Kiraz Küpeler – Mustafa Balel

“Kiraz Küpeler”, öyküleriyle olduğu kadar çevirileriyle de bilinen Mustafa Balel?in sekiz öyküsünü bir araya getiriyor. Bu öykülerin ortak özelliği, acımasız bir hızla akıp giden dünyada, insani sıcaklığın, samimiyetin izini sürüyor olmalarıdır diyebiliriz. Öykülerde, açlık, yoksulluk ve çaresizliğin yanı sıra, varlığı unutulmanın eşiğine gelmiş dostluklar, hayatı anlamlı kılan kuşatıcı sevgiler hikâye ediliyor. Balel, kitaba adını veren öyküsünde de, çocuk yapmak için çabalamış ve uzun bir uğraştan sonra ilk ve son çocuklarına kavuşabilmiş Yemlihan ve Kıymet çiftinin yaşadıklarını anlatıyor. Aile, çocuklarını sevgiyle büyütmeye çalışırken, acımasız yoksullukla da savaşmak zorundadır.

( * ) İlk hikâye kitabı ?Kurtboğan?da hep destansı Anadolu konularını işleyen yazar, bu kez büyük kentin ağır, tedirgin yaşamını kalemine dolamış.

Mustafa Balel?in öyküleri her yanıyla yaşanmış, duygulu yanları da hiç unutulmamış şeylerdir.”
( ** ) “Hani şu sıcaktan kavrulan ortalığın kaşla göz arasında boşanıveren bir yağmurla, yerini yeni baştan kışın serinliğini kemiklerinizde duyduğunuz iç karartıcı havalara bıraktığı gelgit akıllı ilkyaz günlerinden biri geride kalmıştı. Bir gün önceki yağmur ve iliklere işleyen soğuk yerini beyin kaynatan sıcaklara bırakmış, ne kadar canlı varsa kırlara, sahillere koşturmuştu.
Sütlüce?deki mısırözü yağı fabrikasının yemekhanesi bile bundan nasibini almıştı. Başka zaman bu saatlerde ana-baba günü olan yemekhane o gün adeta boştu. Ne çatal kaşık gürültüsü, ne ağız şapırtısı ne de yaygaralarıyla ortalığı birbirine katan el radyoları… Yemeğini yiyen doğru bahçeye… Bu güzel havanın tadını çıkarmaya, sırtını kızdırmaya bakıyordu herkes. Koca yemekhanede saysan on-on beş kişi ancak kalmıştı. Onun da çoğunluğunu Yemlihan ve arkadaşları oluşturuyordu. Bu turfanda zamanında işverenin biber dolması ve kiraz vermesi doğal olarak yadırganmıştı. Birtakım fikirler beyan edilirken söz sözü açmış, ufak bir şey bir anda ciddi bir tartışmaya dönüşmüştü. O yüzden de yemeklerini bir türlü bitirememişlerdi.

Bahçe kapısından değil de personel müdürünün bulunduğu koridora açılan kapıdan girdin mi soldaki masalardan hemen pencere önüne gelen masaydı Yemlihan?ınki. Zaralı, Cimşit, Ökkeş, Maciroğlu… kısacası Aydın dışında tekmil masa oradaydı. Herkes, biraz önce lafa dalıp kaybettikleri zamanı yakalamak istercesine bir an önce işlerini bitirip işbaşı borusuna kadar hiç olmazsa çimenlerin üzerine uzanıp sigaralarını orada tellendirmek için yemeklerini arkalarından atlı kovalıyormuşçasına hızlı yerken, Yemlihan?da hiç de öyle bir telaş görünmüyordu. Tersine ötekilerin bir an önce işini bitirmesi için ağırdan alıyordu. Onlar çıkınca tabakta kalan kirazları bir kağıda sarıp dolaba kaldırmayı koymuştu kafasına… Akşam, giderken götürür, çocuğun önüne koyardı…

Aslında ağırdan almasının, isteksiz davranmasının tek nedeni bu değildi tabii. Daha, masaya oturmadan, tabaktaki diri diri, al al kirazları görünce olanca neşesi uçmuştu. Başka zaman aç kurt gibi saldırdığı biber dolmasının bile tadını alamaz olmuştu. Ağzındaki lokma öylece kalmıştı. Ne yutabiliyor ne de çıkarmayı akıl ediyordu. Tuhaf bir durgunluk çökmüştü üstüne. Boş bakışlarla kirazları süzüp duruyordu. Her defasında bir ikisinin eksildiğini gördükçe içi burkularak… Sözüm ona anlatıları dinlermiş gibi görünüyordu ama konuşmaların tek kelimesini bile duyduğu yoktu.

Yaz geleli bu ikinci görüşü oluyordu kirazı. Biri bu, biri de hani o malum olay…

Bir ay kadar önceydi. Hiç tadı kalmamıştı zavallı yavrunun. Durup dururken mızmızlanmalar, ağlayıp sızlamalar… Birden bire basan terler… Hele de benzinin solukluğu! Daha başında söylemişti adamlar, ama umut dünyası işte! Adamakıllı ziyan edip bırakacaklarını ne bilsin, bir yararı olur sanmıştı. Ne demişler, öksüz oynaşa çıkınca ay akşamdan doğarmış! Felek nerede yar olmuştu ki orada gülsün yüzüne! Sen tut yıllar yılı düşler kur, hacı hoca kapıları aşındır… Tekkelere adak mumları yak… Bir çocuğun olsun diye çırpın dur, sonrada uğursuzluklar birbirini kovalasın… Daha doğumda başlayan terslikle kadıncağızın rahmi alınsın. Üstelik de gördükleri görecekleri tek çocuk dilsiz çıkmıştı… Hadi dilsizliği neyse, peki şu kalp kapakçıkları mıdır ne, işte o Allah?ın cezalarından birinin açık olmasına ne buyrulur! Her şeyin ondan kaynaklandığını söyorlardı: Benzinin solukluğu, halsizliği, teri…

Manavın tablasındaki kirazları görünce, çocuk birden derdini, acısını unutmuş, bakışları babasının gür bıyıklı kemikli yüzüyle kirazlar arasında mekik dokumaya başlamıştı. Bir yandan da kanı çekilmiş ellerini açıp yumuyor, kıvır kıvır sarı saçlarının gölgelediği kulağına götürüyordu. Yani bir yıl önce bir tanıdığın hasta görmeye gelirken getirdiği kirazlarla yaptığı gibi çatallısından birer çift kiraz seçip kulaklarına taksınlar istiyordu.

Annesi durumu kavramış, ilgisini başka yöne çekmeye çalışıyordu. Başını yana çevirerek karşı kaldırımdaki ayıyı gösteriyordu. Çingenenin tefine ayak uydurarak öteye beriye kıvrılmaya, gerdan kırmaya çalışan, kocakarıların hamamda nasıl bayıldıklarını, Kürt kızlarının yün eğirişlerini, yörük gelinlerinin hamur yoğuruşlarını göstermek için hantal gövdesiyle bezgin hareketlerde bulunan ayıyı… Gelgelelim çocuğun gelip geçenlerin meraklı bakışları ? bir kısmı da burun kıvırıp geçiyordu – arasında kılıktan kılığa giren ayıyı görecek gözü yoktu. Omuz başlarından yaldızlı kordonlar sarkan haki giysisi içinde kurumundan geçilmeyen eli asalı minik generali de… Başının üzerine çadır gibi gerdiği gazetenin resimlerine bakayım derken kaldırımdaki beton direğe çarpan banka odacısının sağ omzuna yapışık başı, çarpık bacakları bile ilgilendirmiyordu onu. Yemlihan?ın, şiş göbeği kendinden önce yürüyen dazlak kafalı, yaşlı bir adamın piposunu tüttürerek zincirinden tutup dolaştırdığı, kafası burnunun ucu ve ayak bilekleri dışında her tarafı kırkılmış, kulakları kırmızı ponponlu köpeği göstermesi de boşunaydı. Hiçbirini tındığı yoktu çocuğun. Öyle ki, yine böyle bir hastane dönüşü gördüğü ve uğrunda bir hayli gözyaşı döktüğü oyuncak panda bile silinmişti gözünden. Varsa yoksa kiraz!… Oyuncak pandaya yaptığı gibi avuçlarını açıp yummakla eline bir şey geçmediğini görünce ağlama faslı başlamıştı yine. Bu inceden inceye ağlamanın bir süre sonra hıçkırığa dönüşeceğini, sonunda da uğunup kalacağını kestiren Yemlihan, edememiş, birkaç dükkân geride kalan manava doğru yönelmişti:

?Şuradan yüz gram kiraz tartar mısın??

Hiç oralı değildi manav. Duyup duymadığı bile belli değildi. Bitişikteki apartmanın kapıcısının okuduğu listedeki bitmek tükenmek bilmeyen siparişleri tartıyordu. Bir yandan da topuz yaptığı ak saçlarının üzerine inciler serpiştirilmiş, çıplak kollarının etleri tiril tiril sarkan yetmişlik matmazel ile palabıyık kapıcının kapışmalarına katılmaktan geri kalmıyordu. Her ne kadar kapıcıya kızarmış gibi görünüyorsa da ara sıra sarf ettiği küçük giriş cümleleri ve üstü örtülü anıştırmalarla irice bir patlıcanı bacaklarının arasına kıstırıp tehdit edercesine kızkurusunun üzerine üzerine giden heyula kapıcıyı kışkırtmaktan kendini alamıyordu.

Zebani kılıklı kapıcının uygunsuz davranışları ve manavın kıs kıs gülerek yaptığı anıştırmalar karşısında utançtan başını önüne eğmiş, bir köşede bekliyordu Kıymet. Aslında dükkânın önünden uzaklaşıp bitişikteki pasajın girişine sığınmaya çalışmışsa da bırakmamıştı ki çocuk! Dükkânın önünden ayrılır ayrılmaz makaraları koyuvermiş, kadıncağızı ister istemez oraya çivilemişti. Yoksa kapıcının yakası açılmadık lafları erkek haliyle Yemlihan?ı bile rahatsız ediyordu.

Kaç kez hatırlatmaya çalışmışsa da her defasında sözü ya şakaya getirip kadının ellenmedik yerini bırakmayan kapıcının gümbürtülü kahkahaları ya da kızıyormuş gibi göründüğü halde gerçekte hınzırca bir zevk aldığı her halinden belli olan tiridi çıkmış kızkurusunun histerik çığlıkları arasında kaynayıp gidiyordu. Kaldı ki onun üstüne iki müşteri daha savmıştı. Adama baksana, başkalarının verdiği para, onunki tenekeydi sanki! Hiç tındığı yoktu. Elalemin bamyasını, Brüksel lahanasını, kuşkonmazını veriyor, onun kirazına gelince iplemiyordu bile. Bekle babam, bekle! Neredeyse on on beş dakikadır dükkânın önünde ağaç olmuşlardı. Şeytan diyordu ki, sarıl gırtlağına, öbür kolunu da sen kır kâfirin!… Hepten budayıp bırak deyyusu!… Elalemin Ermeni?sine, Yahudi?sine, Rum?una gelince damakları şaklayan, önlerinde ezim ezim ezilen mendebur suratlı onun yüz gram kirazına gelince kılını bile kıpırdatmıyordu… Ne yapsaydı ki?… Hazır, çocuğun ağlaması kesilmişken, ne Şam?ın şekeri ne Arap?ın yüzü deyip çekip gitse mi, yoksa gidip ümüğüne mi binseydi dürzünün?…

?İşi olmayan çekilsin beyler! Tablaların önünü kapatmayalım!…?

Elinde olmadan bir adım gerileyerek şöyle bir sağına soluna bakındı Yemlihan. Tablaların önünde kucağında çocukla bekleyen Kıymet ile kendisinden başka kimse yoktu. O halde, dese dese onlara diyordu… Şöyle bir doğruldu, ufak yolu silkinip cebinden çıkardığı elini yumruk yaptı, yürüyordu ki Kıymet ceketini ucundan yakaladı:

?Uyma Allah?ın çolağına! Ürüsün dursun!…?

Haklıydı kadın. İte taş atıp bacağına bulaştırmanın gereği yoktu. Üstelik de bir sıkımlık canı vardı, bir şey falan olursa, essahtan adam sayılırdı başına.

?Şuradan yüz gram kirazımızı ver de yolumuza gidelim. Yarım saattir belliyoruz…?

Adam, kılları alnının oralarına doğru uzanan gür kaşlarının altından kızarık gözlerini büzüştürerek portakal rengi oturağın üzerine çöküp omzuna atılı bez parçasıyla domateslerin tozunu alırken:

?Efendim, anlamadım! diye atıldı. Ne diyorsun sen hemşerim, altın mı alıyorsun? Şuradan yüz gram kirazımızı ver de gidelim?miş…?

Adamın bu haksız dikleşmesi Yemlihan?ı çileden çıkarmıştı. Çolak dürzü, hem kel hem foduldu. Yaptığı terbiyesizlik yetmiyormuş gibi bir de adamı hakir görmeye kalkışıyordu. Altın mı, elmas mı tarttırıyor gösterirdi ama, yesin içsin de dua etsin ki sakattı kâfir!

?De hadi adam, gidelim!? diye çıkıştı Kıymet. ?İtle köpekle uğraşacağına çekip gidelim hadi. Canına can katacak değil a…?

Başını sağa sola sallayarak söylenmeye başlayan Yemlihan karısının bu uyarısı üzerine dükkânın önünden ayrılmaya niyetlendiyse de çocuğun hüzünlü yüzünü görünce dayanamadı:

?Ver hadi, iki yüz elli gram olsun bari…?

Manav gözden çektiği küçük bir kesekâğıdına bir avuç kiraz koyup terazinin gözüne bıraktı; ibrenin hızla fırladığını görünce birazını geri alıp torbayı uzattı. Ağzının içinde bir şeyler geveleyerek, kaş göz hareketleriyle sinirini belli ederek Yemlihan?ın yırtıklarını gizlemeye çalışarak uzattığı beşliği önlüğünün cebine atıp ilgisiz tavırla on beş lira daha istedi ve büyücek bir torba alıp yeni gelen bir müşterinin istediği iki kilo kirazı doldurmaya koyuldu.

?On beş lira daha?yı duyunca Kıymet?in başından aşağı bir kazan kaynar su döküldü adeta. Çocuğun kulağına takacağı kirazı almak üzere kesekağıdına daldırdığı eli, kızgın sobanın içine girmiş gibi oldu birden. On beş lira daha mı? Ceplerindeki paranın tamamını saysan o kadar çıkmazdı. Eczacı yosması para mı bırakmıştı? Ne var ne yok talan etmişti. Allah?ın parmak kadar bir kutu ilacına vicdanı sızlamadan altmış iki lira bilmem ne kadar kuruş almıştı… Şimdi bu da kalkmış bir avuç kiraza yirmi lira istiyordu. İstemesi kolay da, nasıl ödeyeceklerdi ki bu parayı? Hadi on beş lirayı bir araya getirdiler diyelim, dolmuşa ne verecek, eve nasıl döneceklerdi? On beş lira dahaymış!… Kolay kazanılıyor sanıyordu herhalde bu parayı! Bugüne bugün bir işçinin yarı yevmiyesiydi o para. Öyle de güzel söylüyordu ki : On beş lira daha! Sokaktan topluyordu herhalde millet. On beş lira kazanacağım diye Allah?ın dağına kova kova su çektiğinden, kocasından uğrun uğrun milletin bekârlarının donlarını ağartacağım diye anasından emdiğinin burnundan geldiğinden haberi yoktu mendebur çolağın!

Kesekağıdını tezgâhın üzerine bıraktı Kıymet:

?Sağol amca, kalsın. Çok tatlıymış, dokunur çocuğa!…?

?Yapma! Dokunma orama, bozulurum Allah?ıma!…?

?Hıyarağası, sen de kalemi ver öyleyse!…?

Şöyle bir irkildi Yemlihan. Geçmişten sıyrılıp günün dünyasındaki yerini almak istercesine başını sallayarak birkaç kez üst üste gözlerini ovuşturdu. Üzerindeki uyuşukluğu attığında da ilk gördüğü şey Zaralı ile Ökkeş?in neredeyse kavgaya dönüşmek üzere olan el şakaları olmadı tabii. Ne el şakalarını, ne kavgaya dönüşmek üzere olan bu eşek şakalarını önlemeye çalışan Maciroğlu ile Cimşit?in sandalyeleri devirerek oraya buraya koşturduklarını gördü. Maciroğlu?nun Zaralı?nın elini apışarasından çekmeye uğraşırken Cimşit?in Ökkeş?in biraz önce iç cebine yerleştirdiği kalemi çıkarmaya çalıştığını görmedi bile. Çünkü gözleri hâlâ kiraz tabağındaydı onun.

Bir süre sonra kendini toparlayıp da kiraz tabağının içinde birkaç çekirdekle bir avuç çöpten başka bir şey kalmadığını görünce bir anda olanca kanı tepesine fırlayıverdi.

Masaya inen bir yumruk!… Boş bir alüminyum tabağın yuvarlandığı betondaki tıngırtısı? Birbirine değen bardakların şangırtısı…

Onun bu tepkisi üzerine Ökkeş biraz önce el koymaya çalıştığı kalemi vermiş, Zaralı da Ökkeş?in hayalarını sıkmayı bırakmıştı ama kimse Yemlihan?ın masaya yumruğu indirişinin gerçek nedenini anlamamıştı.

Ağı ağır bahçe kapısına doğru yürümeye koyuldular.”

İçindeki Öyküler:
– Kiremit Rengi Vazo
– Boşboğaz
– Bir Buçuğu Biraz Geçe
– Filiz Çayı
– Ekinler Sarardı
– Horozlu Ayna
– Kiraz Küpeler
– Can Eriği

( * ) Hasan İzzettin Dinamo, Edebiyat Cephesi, 1-15 Ağustos 1979
( ** ) www.mustafabalel.com adresinden alıntıdır.

Kitabın Künyesi
Kiraz Küpeler
Mustafa Balel
Kavis Kitap / Öykü Dizisi
Baskı Tarihi: Ağustos 2010
120 sayfa

Tanıtım Yazısı
Edebiyatımızda hem öyküleri hem çevirileriyle önemli bir yeri olan Mustafa Balel?in elinizdeki kitabı bir öyküler toplamı. Kiraz Küpeler, yeni yüzyılın koşmacası ve değerleri arasında unuttuğumuz, gerçekten yaşayan bir zamandan kesitler sunuyor bize. Kitaptaki her öykü, insan sıcaklığının, can cana durmanın, nasıl olursa olsun bir umuda tutunmanın, bazen çaresizliğin, bazen yoksulluğun, ama insanın en gerçek hallerinin resimlerini çiziyor. Mustafa Balel?in öykülerini özleyenlere ve ilk defa tanışacaklara sıcak bir selamla…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir