin, daha iyiye elveren gerçek bir eleştiriyi de kimseye bırakmaması gerekir. Yoksa gelenek, geçmişi olduğu gibi konserve edip saklamakla sınırlı birşey olur. Zorbanın gücü karşısında olduğu kadar geçmişin ağırlığı karşısında da boyun eğemeyiz. Geleneğin içerisinde bu da vardır. Birbirimizden kopmaksızın, ayrılıklarımızı ortaya koymak, aklımızı güçlendirmenin biricik yoludur.

Sevgili Okuyan’ın Stalini Anlamak adlı kitabı değer yasası konusundaki tartışmaları en rafine haliyle içermektedir. Bu yüzden Okuyan’ın metninin dışına çıkmaya ihtiyacımız olmayacak. Kitabın yayınlanışından bu yana on yıldan fazla zaman geçmiş bulunuyor. Eleştirimiz bu açıdan Okuyan’ın bugününe ait değil ve aslında Okuyan ile sınırlı da değil. Konuyla ilgili fikrini berrak bir biçimde ifade etmemekle sayısız iktisatçı doğruyu bulmamıza yarayacak bir eleştirinin ortaya çıkmasına da izin vermedi. Doğru fikirler ilan edilmezlerse yayılamazlar! Yanlış fikirler ise ifade edilmediklerinde aynı zamanda aşılamamış da olurlar.

Kemal Okuyan’ın Stalini Anlamak adlı kitabının içerisinde yer alan değer yasası ile ilgili bölümlerin okuyucunun bilgisi dahilinde olduğunu varsayarak konuyu tartışmaya başlayacağız. Metni bilmeyenlerin okumalarını rica ediyoruz.
Metnin içinden marksistlerin ezici bir çoğunluğunun hiç tereddütsüz doğru bulacağı fikirleri başlıklar halinde sunuyoruz.
1- Sosyalizmin eşitlikçiliği gücünü kamu mülkiyetinden alır.
2- Vasıf farklılıkları ücretlerde farklılıkları gündeme getirse bile, sosyalizm bu farkların silinmesini hedefler.
3- Üretim araçlarındaki özel mülkiyetin kaldırılması ile birlikte işgücü bir meta olmaktan çıkar.
4- Sosyalizm koşullarında işgücünün değer yasası ile ilişkilendirilmemesi gerekir.
5-değer yasasına sosyalist kuruluşta merkezi veya kalıcı bir yer vermek sosyalizmin varlık nedenini sorgulamak, eşitlikçiliğin maddi temelini ortadan kaldırmak demektir.
6- Değer yasasının ömrü meta üretimi ile sınırlıdır.
7- Değer yasası piyasa koşullarının yasasıdır.
8- Sosyalizm koşullarında değer yasasına egemenlik atfedilemez. Stalin’in yasanın etkinliğinin sınırlanması fikri yasaya egemenlik atfettiği için doğru değildir.
9- Sosyalist iktidarla birlikte değer yasasının geçersizliğinin ilan edilmesi siyasal ve ideolojik olarak önemlidir.
10- Sosyalizmin kutsal kitabında değer yasasının kalıntılarına varıncaya kadar yokedilmesi hedefi vardır.
11- Sosyalizm ile birlikte üretim araçlarının özel mülkiyeti ilga edildiği için değer yasası iktidardan düşmüştür.
12- Değer yasası planlamada en fazla bir teknik olabilir.
13- Değer yasasının etkinliğini artırmak, sosyalizmi geliştirmeye engeldir
14-Sosyalist ekonominin üstünlüğünü sağlayan şey, değer yasasının piyasanın kaotik yapısından planlama mekanizmalarının eline geçmesi değildir. Sosyalist ekonomiye ilişkin getirilecek her türden tanım, üretim araçlarında özel mülkiyete son verilmesine merkezi ve belirleyici bir yer vermek durumundadır. Ekonominin planlanabilir olması, ve o çok sözü edilen uyumlu gelişimi tamamen buradan kaynaklanır. Ve nihayetinde sosyalist kuruluş sürecinde uyum, meta ekonomisinin tamamen tasfiyesi, ekonominin sosyalist karakterinin güçlendirilmesi gibi bir temel hatta tabidir.
Bu fikirler okuyucuya önemli oranda tanıdık gelecektir. Marksistlerin hemfikir olmakta pek güçlük çekmedikleri ve bu anlamda da pek tartışma konusu yapmadıkları başlıklardaki bu fikirlerin doğru olmadıklarını iddia edeceğiz. Bir kutsallık halesi içerisinde korumaya alındıkları için ve dokunulmasına mücadelenin temel dayanaklarını ortadan kaldıracağı varsayımıyla müsade edilmemesi yüzünden söylediklerimizin anlaşılması da zorlaşmaktadır.

Yanlış dediğimiz fikirler gelenek diye ifade ettiğimiz ve ütopyacı ve ahlakçı sosyalizm akımları karşısnda bilimselliği öne çıkaran birbuçuk asırlık teori ve pratik deneyim yumağı içerisinde yer almaktadır. Bugün artık yıkılmaları zorunlu hale gelen yanılsamalar geleneğin önünü tıkamış durumdadır. Yanlış olduğunu iddia ettiğimiz fikirlerin Marks ile ilgisi pek azdır. İlgi kurulabileceği yerlerde sorumluluğun Engels’e ait olduğunu anlamak zor değildir. Yani geleneğin üzerinden atması gereken yanılsamalar bu geleneği kendi adıyla damgalayan Marks’a rağmen oluşmuştur. Deneyimlerin başarısız sonuçları esas olarak yanılsamaların eseridir. Eğer geleneğin merkezinde Marks yer almıyor olsaydı biz bugün yapılabilecek herşeyin yapılmış olduğunu söylemeli ve kenara çekilmeliydik. Zaten Gorbaçov tam da bunu yapmıştır. Geleneğin yanılsamalarını sürdürenlerin, eninde sonunda varacakları yer Gobaçov’un vardığı yer olacaktır. Bu açıdan Gorbaçov geleneğin içindeki sorunların doğal bir ürünüdür. Soğuk savaşın karşı kutbunun ajanı değildir. Bizdendir, ama değildir. Bu açıdan Kautsky ve Bernstein da gittikleri yollarda geleneğin içerisinden döşenmiş taşlara basarak ilerlediler. Raydan böylelikle çıktılar. Geleneğin ilk pratik eseri ikinci enternasyonal oldu. Bu deney bozunup çözüldüğünde Avrupa’da büyük bir umutsuzluğa yol açmakla kalmadı, yıkıntıların ardından insanlık faşizm gibi bir bela ile tanıştı. Sovyet deneyi tam bu sırada yeni bir umut olarak doğdu. Bu geleneğin ikinci büyük deneyi oldu. Çözülüşün yıkıntılarının dünyadaki etkilerini bir kenara bırakırsak, insanlık Rusyada devasa bir mafya düzeni ile tanıştı. Bunların yanında kapitalizm adeta masum bir kötülük gibi görünür oldu.

Sosyalizm eşitlikçi ve adaletli bir düzen aranışı olarak da tanımlanabilir. Bu haliyle iyi bir dilektir. İyi dileğin hüküm süren bir gerçeklik haline gelmesi ise iyi dileğin sahiplerinin niyetlerinin bir ürünü olamaz. İnsanın bilinçli faaliyetinin somut sonuçlarına bakarak her arzu edilenin olanak dahilinde olduğu sanılmamalıdır. İnsan arzu etti diye örneğin binlerce tonluk bir kaya parçası yerinden kalkıp binlerce kilometre öteye gidemez. Doğanın yasallıklarının iç dolayımlarının gereği olan her zorunluluk tek tek yerine getirilmelidir. Bazı arzular ise hiç olasılık dahilinde değildir. İnsanlığın kapitalizmi aşma, onsuz yaşama arzusu bir olgudur. Marks bu arzunun karşılanmasının mümkün olup olmadığını araştırır. Bu araştırma kapitalizmi aşma arzusunun güdüleyiciliğinde gerçekleşmiştir. Varılan sonucun başlangıç arzusu ile uyumlu olması sonucun bilimselliğine ilişkin kuşkular uyandırabilir. Ama zaten her bilimsel araştırmada onu gündeme getiren öznel güdüler bulunur. Bu yüzden nesnel ölçütler ve ulaşılan bilginin pratik sonuçlarına ulaşma eylemi sonuçları kesinleştirir.

Meta üretimi, yani pazarda satılmak üzere üretim yapılması günümüz üretiminin en büyük bölmesidir. Ücretsiz sunulan hizmetler içinde bile çalışanların ücretler, sarfedilen malzemeler meta üretimi bölmesine aittir. Sosyalizm koşullarında yine epeyce büyük bir üretim bölmesi piyasada metalar halinde ortaya çıkan ürünlerle somutlanır. Gerçi meta üretimi alanının görece daraldığı kabul edilebilir. Buradan yola çıkarak daha da daralacağı söylenebilir. Ama örneğin feodal ve köleci dönemin üretimiyle karşılaştırıldığında hiçbir sosyalizm deneyiminde meta üretimi bu derece daralabilmiş değildir. İlk halletmemiz gereken sorun yukarıda başlıklar halinde sunduğumuz ve tümünü yanlış buldğumuz fikirlerin barındırdığı iç çelişkidir. Sosyalizm ile birlikte değer yasası iktidardan düşecek, yasanın geçersizliği ilan edilecek, ama bir yandan meta üretimi devam ettiği için yasanın egemenliği devam edecektir. Üstelik karşılaştırma amacıyla üretimdeki metalaşma oranlarına bakıldığında kapitalist bir örnekten çok büyük bir açı arzetmediği görüldüğünde değer yasasının hükmü sosyalist bir iktidarla birlikte ancak küçük bir oranda değişmiş olacaktır. Ama bu önemli değildir, artık sosyalist bir iktidar vardır, üretim araçları artık kamulaştırılmıştır, süreç başlamıştır. O halde sosyalizm döneminin mücadele konusunu, meta üretiminin tümden ortadan kaldırılacağı ve böylelikle değer yasasının da kırıntılarına varıncaya kadar yok edileceği bir hat üzerinde rahatlıkla tanımlayabiliriz. Sosyalist iktidarla birlikte demek ki, meta üretiminin tedricen daralmaya başlamasıyla koşut olarak değer yasası da ortadan kalkmaya başlayacaktır. O halde bu başlangıç, daha en baştan hedefini ilan edebilir! “Değer yasası iktidardan düşmüştür, artık geçersizdir.” Yanlış bulduğumuz bakışın içerdiği çelişkinin çözümü budur ve son derece iç tutarlı bir bütün oluşturmaktadır.

Biz değer yasasını ya da değer belirlenimini üretimin genel belirlenimi olarak ilan etmekle tüm bu iç tutarlı bakış açısını da bir bütün olarak dışlamış olmaktayız. Meta üretiminin ilga edilmesinin ne uzunlukta bir tarihsel dönemi kapsayacağı bir tartışma konusudur. Sovyetlerin bu işi halledemeden dağıldığını biliyoruz. Olmuş olan zaten çok uzun sürecek olan bu dönemin bir evrede kesintiye uğraması mıdır, yoksa bir beceriksizlik sonucu bir türlü halledilememiş olması mıdır? Bizim varsayımımıza göre bu sorunun cevabını aramak yersizdir. Meta üretimi ister uzun ister kısa bir dönem devam etsin değer yasası hükmünü devam ettirecektir. Daha ötesi biz meta üretiminin ilga edilmesi gibi bir hedefin tamamen anlamsız olduğunu da söyleyebiliriz. Ama varsayalım ki, insanlığın geleceğinde böyle bir uğrak bulunsun, bu durumda tartıştığımız konu, zaten hiç varılamamış bir dönemde değer yasasının geçerli olup olmadığından ibaret kalmaktadır. Bu ise bir çoklarına abes gelecektir. Bugünlerin sorunları dururken geleceğin problemlerini dert etmeye gerek yok deyip işin içinden kolayca çıkılabilir. Biz ise sadece gerçeğin peşinde olduğumuzu, yanılmak istemediğimizi söyleyebiliriz. Aslında sorun gelecekte ne olduğu değildir. Sorduğumuz soru yani meta üretimi sona erdikten sonra ya da komünizm döneminde değer yasası ne olacak sorusu değer yasası ile ilgili bir kavrayış eksikliğini su yüzüne çıkarmaktadır ve sadece bu yüzden değerlidir. Malların eşdeğerlik ilkesi ile değiş tokuşu bütün iktisatçıların açıklamaya çalıştıkları birşeydir. Rivayet çoktur. Bizim bildiğimiz şey metalar arasındaki bu oranları belirleyen etken bunların üretilmeleri için gerekli soyut emek zamanıdır. Başka açıklamaları marksistler arası bir tartışma açısından anlamsız olması sebebiyle konumuza dahil edemeyiz. Yanlış bakış açısına göre, değer yasası da meta değişimini yöneten yasadır. Ya de değişim ilişkilerini anlamak açısından bu kadarı yeterlidir. Meta, yani değişim amacıyla üretilmiş yararlılık nesnesi ortadan kalktığında, yani artık bu nesleler değişim konusu olmadıklarında değişim değeri, yani fiyat diye birşey de olamaz. Dolayısıyla değer yasası diye birşey de olmaz. İşte tam burada biz devreye girerek diyoruz ki, ama değer yasası bu değildir ki! Üstelik değişim değerinin ardında emek zamanı gibi bir maddi temel bulunduğu fikri sadece Marks’a ait değildir. Adam Smith aynı tezi savunur. Ve Adam Smith bile değişim değerlerini yani fiyatları arz-talep ile açıklamayı unutmamıştır. İddia edilen şey fiyatların bir çok dolayımların ardından değer ile bağlı kalacağından ibarettir. Marks’ın deyişi ile değer yasası, toplumsal üretimin zorunlu iç bağıntısıdır. Bu bağıntı kendisini meta üretimi alanında değişim değeri olarak belli eder. Zaten Marks kendi kavramlaştırmasında değer ile değişim değeri arasında kesin bir ayrım yapar. Değişim değeri değerin kendisini ortaya koyduğu bir biçim olarak tarif edilir. Değer toplumsal olarak gerekli soyut emek zamanıdır. Değişim değeri ya da fiyat ise bir çok durumda bir yararlılık nesnesinin niceliği olarak vardır. Masa bir değere sahiptir. Bu değer örneğin 20 saat soyut emek zamanıdır. Masanın değişim değeri ise örneğin 10 gram altındır. Zihinlerde değer ile değişim değeri eşleştirildiği ve aynı şey olarak görüldüğü için değişim değerinin ortadan kalktığı koşullarda değerin de ortadan kalkacağı varsayılmaktadır. Halbuki o bahsi geçen altın ile masa arasındaki değer ilişkisi ister pazarda açığa çıksın ister çıkmasın tarihsel koşullarca belirlenmiş durumdadır ve emeğin koşullarında teknik bir değişim gerçekleşene kadar sabittir. Üstelik teknik koşulların değişimi ile her ikisi için de gerekli emek zamanı bir rastlantı sonucu eşit oranda değişebilir. Binlerce katlık bir değişimin ardından bu iki yararlılık nesnesi arasındaki oran yüzbinlerce yıl sonra da aynı kalabilir. Bu bağıntının değişmesi olasıdır. Ama ortadan kalkması olası değildir. Yeterki bu yararlılık nesnelerinden biri örneğin hava gibi üretim konusu olmaktan çıkmasın. Ama zaten bizim tezimiz değer yasasının üretimin yasası olduğu şeklindeydi. Üretim olmadığında bu yasa da konusuz kalır. Tıpkı yer çekiminin kütle ortadan kalktığında konusuz kalması gibi!

Değer yasasına ilişkin iç tutarlı bir bütün oluşturan yanlış yaklaşımın zorunlu uğrağı, mücadelenin temel eksenini meta üretiminin ilga süreci olarak görmesidir. Bu mücadele ekseni değer yasasının yanlış kavranışına muhtaçtır. Dolayısıyla doğru kavrayış mücadeleyi dinamitleyen bir günah gibi görünmektedir. Buradan sonra artık söz konusu olan bilim değil inançtır. Gerçeklikle apaçık çelişen bu inanç ancak sorgusuz kabul ile sürdürülebilir. Dinden çıkışın önünde her yerde ezbere söylenen bir dua kalın bir duvar gibi dikilir. “Değer yasası meta üretiminin ekonomik yasasıdır” cümlesi böyle bir dogmadır. Bu ayet ile çelişmek artık imkansızdır. Bu durum tanrının varlığından şüphe duyanların inandıkları dinin koruyucu kucağından da vazgeçmek zorunda kalmalarına benzemektedir. İçeride kalmak istiyorsan, tanrının varlığından şüphe duymaman gerekir. Evet iç tutarlı bir düşünce sistemi eğer yanlış bir varsayım içeriyorsa mutlaka yıkılmak zorundadır. Ama iç tutarlılık ve inanç bağları tüm yanılsamalı sistemlerin temel gücüdür. Bireylerin bu türden çekim güçlerinden korunmaları mutlak anlamda mümkün değildir. Peki ama insanlığın güzel gelecek hülyasının dogmalara ihtiyacı var mı? Düşünelim, sosyalizm mücadelesinin asıl ekseni insanlar arası eşitsizlik uçurumlarını, çıkar kavgalarını ve tüm bunların kaynağı olan sömürüyü ortadan kaldırmaktır. Para ve meta varlığını sürdürdüğü sürece sömürüyü ortadan kaldırmak hayaldir diyenler önce Marks ile hesaplaşmalıdır. Marks’ın yaptığı ilk işlerden birisi sömürünün eşdeğerlerin değişimi yoluyla açıklanamayacağı gerçeğidir. Değişim sırasında bir alıcının bir satıcı tarafından dolandırılması mümkündür. Ama bu kural olamaz. Dolandırmayı bir kural haline getirirsek. Her alıcı, alıcı olarak yediği kazığı satıcı olarak telafi edecek ve değişen hiçbirşey olmayacaktır. Bu yüzden Marks sömürünün dolaşım alanı ile meta değişimi alanı ile değil, ancak üretim ile açıklanabileceğini ısrarla söyler. Çözüm olarak emekçilerin üretimin koşullarını kontrol altına almalarını şart koşar. Dolaşım, üretim alanının kontrol altına alınmasıyla otomatik olarak kontrol altına alınmış olacaktır. Marks’ın şurada burada emekçilerin kurdukları üretim kooperatiflerine ilişkin övücü sözlerine rastlamak zor değildir. Çoğu durumda bu kooperatifler bir gelecek kurgusuna ait değildir. Kapitalizm koşullarında fiilen varolan kooperatiflere ilişkin olumlamalar dikkate değerdir. Sonuçta Marks kapitalist üretim biçiminin bağrında onu aşacak üretim biçiminin doğması gerektiğini düşünmekte ve bir yandan bunları araştırmaktadır. Siyasal iktidarın alınması sonrasında kapitalizmin aşılması anlamına gelen üretim biçiminin egemen hale geleceğini hayal etmektedir. Bu kurguların içerisinde meta olgusu üzerine bir tartışma yoktur. Daha çok emeğin kendi ürünü üzerinde egemen olduğu koşulların altı çizilmektedir. Daha genel bir ifade ile dağıtım ve bölüşüm koşulları üretim koşullarınca belirlenmektedir. Üretim koşullarında emeğin egemen olması ile bölüşüm koşullarından kaynaklanıyor gibi görünen sömürü olgusu da ortadan kalkacaktır. Yeni bölüşüm koşullarında meta ortadan kalkacakmıdır sorusunun cevabı pek önemli değildir. Sömürü ortadan kalktıktan sonra daha ne istenebilir ki!

Kapital’in aslında anlaşılması hiç zor olmayan ilk bölümü meta tahlili olası en yetkin ve özet çözümlemeyi sunmaktadır. Bir yeniden yazım denemesinin daha iyisini yapma olasılığı yoktur. Metinden çıkaracak gereksiz bölüm bulmak imkansızdır. Daha açıklayıcı olacak eklere de gerek yoktur. Bu bölümün anlaşılması eserin bütününün kavranması için kritiktir. Malesef okuyucuların her durumda bir ön donanım ile okumaya başlamaları konunun layıkınca kavranmasını engellemiştir. Birçok marksist bu kısa bölmeyi neredeyse ezbere bilir. Ama ezber ile kavramak iki ayrı şeydir. Değer belirlenimini meta üretimi ile sınırlayan yanlış fikrin sürdürülebilmesi için Kapital’in bu ilk bölümünün üstünkörü okunması gerekir. Teorik metinleri bir roman gibi okumak mümkündür. Ama bu yolla hikayenin anlaşılması pek mümkün olmaz. Burada Kapital’in bir kutsal kitap olmadığını hatırlatmalıyız. Gerçeği bulmak için Marks’ın sözlerine ihtiyacımız olamaz. Marks’ı mevzubahis etmemizin en önemli nedeni yanlış kavrayışın sahiplerinin kendilerini marksist saymalarıdır. Bu inanç sahibi kitleyi kitapla çelişkiye düşerek işledikleri günahtan haberdar etmek bir görevdir. Ama asıl sorunumuz Marks’ın kendisini bu toplamdan ayırmaktır. Keşfin ilk sahibinin haklarını çiğnememek için bunu yapmak durumundayız.

Kapital’in ilk bölümünden bazı alıntıları tartışarak görevimizi yerine getirmeye çalışacağız.

“Başka bir deyişle, bir metaın değeri, değişim-değeri biçimini almakla bağımsız ve belirli bir ifadeye kavuşur. Bu bölümün başında, günlük konuşma diliyle, bir metaın hem kullanım-değeri hem de değişim-değeri olduğunu söylememiz, doğrusunu söylemek gerekirse, yanlıştı. Bir meta, bir kullanım-değeri ya da yararlılık nesnesi, ve bir değerdir. Meta, kendisini, bu iki yanı ile, değeri, bağımsız biçimini, yani değişim-değeri biçimini alır almaz gösterir. Yalıtılmış halde bu biçimi hiç bir zaman almaz; ama ancak farklı (sayfa 75) türden başka bir meta ile, bir değer ya da değişim-ilişkisi içine girince bu biçime bürünür. Biz bunu bildikten sonra, bu anlatım şeklinin zararı olmaz ve ancak kısaltmak bakımından yararı vardır. “
Burada Marks yalıtık haldeki bir meta için genel tanımın yani “meta kullanım değeri ve değişim değeridir” tanımının terimlerde çelişki anlamına gelişini vurguluyor. Meta tek başınayken bir değişim değeri olarak tanımlanamaz. Bu işlem için farklı türde bir meta daha gerekir. Marks bu yüzden yalıtık haldeki meta için genel tanımın yanlış olacağını söylüyor ve tanımı “kulanım değeri ve bir değer” olarak değiştiriyor. Meta ancak yalıtık halden çıkıp bir değişim ilişkisine girdiğinde değişim değeri haline gelmekte ve aslında ancak böyle meta olmaktadır. Meta ya da daha doğru bir deyişle emek ürünü yararlılık nesnesi yalıtık halde kaldığında değişim değeri biçimini alamaz. Bir değeri ve kullanım değeri olan nesne, değişim ilişkisi içerisinde değişim ve kullanım değeri olan meta haline gelir. O halde iktisadın konusu olan nesne her durumda bir kullanım değeridir. Nesne içerdiği değer, değişim ilişkisi içerisinde değişim değeri olarak ortaya çıktığında bir meta haline gelir. Artık değer belirli birşeydir, örneğin 10 gr altındır. Kurulan denklik gerçekle birebir örtüşmese bile değer kendisini görünür hale getirmiştir. Şimdi artık denkliğin gerçekte 9 mu yoksa 11 mi olduğu deneyimlere kalır. Zaten biçim özü bire bir yansıtmak zorunda değildir.

“Tahlilimiz, bir metaın değerinin biçimi ya da ifadesinin, değerin niteliğinden doğduğunu, yoksa bu değer ile değer büyüklüğünün, değişim-değeri olarak ifade edilme biçiminden ortaya çıkmadığını göstermiştir.”

Marks burada meta analizinden varmak istediği yeri açıkça ifade ediyor. Değerli nesnenin değerinin onun meta oluşundan kaynaklanmadığını söylüyor. Nesnemizi meta tanımına sokan durum nesnemizin değerinin değişim değeri biçimini almasıdır. Nesnemizin değeri kesinlikle bu değerin değişim değeri şeklindeki ifadesinden doğmaz, tam tersine bu değişim değeri biçimi değerin niteliğinden doğar.
Değerli nesne, metayı, değer ise değişim değerini hem mantıksal, hem tarihsel, hemde maddi olarak önceler. Bu yüzden bir biçim olarak meta ve değişim değeri belirlenen konumdadır. Emek ürünü yararlılık nesnesi kendisini her durumda bu biçmlerle göstermek zorunda değildir. Ancak meta ve para her durumda emek ürünü yararlılık nesnesini ve onun değerini gösterirler.

Değer meta olmadan var ise değer yasası için ne söyleyebiliriz.
“… kapitalist üretim tarzının ortadan kalkmasından sonra, ama hâlâ toplumsal üretimin devamı sırasında, değer belirlenmesi şu anlamda egemen olmaya devam eder ki, emek-zamanının düzenlenmesi, toplumsal emeğin çeşitli üretim grupları arasındaki dağılımı ve ensonu bütün bunları kapsayan defter tutma, her zamankinden daha önemli hale gelir. S.747 3. cilt”

Değer yasasının egemenliğini kapitalizm sonrasına uzatan bu yaklaşım nasıl görmezden gelinebilir. Bir tek şekilde; yani, “toplumsal üretimin devamı” şartının “meta üretiminin devamı” gibi okunmasıyla!

O halde biz bir de Marks’ın Kugelmann’a yazdığı bir mektuba bakalım:
“Farklı gereksinmelere tekabül eden ürün miktarlarının farklı ve nicelik olarak belirli toplam toplumsal emek miktarları gerektirdiğini de gene her çocuk bilir. Toplumsal emeğin belirli oranlarda dağılması yolundaki bu zorunluluğun toplumsal üretimin belirli bir biçimiyle yokedilemeyeceği, olsa olsa bunun görünüş biçimini değiştirebileceği apaçıktır. Hiç bir doğa yasası yokedilemez. Farklı tarihsel durumlar içinde değişebilen şey, yalnızca, bu yasaların kendilerini onun içinde ortaya koydukları biçimdir. Ve toplumsal emeğin iç bağıntısının bireysel emek ürünlerinin özel değişimi içerisinde ortaya çıktığı toplum düzeninde, emeğin bu oransal dağılımı kendisini ortaya koyduğu biçim, bu ürünlerin değişim-değeridir.
Bilim, değer yasasının kendisini nasıl ortaya koyduğunu göstermekten ibarettir.”

Tüm toplumsal üretim biçimlerinin kaçamayacağı zorunluluk nedir? Marks hangi doğa yasasının yokedilemeyeceğinden bahsediyor. Emeğin oransal dağılımı kendini değişim değeri olarak nasıl ortaya koymaktadır?
Marks’ın değer yasasını meta üretimiyle sınırlayan bir görüş açısına sahip olmadığı gayet açıktır. Yukarıdaki Marks’a ait sözler, onun konuyu yetkin bir biçimde kavradığını kanıtlamaktadır.
Değer yasası, üretimin genel yasası olarak kabul edilmelidir. Marksist olup bu kabulü reddedenler kendilerine artık başka bir sıfat bulmalıdır.

Üretimin iç bağıntısı, toplumun emek zamanının değişik üretim dallarına belirli ve zorunlu bir dağılımı olarak açımlanmaktadır. Bir yanlış anlaşılmaya meydan vermemek için örneğin belirli bir ihtiyaç için x kadar emek zamanı kullanılırken, tamamen keyfi nedenlerle bu ihtiyacın iki katına çıkması durumunda kullanılan emek zamanının da iki katına çıkacağı kolayca düşünülebilir. Buradan yola çıkarak da emek zamanının üretim kolları arasındaki dağılımının talep ile değişeceği sonucuna varılabilir. Böylece değer bağıntısının da biraz keyfi olduğu düşünülebilir. Gerçekten de ihtiyaçlar büyük oranda keyfidir. Halbuki yasa kavramı keyfiyetle bağdaşmaz. Açıklama basittir. Üretimin iç bağıntısı, ihtiyaçların verili olduğu koşullardaki zorunluluğu anlatmaktadır. Zaten her durumda bir yasallığı ayrıştırmak için çok sayıdaki parametre sabit kabul edilmek durumundadır. İhtiyaçlar keyfi bile olsa, ihtiyaçların ne olduğu ortaya konduktan sonra, emek zamanının dağılımına bakıldığında geriye değer bağıntısı kalır.

Kısaca yasa kavramına ilişkin bir bilinç bulanıklığına da değinmeliyiz. Bilim hem toplum için hem doğa için yasallıkları ortaya çıkarmaya çalışır. Bu sayede nesnesini bütünsel olarak anlama imkanı edinir. Yasa insanın öznel iradesinden bağımsız durumları anlatır. İnsan bunların bilgisine erişebilir, ama etkileyemez. Eğer etkileyebiliyorsa bahsi geçen şey yasa değildir. Değer yasası ile ilgili ifadelerden anlaşıldığı kadarıyla değer yasası yasa olarak görülmemektedir. Yasanın etkinliğini artırmak, kırıntılarına varıncaya kadar yok etmek, bir devrim yoluyla yasanın geçersiz kılınması, yasanın bir teknik olarak kullanılması, yasanın lanetlenmesi, yasanın planlamanın kontrolüne girmesi hep insan iradesine bağımlı birşeyden bahsedildiğini göstermektedir. Bütün bunlar ya yasa kavramının yerli yerine oturtulamaması ya da değer yasası diye birşeyin gerçekte varolmadığının gizlenmiş itiraflarıdır. Halbuki insan yasaları kendi iradesini bunlara uydurmak için arar. Yerçekimini yok sayıp apartmanın tepesinden atlarsanız, düşer ve ölürsünüz, merdivenlerden inmeyi tercih etmekle onurunuzu kaybetmez, hayatınızı kurtarmış olursunuz. Her iki olasılıkta da ne yasayı kullanmış, ne de onu yenmiş olursunuz. Eğer bir yasa ise değer yasası da böyle birşeydir.

Yanlış bulduğumuz fikirlerin tümüne değinememiş olduk. Ama birçoğu için değer yasası ve yasa kavramını yeterli düzeyde ele almış olduk. Konu tekrarına yeterince anlaşılamadığımız için başvurduk. Konuya daha sonra devam etmek üzere hoşçakalın…

Suat Kamil Aksoy

Previous Story

Parçalanmış Bellek – İdil Ceren Bozkurt

Next Story

Zihin Emeği Kol Emeği (Epistemoloji Eleştirisi) – Alfred Sohn-Rethel

Latest from Makaleler

Van Gogh’un kitap tutkusu

Geçtiğimiz haftalarda Paris’in izlenimci koleksiyonuyla ünlü Musée d’Orsay, Antonin Artaud’un Van Gogh: Toplumun İntihar Ettirdiği kitabından yola çıkarak yazar ile ressamı, Artaud ile Van

George Orwell’a ilham veren kitap: Biz

George Orwell‘ın 1984’ünü neden sevdiyseniz, Yevgeni Zamyatin‘in Biz‘ini sevmeniz için en az 1984 kadar nedeniniz var. Üstelik Biz, 1984’ten çok daha önce, 1920 yılında
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ