“Kendinden Hoşnut Küçükbey” Çağı

Avrupa tarihi ilk kez, öylece, sıradan halk adamının eline bırakılmıştır. Ya da aktif olarak bakıldığında: Eskiden başkalarınca yönetilen halk adamı dünyayı yönetmeye karar vermiştir. Bu toplumun ön safına geçme kararı onda otomatik olarak gelişmiştir, onun temsil ettiği yeni insan tipi olgunlaşır olgunlaşmaz. Eğer toplumsal yaşamdaki sonuçlarına bakarak bu yeni kitle insanının psikolojik yapısı incelenecek olursa, aşağıdaki gözlemlere ulaşılır: 1) Yaşamın kolay, bolluk içinde, trajik sınırlamalardan azade olduğu yolunda doğuştan gelme, kökten bir izlenim; dolayısıyla her vasat birey kendi yüreğinde bir hâkimiyet ve zafer duygusu buluyor, bu da onu, 2) Kendi kendini nasılsa öylece ortaya koymaya, kendi ahlaksal ve zihinsel varlığını uygun ve eksiksiz saymaya davet ediyor. Böyle kendinden hoşnut oluşu onu kendi dışında her kuruma kulaklarını tıkamaya, kendi görüşlerinden kuşku duymamaya, başkalarını hesaba katmamaya yöneltiyor. Kendi içindeki hâkimiyet duygusu onu sürekli olarak başkalarına hükmetmeye özendiriyor. Bunun sonucunda yeryüzünde yalnızca kendisi ve türdeşleri varmış gibi davranacaktır; o nedenle 3) Her şeye burnunu sokacak, kendi sıradan görüşünü dayatacak, ihtiyat, başkalarını gözetme, sakınca, çekince nedir bilmeyecek, “doğrudan eylem” rejimine uyacaktır.

Bu davranışlar listesi insan olmanın bazı yetersiz biçimlerini aklımıza getirdi, “şımarık çocuk” ve isyankâr ilkel, yani barbar gibi. (Normal ilkel, bunun tersine, üstün kurumlar –din, tabular, toplumsal gelenek, görenekler– karşısında yeryüzünden gelmiş geçmiş en uysal insandır). Bu insan figürünü yerden yere vurmamın şaşılacak yanı yok. Bu yazım dört bir yanda zafere ulaşmakta olan o insan türüne ilk saldırı denemesinden başka bir şey değil, aynı zamanda birtakım Avrupalıların da onun despotluğuna şiddetle karşı çıkacaklarının habercisi oluyor. Şimdilik bir saldırı denemesi olmaktan ileri geçmiyor: Asıl derinlikli saldırı daha sonra gelecek, belki pek yakında ve bu denemeninkinden çok farklı bir biçimde. Derinlikli saldırı kitle insanının kendini ondan kollayamayacağı bir biçimde gelmeli, karşısına dikilivermiş görmeli onu, ama onun, işte onun, kesin saldırı olduğundan kuşkulanmamalı.
Şimdi her yanda cirit atan, yüreğindeki barbarlığı her yere dayatan o şahıs, gerçekte insanlık tarihinin şımarık çocuğudur. Şımarık çocuk dediğim, salt mirasyedi gibi davranan mirasyedidir. Şimdilerde miras uygarlık – çeşitli rahatlıklar, güvenlik; uygarlığın nimetleri yani. Gördüğümüz gibi, ancak onun dünyada oluşturduğu yaşamsal rahatlık sayesindedir ki, o davranışlar dizisinden oluşan, o karakterin esinlediği bir insan ortaya çıkabiliyor. Lüks yaşamın insan maddesinde yol açtığı bir alay çarpıklıktan biri o. Bolluk içindeki bir dünyada doğan yaşamın, tersine, kıtlıklarla boğuşmaktan oluşan bir yaşamdan daha iyi, daha ferah, daha üstün nitelikli bir yaşam olduğuna inanmaya eğilimliyizdir, ama bu yanlıştır. Öyle şey yoktur. Burada belirtmenin yeri olmayan bazı pek kesin, hatta temel nitelikli nedenlerden ötürü. Şimdi o nedenlerin yerine, kalıtım yoluyla geçen bütün aristokrasilerin hep tekrarlanan trajedisini meydana getiren olguyu anımsamakla yetinelim. Aristokrat, kendi yaratmamış olduğu, dolayısıyla kişisel yaşamıyla organik bağı bulunmayan birtakım yaşam koşullarını miras olarak devralır, yani hazır olarak edinir. Dünyaya gelir gelmez, apansız, nasıl olduğunu bilmeksizin, kendini zenginliğin ve ayrıcalıkların ortasına yerleşmiş bulur. Öz varlığında onlarla hiçbir ilişkisi yoktur, çünkü kendinden kaynaklanmazlar. Bir başkasının, başka bir canlının, kendi atasının oluşturduğu dev kabuktur onlar. Ve mirasyedi gibi yaşaması, yani bir başka yaşamın kabuğundan yararlanması gerekir. Peki, o zaman ne olacaktır? Mirasçı “aristokrat” hangi yaşamı yaşayacaktır, kendisininkini mi, yoksa ta başlangıçtaki atasınınkini mi? Ne birini, ne de ötekini. Ötekini ancak temsil etmeye, dolayısıyla ne öteki ne de kendi kendisi olmaya hükümlüdür. Yaşantısı, kaçınılmaz biçimde, gerçekliğini yitirir, salt bir başka yaşantının temsiline ya da uydurmasına dönüşür. Çekip çevirmek zorunda olduğu servet kendi kişisel yazgısını yaşamasına fırsat vermez, yaşamını boğar. Her insanın yaşantısı kendi kendisi olabilme yolunda bir uğraş, kendi kendisi olma çabasıdır. Benim kendi yaşamımı gerçekleştirmekte karşılaştığım güçlükler doğrudan doğruya etkinliklerimi, yeteneklerimi uyandıran, seferber eden şeydir. Eğer bedenimin ağırlığını taşımasaydım, yürüyemezdim. Eğer atmosfer basıncı olmasaydı, bedenimi belirsiz, kof, hayaletimsi bir şey gibi hissederdim. Aynı şekilde, mirasçı “aristokrat”ın tüm kişiliği yaşamsal kullanım ve çaba eksikliğinden ötürü belirsizleşir. Sonucu köklü soyluların o hiçbir şeye benzemeyen kendilerine özgü salaklıklarıdır; aslında şimdiye değin kimse onun trajik iç düzeneğini anlatmamıştır – o trajik iç düzenek tüm kalıtımsal aristokrasileri kaçınılmaz yozlaşmalarına sürükler.

Tüm bunları yalnızca maddi olanak bolluğunun yaşama yararlı olduğu yolundaki safça eğilimimizi kırmak üzere söylüyorum. Tam tersine. Olanakların bol olduğu48 bir dünya otomatik olarak ağır sakatlıklara, kötü alışkanlıklarla dolu yaşam biçimlerine yol açar – genel olarak “mirasyedi-insan” sınıfında toplanabilecek türler; “aristokrat” onun yalnızca özel bir örneğidir, bir başka örneği şımarık çocuktur, onlardan çok daha geniş kapsamlı ve köktenci bir örnek ise çağımızın kitle insanıdır. (Öte yandan, az önce değindiğimiz “aristokrat”ı daha ayrıntılı irdeleyebiliriz, onun birçok kendine özgü niteliğinin nasıl tüm halklarda ve çağlarda, kitle insanında filizlendiğini gösterebiliriz. Örneğin: Oyun ve spor türlerini yaşamın odağındaki uğraşa dönüştürme eğilimi, kendi bedenini geliştirmesi –temizlik merakı ve güzel giyinme özeni–, kadınlarla ilişkisindeki romantizm kıtlığı, aydınlarla birlikte hoşça vakit geçirmesi, ama aslında onlara saygı göstermemesi ve adamlarıyla uşaklarına onları kamçılatması, mutlak bir otorite altında yaşamayı bir tartışma rejimine yeğ tutması49 vb. vb.)

Gerçek bir tedirginliğin sonucunda, bu noktada ısrar ediyorum: Uygarlıktan uzak eğilimlerle dolu olan bu adam, bu yepyeni barbar, modern uygarlığın otomatik ürünüdür, özellikle de o uygarlığın XIX. yüzyılda aldığı biçimin. Uygar dünyaya V. yüzyıldaki “büyük beyaz barbarlar” gibi dışarıdan gelmedi o; içinde Aristoteles’in bataklıkta üreyen kurbağalar hakkında söylediği üzere, kendiliğinden, esrarlı bir oluşumla doğmuş da değil, onun doğal meyvesi. Paleontoloji ile biyocoğrafyanın doğruladığı şöyle bir yasa ortaya koyabiliriz: İnsan yaşamı ancak ve ancak elindeki araçlar hissettiği sorunlarla dengelendiği zaman doğmuş ve gelişmiştir. Ruhsal düzlemde olduğu gibi, fiziksel düzlemde de gerçektir bu. Böylece, bedensel yaşantının pek somut bir boyutuna değinmek üzere, şunu hatırlatmayı isterim: İnsan türü gezegenin sıcak mevsimin şiddetli soğuk bir mevsimle dengelendiği bölgelerinde filizlenmiştir. Tropiklerde insan denen hayvan yozlaşır ve bunun tersine, aşağı ırklar –örneğin Pigmeler– ondan daha sonra dünyaya gelen ve evrim aşamasında ondan üstün olan ırklar tarafından tropiklere doğru püskürtülmüşlerdir.50

Demek ki: XIX. yüzyıl uygarlığı o niteliktedir ki, vasat insana bolluğu başından aşan bir dünyada konuşlanma olanağı sunmuştur, o da onun yalnızca maddi bolluğunu algılayıp, ıstıraplarını algılamamakta. Kendini mucizevi araçlarla, yararlı ilaçlarla, tedbirli devletlerle, rahatlık sağlayan haklarla çevrili buluyor. Buna karşılık, o ilaçlarla araçları icat etmenin, gelecekteki üretimlerini güvenceye almanın ne denli güç olduğundan habersiz; devlet düzeninin ne kadar istikrarsız olduğunu fark etmiyor ve yüreğinde pek az sorumluluk taşıyor. O dengesizlik onu sahteleştiriyor, canlı varlık kökünü bozuyor, mutlak tehlike kökten sorunsallık olan yaşamın özüyle olan temasını kaybetmesine yol açıyor. İnsan ömründe ortaya çıkabilecek en çelişkili insan yaşamı biçimi “kendinden hoşnut küçük bey”inkidir. Dolayısıyla, o hâkim figür haline geldi mi, tehlike çanlarını çalmaya başlamanın, yaşamın yozlaşma tehdidi altında bulunduğunu ilan etmenin sırası gelmiş demektir. Buna göre, günümüz Avrupa’sının temsil ettiği yaşam düzeyi insanlığın tüm geçmişininkinden üstün; ne var ki gözlerimizi geleceğe çevirdiğimizde, içimize korku düşüyor: Uygarlık sanki ne şimdiki düzeyini koruyabilecek, ne daha yüksek bir düzeye erişebilecek, tam tersine, gerileyecek, yeniden daha alt düzeylere inecek gibi.

İşte bu, “kendinden hoşnut küçükbey”in temsil ettiği eşsiz anormalliği yeterince açık seçik ortaya koyar sanıyorum. Çünkü o dünyaya keyfinin istediğini yapmaya gelmiş bir adam. Gerçekten de: “Baba evladı”nın ham hayali budur. Nedeni malum: Aile çevresinde her şey, en berbat suçlar bile sonuçta cezasız kalabilir. Aile çevresi nispeten yapaydır ve suçu işleyen açısından toplum içinde, sokak ortamında otomatik olarak kaçınılmaz, korkunç sonuçlar doğuran birçok eylem onun bağrında hoşgörüyle örtülür. Ama “küçükbey” evin dışında da içinde olduğu gibi davranabileceğini sanır, hiçbir şeyin kaçınılmaz, çaresiz, geri dönüşsüz olmadığını sanır. Bu yüzden keyfinin istediğini yapabileceğine inanır.51 Koskocaman bir yanlıştır bu! Bir eski bir Portekiz öyküsünde papağana söyledikleri gibi: Zatıaliniz biz nereye götürürsek oraya gideceksiniz. İnsan keyfinin istediğini yapmamalı demek istemiyorum; mesele şu ki, her kişi yapmak zorunda olduğu şeyden başkasını yapamaz, olması gerekenden başka şey olamaz. Elden gelen tek şey, o yapılması gerekeni reddetmektir; iyi de o bize canımızın çektiğini yapma özgürlüğünü vermez. Bu noktada elimizde özgür irade olarak yalnızca olumsuz bir özgürlük vardır – istememe iradesi. En sahici yazgımızdan pekâlâ da sıvışabiliriz; ama bu olsa olsa yazgımızın daha alt basamaklarına tutsak olmak sonucunu verecektir. Ben bu olguyu her bir okura kendi yazgısının hepten bireysel olan yanlarında apaçık gösteremem, çünkü okurların her birini tanımıyorum; ama yazgısının başkalarınınkine eş olan yanlarında ya da parçalarında gösterebilirim. Örneğin: Günümüzün tüm Avrupalıları, dile getirdiği tüm “fikirleri”nden ve “görüşleri”nden daha kuvvetli bir kesinlikle biliyor ki, Avrupa insanı liberal olmak zorundadır. Olması gerekenin hangi özgürlük biçimi olduğunu tartışmaya girmeyelim. En tepkici Avrupalı bile vicdanının derininde biliyor ki, Avrupa’nın son yüzyılda liberalizm adı altında gerçekleştirmeye çabaladığı şey, son elde Batılı insanın ister istemez bugün artık olduğu kaçınılmaz, engellenmesi olanaksız bir şeydir.

Avrupa’nın yazgısında var olan o vazgeçilmez siyasal özgürlük buyruğunu hayata geçirmek için şimdiye değin başvurulmuş olan tüm somut yöntemlerin sahte ve zararlı oldukları dört dörtlük, karşı konulmaz gerçeklerle kanıtlansa bile, son bir kesinlik var ki ayakta kalacaktır: O buyruk geçen yüzyılda özünde haklıydı. Bizi ya da kendi kendilerini aksine inandırmak için ne hareket yaparlarsa yapsınlar, o son kesinlik komünist Avrupalıda da, faşist Avrupalıda da aynı biçimde etkilidir; Syllabus’a52 daha fazla sadık olan Katolikte de –istese de istemese de– öyledir. Herkes “bilmekte” ki, liberalizmin dışavurumlarıyla savaşırken başvurulan haklı eleştirilerin ötesinde, onun kaçınılmaz gerçekliği vardır; hem o öyle bir gerçekliktir ki, kuramsal, bilimsel, zihinsel değil, tüm bunlardan kökten değişik ve daha kesin bir türdendir – yani bir yazgının gerçekliğidir. Kuramsal gerçekler yalnızca tartışmaya açık olmakla kalmazlar, tüm anlamları ve güçleri tartışılır olmalarındadır; tartışmadan doğarlar, tartışıldıkları sürece hayatta kalırlar, salt tartışma için yapılmışlardır. Oysa yazgı –yaşamsal bakımdan olması ve olmaması gereken şey– tartışılmaz, ancak kabul edilir ya da edilmez. Eğer kabul edersek sahiciyizdir; kabul etmeyecek olursak, kendi kendimizin reddi, yalanlanmasıyız demektir.53 Yazgı canımızın yapmayı istediği şey değildir; açık, kesin profilini daha çok canımızın istemediği şeyi yapma zorunluluğumuzun bilincinde gösterir, o bilinçten tanınır.

Gelelim “kendinden hoşnut küçükbey”e: Özelliği bazı şeylerin olamayacağını “bilmesi” ve buna karşın, o nedenle, davranış ve sözleriyle onun tersine inanırmış gibi yapmasıdır. Faşist siyasal özgürlüğe karşı çıkacaktır, çünkü onun eninde sonunda eksik kalmayacağını, kaçınılmaz bir biçimde oracıkta, doğrudan doğruya Avrupa yaşamının özünde var olduğunu, sahiden gerektiği her seferinde, işler ciddileştiğinde yeniden oraya döneceğini bilmektedir. Çünkü kitle insanının varoluşunun ekseni budur: Samimiyetsizlik, “şaka”. Yaptığı şeyler geri dönülmez nitelikli değildir, bir “baba evladı”nın afacanlıkları misalidir. O her düzlemdeki trajik, kesin tavırlar koyma telaşı görünüşten ibarettir. Trajedicilik oyunu oynarlar, çünkü uygarlaşmış dünyada sahici trajedinin gerçekleşeceğine inanmazlar.
Bir kimsenin bize göstermek istediği yüzünü onun asıl varlığı olarak kabullenmeye zorlansak işimiz tamamdır. Biri iki kere ikinin beş ettiğine inandığını söylemekte ısrar ediyorsa ve onu deli yerine koymak için bir neden yoksa, dilediği kadar bağırıp çağırsın, iddiasını canı pahasına savunsun, söylediğine kendinin de inanmadığına emin olabiliriz.

Avrupa denen ufak toprak parçasının üstünde dört başı mamur, genel bir maskaralık kasırgası esmekte. Alınan ve sergilenen tavırların neredeyse tamamı baştan sona sahte. Gösterilen tek çaba, kendi yazgısından kaçma, onun su götürmez gerçeği ve derin çağrısı karşısında duyarsızlaşmak, her bireyin olması gerektiği şeyle yüzleşmekten sıvışması yolunda. Güldürü havasında geçiyor ömürler, hem de takılan maske ne denli trajiğimsiyse o oranda güldürü. Kişinin olanca varlığıyla, çekincesizce kendini ortaya koymadığı, yanar-döner tavırlarla yaşanılan her yerde güldürü vardır. Kitle insanı ayağını kendi yazgısının kaya gibi kesinliğine basmıyor, onun yerine sanki boşlukta asılı kalmışçasına, bitkisel bir yaşam sürüyor. Bu yüzden bu ağırlıksız, köksüz –yazgısından koparılmış– yaşantılar, hiçbir zaman olmadığı gibi, en hafif akıntılara kapılıp sürükleniyorlar. “Akıntılar” ve “sürüklenmeler” çağı bu. Hemen hiç kimse, sanatta olsun, düşüncelerde olsun, politikada olsun, toplumsal göreneklerde olsun ortaya çıkıveren yüzeysel burgaçlara direnmiyor. Aynı nedenle, kof söz sanatı her zamankinden daha büyük bir zafere ulaşıyor. Başkalarının “yaseminler, kuğular, su perileri” diye yazdığı yerde (burada tekrarlamanın uygunsuz kaçacağı türden) herhangi bir laf yazdığında, tüm edebiyat tarihini aştığını sanıyor. Ama elbette ki bunu yapmakla, o güne değin ayakyolundan dışarı adım atmamış bir başka söz sanatını gün ışığına çıkarmaktan öteye gitmiş olmuyor.
Günümüzün durumunu açıklığa kavuşturmak amacıyla, görünümünün özelliğinin ötesinde, geçmişteki başka durumlarla olan benzerlik payına dikkati çekelim. Akdeniz uygarlığı en üst düzeyine erişir erişmez –İsa’dan önce III. yüzyılda–, kinizm felsefesinin ortaya çıkması bu bağlamdadır. Diogenes, çamura bulanmış sandaletleriyle Aristippos’un halılarının üstünde yürür. Kinik her köşede, her düzeyde kaynaşan bir tip olup çıkmıştır. Peki kiniğin yaptığı neydi? O uygarlığı baltalamaktan başka bir şey değildi. Helenizmin nihilistiydi o. Hiçbir zaman hiçbir şeye inanmamış, hiçbir şey yapmamıştır. Oynadığı rol var olanı bozmaktır – daha doğrusu, bozmaya çalışmaktır, çünkü sonuçta o amacına da ulamış değildir. Uygarlığın asalağı olan kinik, onu inkâr etmekle geçinir, çevresinden eksilmeyeceğinden emindir de ondan. Eğer herkesin doğallıkla ve ciddiyetle onun gibi, onun kendi kişisel rolü olarak benimseyip maskaralık olsun diye davrandığı gibi davrandığı bir yabanıl ülkeye düşse, ne yapardı acaba? Özgürlüğü karalamadıkça bir faşist, sanatı inkâr etmedikçe bir süperrealist, nedir ki?
Fazlasıyla iyi düzenlenmiş, tehlikelerini değil de yararlarını algıladığı bir dünyada doğmuş olan bu insan tipi de başka biçimde davranamazdı. Çevresi onu şımartıyor, çünkü uygarlıktır o çevre –bir yuva yani– ve “baba evladı” kendisini kaprisli tutumundan çekip çıkaracak, kendinden üstün birtakım mercilere kulak vermeye özendirecek hiçbir şey hissetmiyor; hele onu kendi yazgısının kaçınılmaz dibine ayağını değdirmeye zorlayacak bir şeyleri hiç mi hiç hissetmiyor.

48 Maddi olanakların artması, hatta bolluğu fazlalıkla karıştırılmasın. XIX. yüzyılda yaşama birçok kolaylıklar sağlanmıştı, o da yaşama az önce sözünü ettiğim mucizevi –nicel ve nitel– genişlemeyi getirdi. Ama öyle bir an geldi ki, uygar dünya vasat insanın yetisine kıyasla, bolluğu başından aşan bir görünüm aldı, aşırı, gereksiz zenginleşti. Bir tek örnek vereyim: İlerlemenin (=yaşamsal nimetlerin giderek artmasının) sağlar gibi göründüğü güvence vasat insanın maneviyatını bozdu, ona öylesine bir kendine güven verdi ki, bu kadarı artık sahte, boğucu, kötü oluyor.

49 Bu noktada, başka konularda da olduğu gibi, İngiliz aristokrasisi kuraldışı bir durum sergiler. Ancak, hayran olunacak bir olgu olmakla birlikte, İngiliz tarihinin genel çizgilerine şöyle bir bakarsak, bu kuraldışılığın o niteliğiyle kuralı doğruladığını görürüz. Söylenilenin tersine, İngiliz soylu sınıfı Avrupa’nın en az “zenginlik içinde yüzen” aristokrasisi olmuş ve bütün diğerlerinden daha fazla, sürekli tehlike altında ömür sürmüştür. Öyle, hep tehlikede yaşadığından ötürü, kendini saydırmayı her zaman bilmiş, başarmıştır – ki bu da dur durak bilmeden savunmada kalmış olmayı gerektirir. Burada unutulan çok önemli veri, İngiltere’nin, XVIII. yüzyıl epeyce ilerleyene değin, Batının en yoksul ülkesi olmuş olmasıdır. Soylu sınıfı kendisini işte öyle kurtarmıştır. Zenginliği başından aşmadığından ötürü de –kıtada soylulara uygun sayılmayan– ticaret ve endüstriyle uğraşmıştır; demek oluyor ki, ekonomik bakımdan yaratıcı biçimde yaşayıp, kendi ayrıcalıklarına sığınmama yolunu pek erkenden tutmuştur.

50 Bkz. Olbricht: Klima und Entwicklung, 1923.

51 Her ev toplum karşısında neyse, daha geniş ölçüde bir ulus da diğer uluslar karşısında odur. İlerde göreceğimiz gibi, bugün yürürlükte olan “küçükbeyliğin” en açıkça görülen, aynı zamanda en geniş çaplı dışavurumlarından biri, bazı ulusların uluslararası topluluk ortamında “keyiflerinin istediğini yapmaya” karar verişleridir. Buna safça “ulusalcılık” adını veriyorlar. Uluslararası topluluğa körü körüne boyun eğmeye karşıt olduğum halde, öte yandan daha küçük ulusların bu gelip geçici “küçükbeyliği”ni kaba saba, gülünç buluyorum.

52 Copernicus’un izinde güneşin sahiden ufukta batmadığına inanan kişi, onu batarmış gibi görmeye devam edecektir, görmek birincil bir kanı içerdiğinden ötürü de, inanmaya devam edecektir. Ancak bilimsel inancı birincil ya da kendiliğinden ileri gelen inancının etkilerini sürekli olarak engeller. Katolik de öyle, dogmatik inancıyla, kendi içindeki sahici liberal inancı reddeder. Katoliğin durumuna değinmem burada yalnızca şimdi öne sürdüğüm fikri açıklamak içindir; yoksa çağımızın kitle insanına, “kendinden hoşnut küçükbey”e yönelttiğim kökten eleştiri onunla ilgili değildir. İkisi ancak bir noktada birleşirler. “Kendinden hoşnut küçükbey”in yüzüne vurduğum şey varlığının neredeyse tamamındaki sahteliktir. Katolik de varlığının bazı noktalarında sahteliğe sapar. Ancak bu kısmi rastlaşma yalnızca görünürde kalır. Katolik varlığının bir kısmında sahtedir –varlığı o istese de, istemese de, modern insanındır–, çünkü varlığındaki öbür gerçekliğe, yani dinsel inancına sadık olmak ister. Bu demektir ki, Katoliğin yazgısı başlı başına trajiktir. Ve o sahtelik parçasını kabul etmekle görevini yerine getirmiş olur. Oysa “kendinden hoşnut küçükbey” salt hafiflikten ötürü, doğrudan doğruya her türlü trajediden sıvışmak amacıyla kendi kendisinden ve her şeyden kaçar.

53 Olması gereken şeyi reddeden kişiye kalan yaşam biçimi olsa olsa alçalma, yozlaşma olur. Kendi sahici varlığı o yüzden ölmez, suçlayıcı bir gölgeye, bir hayalete dönüşür, ona sürekli olarak sürmekte olduğu yaşamın sürmesi gereken yaşama kıyasla daha alt düzeyde olduğunu duyurur. Alçaklaşan kişi, intihar ettikten sonra hayatta kalmış biridir.

José Ortega y Gasset

KİTLELERİN AYAKLANMASI
özgün adı: LA REBELIÓN DE LAS MASAS
ispanyolca aslından çeviren: NEYYİRE GÜL IŞIK
İşbankası Yayınları

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir