Kerec Don Juanı – Sadık Hidayet

Nedendir bilmem, bazıları daha ilk karşılaşmada, halk tabiriyle, can ciğer kuzu sarması olurlar. Birbirlerini hiçbir zaman unutmamak için bir kere tanışmaları yeter.

Bunun bir de tersi var. Bazıları da birkaç defa tanıştırılmalarına, yollarının hayatta birçok kez kesişmesine rağmen daima kaçarlar birbirlerinden. Aralarında kaynaşma olmaz. Sokakta rastlaşsalar birbirlerini görmezden gelirler. Ne dostturlar, ne düşman. Şimdi bu özelliğe sempati ve antipati diyorlar. Kişilerdeki manyetik çekimin ve haleti ruhiyenin etkisidir diyorlar. Enkarnasyona inananlar daha da ileri giderek bu kişilerin önceki hayatlarında birbirlerine dost ya da düşman olduklarını, bu yüzden birbirlerine yaklaştıklarını ya da düşman kesildiklerini iddia ediyorlar. Ancak bu varsayımların hiçbiri bu bilmeceyi kolay kolay çözeceğe benzemiyor. Bu ani cazibenin ne ruhsal hasletlerle bir ilgisi var ne cismani meziyetlerle.
Bu ilginç karşılaşmalardan biri de birkaç gece önce benim başıma geldi. Nevruz bayramı gecesiydi. Bu yapmacık ve yorucu ziyaretlerin şerrinden kurtulmak için üç günlük bayramda tenha bir yer bulup kafaını dinlemek istedim. Düşündüm taşındım ve uzun yolculuğu uygun bulmadım. Zaten vakit de yoktu. Bu yüzden Kerec’e gitmeye niyetlendim. İzin aldıktan sonra akşamüstü Kafe Jale’ye gidip oturdum. Bir sigara yaktım ve sütlü kahvemi yavaş yavaş yudumlayarak gelip geçeni izlerken iriyarı bir adamın uzaktan beni fark edip bana doğru geldiğini gördüm. İyice baktım; Gece kuşu Hasan’dı. On yıldır, belki daha fazla zamandır görmüyordum. İşin ilginç olan tarafı, ikimiz de birbirimizi tanıdık. Bazı yüzler pek az değişir, bazıları da çok. Hasan’ın yüzü değişmemişti. Her zamanki gibi temiz yüzlü ve güleçti. Ama bilmem nedendir, hareketleri ve giyimi biraz yapmacık ve anormal geldi bana. Kasılıyor gibiydi.
* Tahran’ın 40 km. batısında Kazvin-Reşt yolu üzerinde bir şehir. Tahran’ın sayfiyesi olarak tanınmıştır. (Ç.N.)
O zamana kadar soyadını bilmezdim. Kendisi söyledi. Okuldayken sadece Hasan Han derlerdi ona. Okulun bahçesinde oynarken Hasan Han sarı benizli, kemikli, giyimine önem vermeyen sallapati bir çocuktu. Yakası hep açık, ayakkabıları tozlu olur ve bu ona kayıtsız bir hava verirdi. Çok çabuk sinirlenirdi yalnız; öfkesi de bir o kadar çabuk geçerdi. Bu yüzden yaramaz çocukların eğlencesi olurdu, sık sık üzerlerdi onu. Nedendir bilmem, “Hamal” adını takmışlardı.
Hep uzak dururdum ondan. Sanki aramızda belli belirsiz bir sorun vardı. Ama şimdi samimi bir hava içinde gelip masama oturdu. O eski ve nedensiz nefret ortadan kalktı; belki de zamanın akışı bu bilinmez zıtlığı kendi kendine kaldırmıştı ortadan. Arada bir fark vardı: Hasan şimdi şişman, neşeli ve kalantor biri olmuştu; hani şu etrafına neşe saçanlardan.
Daha içeri girer girmez garsona içki siparişi verdi. Kadehleri art arda deviriyor ve içkinin tesiriyle geçici bir mutluluğa kavuşuyordu. Fakat şehvet düşkünlüğünden dolayı yaşından fazla gösteriyordu. Dudak kenarlarında beliren çizgilere bakılırsa, besbelli gizli bir umutsuzluğu vardı. Çulunu düzeltmişti ama yine de yapmacık olduğu bas bas bağırıyordu. Bu görünümünden memnun olmasına memnundu ya, çakırkeyif oldukça çocuksu yüzüne ve eski kayıtsız haline dönüyordu.
Her neyse; hiç lafı uzatmadan konuya girdi ve ne zamandır bir kadına âşık olduğunu söyledi. Batı hayranı, zengin ve ünlü bir artistti bu. Sürekli tekrarlıyordu: “Bir yıldır onu uzaktan seviyor ama cesaret edip de aşkımı ilan edemiyordum. Ama geçenlerde tesadüfen karşılaştık.”
“Geçici bir aşk mı bu yoksa evlenmeyi düşünüyor musun?” diye sordum.
“Benimle yaşamak isterse, elbette hemen alının onu. Fakat başka bir mesele var. Onun masrafı çok olur. Her akşam birlikte kafeye giderken avcuma on, on beş tümen sıkıştırıyor. Ama aslanın ağzında da olsa, ben bu parayı kazanırım. Ne yapar eder, masraflarını karşılayacak parayı bulurum. Asıl mesele, eski defterlerin tümünü kapatması şart. Biliyor musun, bizim eve götürüp, annemle tanıştırdım. Annem ‘Gel, bizim evde kal’ dedi. O da ‘Şu dört duvar arasında kendimi hapsedemem. Allah düşmanımın başına bile vermesin’ dedi. Yine de ayda iki yüz elli tümen pansiyon parası, iki yüz elli tümen de otel, dansing parası koyuyor cebime. Yarın akşam gel buraya. Onu da getireceğim. Bir gör bakalım.”
“Yarın akşam Kerec’de olacağım.”
“Sahi mi diyorsun? Nevruz için mi gidiyorsun Kerec’e? Yalnız mısın? Ben de onu alıp geleyim. Doğrusunu istersen ne yapacağımı bilmiyordum. Üstelik masrafı da az olur. Dahası var; yolculukta birbirimizi daha iyi tanırız.”
“Önemli değil ama izin…”
“İzin lazım değil. İzin almadan yüz kere gittim Kerec’e. İzin istemez. Yarın akşam hareket edersin.”
“Sabah dokuzd\Kazvin Kapısı’nda olurum. Oradan yola çıkarız.”
“Ben de gelirim; saat tam dokuzda birlikte gideriz. Öyleyse gidip hanıma söyleyeyim de hazırlansın bari.”
Bana karşı gösterdiği bu samimiyete ve söylediği yalanlara şaşırdım. Nihayet sabah buluşmak üzere ayrıldık
***
Ertesi sabah saat tam dokuzda Hasan sevgilisiyle geldi. Hanımefendi kitaplardaki kızlar kadar güzeldi. Zayıf, kısa boyluydu, kirpikleri siyah ve tırnakları kırmızı ojeliydi. Paris’teki son moda giysilerden bir kıyafet vardı üstünde. Parmağında pırlanta bir yüzük parlıyordu. Akşam davete gidecekmiş gibi makyaj yapmıştı. Eski otomobili görünce korktu; “Galiba bu özel oto. Şimdiye kadar kiralık araba ile yolculuk etmemiştim” dedi. Her neyse, arabaya binip Kerec’e hareket ettik.
Hasan haklıydı. Ondan izin istemediler. Asr-ı Cedid Oteli’nin önünde arabadan indik. Hava serin olduğu için palto aranıyordu. Görünüşe bakılırsa otel, içinde uzun uzun kavak ağaçlarının bulunduğu bakımsız bir bahçe ve bir sundurmaya sıralanmış, hepsi aynı şekilde bir dizi beyaz badanalı odadan ibaretti. Her odada tek kişilik üç yatak, çarşaf, şilte ve rafa konmuş bir ayna vardı. Besbelli odaları gelip geçici yolculara göre düzenlemişlerdi. Çünkü bu odaya tıkılan birini kısa zamanda hafakanlar basar. Sundurmadan bakıldığında karşıda bir dizi mor dağ görünüyordu. Feri kaçmış gözleri ve büzülmüş kanatlarıyla kışın soğuğundan canını kurtaran serçeler, bahar rüzgârından mest olmuş bir halde kavak dallarında gayri ihtiyari uçuşuyor, bu arada çıkardıkları sesler insanı serseme çeviriyordu. Ama bütün bunlar bir araya gelince bir yayla havası veriyordu. Eh, kendine göre bir cazibesi de vardı hani.
Odalarımız belirlenip de arabanın tozunu toprağını üstümüzden atınca sundurmada dolaşmaya, Hasan ile karısını beklemeye başladım. Birden sundurmanın ucundan birinin bana işaret ettiğini fark ettim. Yaklaşınca tanıdım onu. Bu, Pervane Palas Kafesi’nde tanıştığım bir gençti. Kulağı kesikler “Don Juan” adını takmışlardı ona.
Yeniyetme ve havasından geçilmeyen, zıpır genç memurlardandı. Altı yıl öncesinin modasına uygun geniş çarliston pantolon ve gri bir ceket vardı üstünde. Saçları briyantinliydi ve manikürlü parmaklarında kötü bir elmas yüzük parlıyordu. Beni selamladıktan sonra, üç gündür Kerec’de bulunduğunu, akşama Tahran’a dönmeyi düşündüğünü söyledi. Sonra “Bir Ermeni kız için gelmiştim buraya. Bu sabah gitti!” dedi biraz daha yavaşça.
Bu sırada Hasan ile karısı mest olmuş tavuskuşu gibi çıktılar odadan. Don Juan’ı onlarla tanıştırmak zorunda kaldım. Sonra birlikte odaya geçip bir masaya oturduk. Hasan ile karısı görünüşte bu yolculuktan memnun gibiydiler. Karısı Hasan’ın omzuna vurup ”Aslında bizim bir tür sempatimiz var birbirimize karşı. Öyle değil mi? Sahi, size söylemedim, bir erkek kardeşim var; tıpatıp Hasan’ın benzeri. Ama evlenince, gözümden düştü. Nasıl bir bela sardı başına, bilemezsiniz. Sonunda mecburen evimi ayırdım. Samimiyeti ve iyi huyluyu çok severim ben. İyi huyluya canım kurban!”
Kadehlerimizi hanımefendinin sağlığına kaldırdık Don Juan kalkıp odasına gitti; bir gramofon ile birkaç plak getirdi, başladı plak koymaya. Sonra da pat diye hanımefendiyi dansa davet etti; ama bir değil, on değil. Hasan’ın gözlerinde kıskançlık kıvılcımları çaktığını fark ettim. Dişlerini gıcırdatıyor ama belli etmiyordu.
Öğle yemeğinden sonra gidip biraz hava almaya karar verdik. Çâlus Caddesi’nde gezine gezine yürümeye başladık. Yolda Don Juan usulca “Bu gece de kalıyorum” dedi bana. Sonra kırk yıllık ahbabıymış gibi hanımefendiyle sohbete koyuldu. Her şeyi, her yeri biliyordu. Bizim konuşmamıza fırsat vermeden uydurma hikâyeler de anlatıyordu.

Hasan ani bir kararla sanki bir şey söyleyecekmiş gibi karısının yanına gitti. Fakat karısı ona çıkışarak “Kaldır bakayım başını. Elbisenin üstündeki bu leke de ne? ” dedi. Hasan korkarak kenara çekildi. Don Juan paltosunu çıkarıp hanımefendinin omzuna attı. Yaklaştım onlara. Don Juan yolun kenarındaki bulanık çayı ve uzaktan süpürge gibi görünen ağaçları göstererek “İnsanın gelip buralarda yaşaması ne güzel! Şu hava, şu çay, bir ay sonra filizlenecek şu ağaçlar. Mehtaplı gecelerde çay kenarında otururken bir de gramofon olmalı… Ne yazık ki fotoğraf makinemi unuttum!” diyordu.
Yakın yerleşim birimlerinden yeni giysili ve çarıklı köy erkekleri ile rengârenk giysiler içindeki çocuklar gelip gidiyorlardı. Hanımefendi yorulduğunu söyledi. Don Juan çay kenarında bir yer gösterdi. Gidip taşa oturduk. Çayın bulanık suları kabarmış, adeta zincir gibi dalgalanıyor, çamurla birlikte alüvyonu da alıp götürüyordu. Önümüzdeki manzarada toprak sırtlar ve bir dizi donmuş dağ vardı. Hava nispeten ısınmıştı. Don Juan ceketini çıkardı ve orada oturduğumuz sürece sevgilisinden, Keti’nin kokusundan, aşk, namus ve Kafkas dansından söz etti. Hanımefendi de bini bir para etmez bu lafları ağzı açık dinledi. Saçma sapan, ahmakça laflar ediyordu, örneğin: “Bundan daha iyi pantolonum vardı. Geçen hafta arkadaşlardan biriyle gittim, uçağa bindim. İnerken tökezleyip yere düştüm. Diz yerim yırtıldı. O pantolonu lüks bir terziye 25 tümene diktirmiştim. Ayağım yara bere içinde kaldı. Bir faytona binip Maktuval’daki Amerikan hastanesine gittim. Doktor ‘Allah acımış sana. Diz kapağın darbe alsaydı topal kalırdın’ dedi. Üç gün yattım hastanede. Hastaneden evlerin çatıları ne kadar güzel görünüyordu! Bizim evi bile gördüm oradan. Mescid-i Sipehsâlâr’ın kubbesini gördüm. Yukarıdan insanlar karınca gibi görünüyordu. Ama uçak inişe geçtiğinde insanın içi boşalır gibi oluyor!…”
Her neyse, yorgunluğumuz geçtikten sonra: kalkıp Kerec’e döndük. Neşeleri yerinde olan Hasan ile Don Juan Kafkas tarzında ıslık çalıyorlardı. Hanımefendi dans edecek olduysa da ayakkabısının topuğu yerinden oynadı. “Bu ayakkabıyı iki hafta önce Bata’dan aldım” diye tekrar edip duruyordu. Hizmete hazır olan Don Juan irice bir taşla ayakkabının topuğunu düzeltirken hanımefendi de ona tutunmuştu.
O sırada Hasan yanıma geldi ve kafede söylediklerinin tersini söyledi bu kez: “Bundan hayır yok bana. Terk etsem iyi olacak. Onunla baş edemem ben. Evde oturmaz bu. Özgür olmasını da istiyorum hani, çok özgür.”
Gurup vakti otele döndüğümüzde masa birkaç içki şişesi, gramofon ve ıvır zıvır şeyle doluydu.
Don Juan gramofonu kurup hanımefendiyle habire dans etti. Hasan bu hale sinir oluyor ve öfkesini yansıtan iğneli sözler ediyordu. “Arkadaş, doğru söyle, sevgilime âşık mı oldun yoksa? Söyle söyle, boşayalım istersen.”
Don Juan keman ağırlıklı romantik bir parça koydu gramofona. Sonra gelip yatağına oturarak “Ne diyorsun sen! Benim bir göz ağrım var zaten. Ne sanıyorsun sen!” dedi ve iç cebinden mahzun bir kız resmi çıkardı. Resmi öpüp yüzüne gözüne sürüyor ve gözleri dolu dolu oluyordu. Dokunsan ağlayacaktı sanki.
Bu hali görünce hanımefendinin merhamet duyguları kabardı, kalktı, Don Juan’ın yanına oturdu. Hasan, Don Juan’ın karısıyla dans etmesine engel olmak için garsondan bir deste iskambil kâğıdı istedi. Don Juan’ı blot oynamaya davet etti. İkisi blot oynamaya başladı. Ama henüz kurdunu dökerneyen ve keyfi yerinde olan hanımefendi, Hasan’a nispet yapıyormuşçasına gidip bir plak koydu ve beni dansa kaldırdı. Dans ederken hanımefendinin elimi sıktığını, bana ilgi duyduğunu hissettim; iki üç kez de yanağını yüzüme dayadı.
Hasan fırsatı ganimet bilmiş, oyunla tüm hıncını alıyordu Don Juan’dan. Mızıkçılık ediyor, bağırıp çağırıyor, sinirleniyordu. Dans bitince hanımefendi gidip Hasan’a adamakıllı bir tokat attı. “Defol hadi! Bu ne kılık böyle? Midem kalktı. Git hadi; hamaldan farkın yok be!”
Hasan gözleri fal taşı gibi açılmış ona bakıyordu. Sinirinden boğazı düğümlenmişti. Kravatını düzeltmek için elini gayri ihtiyari kaldırdı ama yakası açıktı. Don Juan oyunu bıraktı ve tekrar hanımefendi ile dansa başladı. Ben göz ucuyla Hasan’ı süzüyordurn. Kalkıp çıktı dışarı. Don Juan da bir tango koydu gramofona.
Bir süre sonra Hasan odaya girdi, şöyle bir göz gezdirdikten sonra elimden tutup dışarı çekti beni. Elinin titrediğini hissettim. Sundurmadaki gaz lambasının altında şakak damarlarının kabardığı görülüyordu.. Gözleri açık, alt dudağı sarkıktı. Okul dönemindeki kayıtsız ve kılıksız halini almıştı yine. Elimi tutarken kesik kesik konuştu:
“Dün akşam benimle konuştuğunda sandım ki sadece sen varsın. Onu tanıştırmakla hata ettin. Haydi sen daha önce görüp tanıştın diyelim ama şuna bak, benim iznim olmadan karımla dans ediyor. Medeniyete sığar mı bu? Anlat ona. Şımarık çocuklar gibi davranıyor. Beş para etmez yüzüğünü neredeyse karımın gözüne sokup ‘Sevgilim için hemen hemen on bin tümen harcadım’ diyor. Aşık oluyor, gramofonun yanında ağlıyor. Dans edeceği zaman neden izin almıyor benden canım? Bunların hepsini anlıyorum ben, ondan daha zekiyim. Çok gördüm bu aşk ayaklarını. Bak, sen tanıştırdın onu bana. Biliyorsun işte, bu kadın çok serbest. Onunla fazla yaşayamayacağımı biliyordum zaten. Şimdiden tezi yok gidiyorum. Daha fazla kalamam burada.”
“Fazla büyütme be kardeşim. Git, yüzünü gözünü yıka; bırak inadı. İçki içtin, saçmalıyorsun şimdi. Yılın ilk gecesi bu; uğursuzluk etme.”
Ama cevabım kötü tesir etti. Deliye dönen Hasan hızla odaya dalıp karısının çantasından para aldı. Garsona bir araba çağırmasını söyledi. Hemen şehre inmeyi düşünüyordu çünkü. Tesadüfen otelin bahçesinde bir otomobil duruyordu. Çılgınca bakındı etrafına, sonra gidip uyuyan şoförü uyandırdı. “Hemen şehre gitmeliyim; ne istersen veririm. Çabuk, çabuk!”
Hasan paltosunun yakasını kaldırıp gitti, arabaya oturdu.
Şoför gözlerini ovuştura ovuştura arabaya giderken “Zırvalıyor işte. İçkiyi fazla kaçırdı. Sen git uyumana bak” dedim.
Şoför dünden razıydı; tekrar uyumaya gitti. O sırada Hasan’ın karısı, suratı beş karış, otomobilin yanına geldi. Verip veriştirmeye başladı Hasan’a:
“Allah belanı versin! Sen insan değilsin! Teneşire gelesi! (Bana dönerek) Başından beri acıyordum buna; aşk falan değildi. Bu kardeşimin karısı gibi bir kadına yaraşır. (Tekrar Hasan’a dönerek) Kalk, kalk hadi; gir içeri. Lafım bitmedi daha. Beni dağ başında bırakıp gidecek misin yoksa? Allah belanı versin!”
Hasan perişan bir halde kalkıp odaya gitti, yatağa attı kendini. Elleriyle yüzünü kapatmış hıçkıra hıçkıra ağlarken “Hayır, hayır, hayatım boşuna geçti… Ben şehre gidiyorum… Hayatım bitti artık… Delirttin beni… Gideceğim; yetti artık!.. Hayatımın benim değil, senin olduğunu sanırdım… Hayır… yolda ineceğim, atacağım uçurumdan kendimi… yetti artık!” diyordu.
Hasan ikinci sınıf aşk romanlarındaki sıradan cümleleri tekrarlamakla kalmıyor, oynuyordu da. Benden çekinen, bana karşı hep deneyimli ve tok biri olarak görünmeye çalışan bu salak herif birden kontrolünü yitirdi. Sevgilisinden aşk ve acınma dilenen zavallı, düşkün bir mahluk haline dönüştü. Yatağın üstüne dağ gibi devrilen bu buruşuk, işkence edilmiş et yığını acı çekiyordu! Bir nevi bencillik acısıydı bu; aynı zamanda gülünç yanı da vardı. Oysa karısı üstünlüğünden emindi ve zaferini yüksek sesle ilan ediyordu. Elini beline dayamış “Defol hadi, salak! Bu kadar salak olduğunu bilmezdim! (Bana dönerek) Bakın şuna bir, hamaldan farkı yok! Benim ısrarımla biraz kendine çekidüzen vermişti. Bakın şunun kılığına, ne hale geldi! Bu kadar salak olduğunu bilmiyordum. Yoksa gelmezdim asla; yazık, yazık! İnsanın huyu yolculukta belli oluyor. Bakın, nasıl da atmış kendini yatağa! Bu onun doğal hali. Ne yapılsa, ne edilse, yine hamal kılıklı olacak. Nasıl da hata etmişim! İyi oldu, iyi oldu, kısa zamanda ne mal olduğunu anladım. Artık bununla yaşayamam ben!” diye hakaret yağdırıyordu.
“Allah belanı versin!” dercesine elini salladı. Hasan hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Baktım iş iyice sarpa sarıyor, odadan çıkıp baş başa bıraktım onları. Don Juan’ın odasına gittim. Her yer her yerdeydi. Gramofonun iğnesi plağın sonuna gelmiş, tık tık sesler çıkarıyordu.
Don Juan’ın beti benzi atmış, fitil gibi sarhoş bir halde atmıştı kendini yatağa. Sarstım onu. “N’oldu? Kavga mı etmişler? Benim kabahatim yok. Kendisi ilgi gösterdi bana. ‘Seni seviyorum’ dedi. Hayır, hayır, ‘Sana sempatim var’ dedi. Şu Hasan’ın da hamaldan farkı yok ha… Dans ederken elimi sıkıp tekrar tekrar öptü beni. Onun için hiçbir şey düşünmüyordum. Sevgilimin bir tel saçını böyle bin kadına değişmem ben. Gördün mü bilmem, blot oynamadan önce dışarı çıktım… Yüzümden karısının ruj izini silmek için.”
“Hayır, bu kadar basit değil; ben de görüyordum.”
“Bu kadın sağlam ayakkabı değil. Bunun hikâyesi de bütün iffetli kadınların hikâyesine benzer. İlkin muradına erememiş bir melek, günahsız bir kuş, namus ve ismet abidesidirler. Sonra hcımasız bir delikanlı çıkar ortaya. Kandırır bunları. Bilmiyorum, neden bunca kız taş yürekli delikanlılara kanarlar? Bu hal öbür kızlara da ibret olmaz. Ama bu kadın yok mu, böyle yetmiş cani delikanlıyı suya götürür de, susuz getirir… “
Don Juan’ın kadın hakkındaki yargıları son derece umursamaz ve doğaldı. Anladım ki ipe sapa gelmez lafları, bıçkın tavırları, şımarıkça yalanları, yersiz dalkavuklukları, zıpırlıkları ve gösteriş düşkünlüğü tümüyle onun iradesinin dışındaydı ve çevresiyle yaşam tarzından kaynaklanıyordu. Kendisi bilmese bile o gerçekten de içindeki muhitin Don Juan’ıydı.
***
Sabah odamın kapısı çalındı. Açtım kapıyı, Hasan’ın karısı elinde valiz, içeri girdi.
“Şimdi ben Kazvin’e,* kız kardeşimin yanına gidiyorum. Hasan’ın gece vakti nereye gittiğini biliyor musunuz? Size veda etmeye geldim.”
“Çok üzgünüm! Ama beklerseniz birlikte Hasan’ı bulmaya çıkarız.”

“Asla; Hasan’ın yüzünü görmek istemiyorum artık. Teneşire gelesi! Kız kardeşimin yanına gidiyorum… Beni kandırıp getirdi buraya; sonra da geceleyin bırakıp kaçıyor!”
Cevabımı bile beklemeden dışarı çıktı.
Beş dakika sonra, içinde sanırım sadece gramofon bulunan bir valizle Don Juan geldi odama vedalaşmak için. “Peki sen nereye gidiyorsun?” dedim.
“İşim var. Şehre gitmeliyim. Dün akşam kalmam gereksizdi.”
O da vedalaşıp gitti. Ben sap gibi tek başıma kalakaldım. Ancak gitmek için o kadar da acelem yoktu. Mahmur gözlü serçeler uyanmış, gürültülerinden geçilmiyordu. Galiba bahar rüzgârı mest etmişti onları. Dün gece olup biten garip olayları düşünmeye başladım. Bu olaylar da baharın mest eden rüzgârıyla bağlantılıydı. Arkadaşlarımın mest serçelerden bir farkı yoktu.
Kahvaltıdan sonra dolaşmak için otelden ayrıldım. Baktım, bizi Kerec’e getiren otomobilden de döküntü bir araba, gürültüler çıkararak otelin önünden geçiyor. Birden gözüm yolculara ilişti. Arka camdan Don Juan ile Hasan’ın karısını gördüm. Yan yana oturup sohbeti koyulaştırmışlardı. Otomobil Kazvin istikametine gidiyordu.

* İran’ın kuzeyinde, Elburz Dağları’nın güney eteğinde yer alan bir şehir. (Ç.N.)

Sadık Hidayet
Aylak Köpek adlı kitaptan
Farsça aslından çeviren: Mehmet Kanar
YKY

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir