Kendi kafasına sığamayan “Karaduygun” – Sema Kaygusuz

karaduygun“Karaduygun, kendi kafasına sığamayandır. Düşüncenin yüzyıllar içinde tamamlandığının bilinciyle zamanın kör kuyularına dalmayı göze alır. Dünyaya alışamaz, tahammül edemez, dünyevileşemez. Öç duygusu olmadan dehşete kapılır, iğrenmeden yadırgar, hamasete kanmaz, için için bağışlasa da aynı döngü tekrarlanmasın diye affedemez, sürekli anımsar, anımsadığı için uyuyamaz, uykusuzluk yüzünden unutamaz. Güzelliği bir lütuf gibi şükranla kabul eder, kötülük karşısında afallar, dengesini kaybeder, çünkü sevdiği her varlığı çok ama çok sever. Onunkisi kozmik bir kederdir. Hiçbir tapınağı yoktur ki canlılık kadar kutsal olsun.”
Sema Kaygusuz

OKUMA PARÇASI
Açılış bölümünden, s. 11-15

Eski tanrılar uyku nedir bilmezdi. Ne zaman ki geceyi yarattılar, onlar da uyumaya başladı. Zeus, Elik, Yahve dahil her biri yatak gibi bir yere uzanır, üstlerine battaniye gibi bir şey örterdi. Henüz ay evreleriyle sayıyorlardı zamanı. Dolunayın kışkırtıcı ışığıyla ayaklanan hayvanların, uyanık hayvanlara kapılan avcıların, aniden boy veren sürgünleri budayanların, ateş yakarak cümle kuranların az ötesinde, geceleri ete kemiğe bürünen yeni bir hakikatti uyku. Ölümü ima eden bu karanlık imkânsızlığı tanrılar da tattılar. Düzen böyle olunca içlerinden bazıları uykusuzluk çekmeye başladı tabii. Sözgelimi Gılgamış diye biri vardı. Üç ısırıkta çekirdeklerini ele veren bir elma kadarcıktı o zamanlar. İki ısırığı tanrı, bir ısırığı insan bu uykusuz hükümdar, davulunu dannga da dan dan… dannga da dan dan… vura vura Uruk şehrini yer gök uyandırırken, alazlı bir tutkuyla karanlığa sorular sorardı. Dannga da dan dan çınlayan karakteristik bir uyanıklıktı onunki. Bir fersah şehir, bir fersah palmiye bahçeleri, iki fersah ova, bir fersah Uruk’un dışına taşan açık alan, sonra rüzgâr, otların hışırtısı, yıldız izi, dibine kadar hisseden beden, hiçbir şeyi bilemeyişin sancısı, uçsuz kâinat… dannga da dan dan!
Gılgamış’tan kalan gece alışkanlığından olsa gerek, ne zaman bir uykusuz görsem kendim gibi, o bozarmış, gözakları iyiden iyiye kızarmış yüzde, o bir türlü ışıkla eşleşemeyen mahmur gövdede, Gılgamış’tan yansıyan bir lokma insanın geceye kattığı mevcudiyeti anarım. Bizi hep gündüz vakti sayıyor, eliyor, katıp katıştırıyorlar. Geceleyin çaldığımız davulları birçokları duymuyor. Biz uykusuzlar bir araya gelince, düşsel olduğu kadar fiziksel de olan, ama aslında ne düşsel ne fiziksel sayılan gece hayatımızı pek anlatmıyoruz birbirimize. Her türlü çıtırtıya açık kulaklarımızın, yeryüzünün uğultusundan öte bir şey duyamadığını söyleyemiyoruz da. İster istemez derin bir dalgınlığın perdesinden dinliyoruz birbirimizi.
Hayatımdaki en uykusuz kişi Birhan’dır. Bana sorsalar şimdi, Birhan’ı neresinden tanırsın? Ne şairliğinden kavrayabilirim iyice, ne her gündönümünde katmerlenen meşrebinden, ne de hayretten beslenen fikrinden. Söyleyeceklerim hep eksikli kalır. Bir tek uykusuzluğunu tarif edebilirim onun. Zindeliğin, unutkanlığın, göz alıcı heveslerin nasıl boşa çıktığını, kendiminkinden önce Birhan’ın gövdesinden okurum.
Uzun bir gece uykusunun olsa olsa iki hediyesi vardır: biri zindelik, öbürü unutuş. Birhan’ın uykusuzluğuysa yara almaya açık olmaktır. Gece gezen herkes gibi, hatır, hatıra ve hafızanın harcıyla örülen hayali bir konakta, yapay ışıklar altında düşe kalka dolaşırken, tarihi bir serüven gibi yaşar karanlığı. İç kanamaya benzer gizli bir hastalıktır uykusuzluğu. Başkalarının doyasıya uyuduğu uykulardan kovulmuşçasına gücenik, gece avlanan kuşların bile paydaş olamayacağı yalnızlığı üstlenmek zorunda kalır. Tek başına temsilidir kitlesel bir uykusuzluğun. Rüyadan tecrit edilmiş bir halde uyanıkken, dünyayı bilemeyiş yetmezmiş gibi, kendini bile bile bilemenin ıstırabını da çeker. Dannga da dan dan uyanıkken Birhan, benlik her zamankinden daha ıssızdır.
Nasıl ki Gılgamış, yatağına alışamayan bir sürgün gibi Uruk’u ve ötesini baştan başa katediyorsa, Birhan da kültürle doğa, toprakla duvar arası bir yerde, iki dünya içinde yazıyordu geceyi. Şiirin koygun karanlığa saldıran ışığı, göktaşlarını matlaştırıyordu. Bazen yazmıyor, yazmadığını gizliden gizliye yazmaktan usanıyordu. Gece basan tutkularla peyda olan kelimeleri ararken, geçip giden zamanı elinde tutamamanın hüznüyle boş işlerle oyalanıyordu. Ne ki günün ilk ışıklarında müezzinin ilk nefeste çatlak çıkan sesiyle, uykusuzluk birdenbire sıradanlaşıyor, bir damla canın boyun eğişiyle uykuya çekiliyordu. Uyumazdan önce ne tanrıydı, ne de ölümlü. Sadece uykuluydu. Geceyi durmak, gündüzü yapmak sayanların arasına geç katılıyor, gündüzleri uyuyarak gece yaptıklarını herkesten saklıyordu. Az önceki gece dahil unutmak istiyordu her şeyi. Dannga da dan dan kendi iç sesi yavaşça kısılıyor, karanlığa yazdıklarının çok azı zihninde kalıyordu.
Bu uykusuz gecelerden bir gece, geç vakitte içtiği çorbadan diline takılan nane kırıntısını ezer gibi çiğnedi karanlığı. Ağzındaki hoş kokuyu yadırgayarak saatler geçirdi. İnternet, mailler, gecikmiş yanıtlar derken ihmal ettiği kitaplara, unutamadığı dizelere daldı. Sokaktan getirdiği iki yaralı kediye ikişer damla antibiyotik içirdi. Hâlâ gözleri çapaklıydı sarı olanın, siyah olanı delimsirek bakışlarıyla capcanlıydı. Kedilerden sonra Birhan yine sayfalara döndü, ardı arkasına içilen sigaralar, içi ezilince avuç içi kadar sandviç… Duvarlar, her biri aynı sözcükle kat kat örülü duvarlar, kat kat düşünmesiz, hep aynı sözcükle kimsenin anlamadığı bir dili konuşuyordu. Birhan bir ara çayını yudumlarken sokaktan gelen koşuşturmacaya kulak kesildi. Işığı kapatıp pencereden dışarıya baktı, gökkubbe sokak lambalarının çiğ ışığıyla geçirgenliğini yitirmişti. Kalın bir duvardı gece. Sonra uzandı tekrar, bir şeyler okumaya çalıştı. Saatler saatlere eklenirken, çok zamandır içini kemiren bir yanlışlık düştü aklına. Yanlışlığın harflerini sayıkladı. Yazdı, karaladı, yazdı, hiçbir şey yazmadı. Bir fersah yatak, bir fersah koridor, iki fersah mutfak, el yordamıyla bulunan elektrik düğmeleri, yudumlanan su, açılan pencereler, iki fersah tepelerden sarkan İstanbul, bir fersah gök sonrası açık alan… Sabaha karşı, kedi mırıltılarına, buzdolabı motoruna, annesinin üfürüklü uykusuna ve bütün bunların bileşik tartımına gözlerini kaparken, anbean kumlanan bilincin yerini tatlı bir baygınlık aldı. Nabzı yavaşladı Birhan’ın, kalbi sahibinden bihaber kendi kendine düşünmeye başladı.
Uyuyalı henüz birkaç saat olmuştu ki, sabahın köründe, körü dediğim saat dokuz gibi, Birhan’ın uykusu orta yerinden yırtılıverdi. Güçlü bir ses yalpalı vuruşlarla yinelenmeye başlar başlamaz, Birhan sıçradı yatağından. Gürültüye inanamadı önce. İşittiği çarpıntının içinden mi, dışından mı geldiğini bir an için ayırt edemedi. Kuruntuyla hafifçe başını kaldırıp kulak kesildi. Annesi İftade Teyze bir şeyler mi yapıyordu acaba? Olur a havanda ceviz dövüyorsa, rüyayla uyanıklık arası dalgınlıkla cevizin içinden doğru başlamıştır ayılmaya. Ama yok. Belli ki mutfak boştu. Ses başka yerden geliyordu. Büyük olasılıkla, tak tuk tak kabuğundan dürtüyorlardı Birhan’ı. Yastığını başına kapatıp yeniden uyumayı denese de kafasını yontan sesler alnında zonkluyordu artık. Hışımla doğruldu yatağından, gözünün önünde parlak pervaneler uçuştu. Alışık olmadığı gün ışığı gözlerini kamaştırdı. Ayağa kalkınca bir süre baş dönmesinin dinmesini bekledi. Zemine, duvarlara, pencereye, ten kokusu sinen eşyaya alışması epey zaman aldı. Saniyeler sonra kendine geldiğinde, dövüşecekmiş gibi kollarını sıyırıp öfkeyle koridora seğirtti.
Olacak iş mi bu sabah sabah! Hasta var, yorgun var, yaşlısı, çocuğu, okullusu, dünden beri kulağa çalınan yabancı bir kelimenin sözlük bekçisi, âlemcisi, kendi hüznünü kemiren yalnızları, gece vakti kabilesini firavundan kaçıran Musa’sı, dannga da dan dan sokakları arşınlayan Gılgamış’ı, bunların hepsini birden göğsünde taşıyan bütün uykusuzların elçisi bir Birhan’ı var şu lanet olası sabahın!
“Ne oluyor yahu!”
Birhan yumuk gözlerle oturma odasına girdi. İftade Teyze kanepede kara kediyi bacağına yaslamış, belli belirsiz bir hışırtıyla gazetesini okuyordu. Kahve kokusu kadar sessizdi ikisi de. Birhan’ın uykusunu prova ederekten kesintili bir rüya soluyorlardı.
Derken, tak tuk tak yine.
Birhan’ın yüzü epekşi. Hâlâ yastık deseni yanağında. Bir eliyle leğen kemiklerinden aşağı sarkan pijamasını çekiştirirken öbür eliyle gözünü ovuşturdu. Uzun, upuzun işaret parmağıyla dudaklarını ketleyip sesin geldiği yönü belirlemeye çalıştı. Sessizce durup gürültüyü anlamaya çalıştı.
O öyle sesi arayadursun, uykuyu bölen gürültünün kim bilir kaç değişik manası vardı şimdi. Tak tuk tak eşliğinde karanlıktan kopuvermek, çok uzak bir şehrin çok bildik bir mahallesindeki çok eski bir apartman katından Çağrılan Musa’ya katılmaktı.
Bir türlü geçmeyen dakikayı beklemek,
çizgisel bir oluşun tümüyle dışında kalmaktı hem,
hem de uzun sürmüş tamiratıydı
mekaniği bozuk bir yelkovanın…

KİTABIN KÜNYESİ
Karaduygun
Yazar: Sema Kaygusuz
Yayıncı: Metis
06 / 2016
112 Sayfa

İÇİNDEKİLER
Çağrılan Musa
Köpek Çağı
Adak
Musallat
Birkaç Kişi
İki Değişik Lokma
Kelebeğe Düşmeden

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir