ucucu-kulCharles Chaplin’in o ünlü filmlerinden New York’ta Bir Kral’ı izleyenler bilirler. Fimde şaşkın kralımız estetik ameliyattan çıkmıştır, yeni görüntüsünü incelemeye koyulur. Kısa bir duraksamadan sonra korkuyla irkilir. Yüzünde kendinden hiçbir iz bulamamıştır. Yana yakıla geçmişte kalan görüntüsünü arayıp durur.

Monika Maron’un Uçucu Kül’ünün kahramanı Josefa’nın kayıpları da Chaplin’inkiler gibi varoluşuyla ilgili. 1970’li yılların ortalarında eski Doğu Almanya’da geçen romanda, otuzlu yaşlarının başındaki Josefa, pişmanlık duymadan geçirebileceği bir yaşamı inşa edememekten korkmaktadır. Onu bu duyguya götüren deneyimlediği basit bir şeydir: Josefa gazetecidir ve zaman zaman röportajlar yapması için şehir dışına gönderilir. Günün birinde B. şehrinde görevlendirilir. Orada birkaç gün kalıp termik santralde çalışan işçilerle konuşacaktır. Şehre adımını atar atmaz boğulacak gibi olur. Hava zehir ve kasvet yüklüdür, santral 1890’lardan kalmadır, işçilerin çalışma koşulları berbattır. Berlin’e geri dönüp daktilosunun tıkırtılarıyla baş başa kaldığında, gördüklerinin ağırlığını eksilterek tartıya yerleştireceği bir yazının, kendi yaşamını sonsuza kadar yanılsamalara götüreceğini anlar. Bu hiç istemediği benliğin yitip gitme halini, işyerindeki meslektaşlarında daha önce gözlemiştir. Ve Josefa gerçeği gizlemeden haberleştirebilmenin peşine düşer. Josefa’nın termik santralle ilgili yazısının akibeti yaşamının yönünü belirleyecektir. Göze almakta zorlanacağı kayıplarıyla birlikte.

Uçucu Kül, gün ışığında yanan büyükçe bir mumun turuncu alevine benziyor. Roman boyunca sık sık Josefa’nın iç sesiyle baş başa kalıyoruz. Didikleyici bu içses öylesine tanıdık ki insan geçmişin yazın ustalarına selam göndermeden edemiyor. Siyah beyaz çağların yazarı Maron ve bize bir başka zamanda yine siyah beyaz Lizbon’u anlatan Tabucchi’yi, onun Pereira’sini yankılıyor. Ellili yaşlarındaki Pereira, 1930’lu yılların Lizbon’unda, bir gazetenin kültür sayfasını çıkarmakla meşguldü. Bunu yaparken, kendi döneminin sansürünü aşamayan yazarlara sayfalarında yer veremiyor; önceki yüzyılların romantik yazar ve şairlerinin eserlerinden kimi pasajları, Fransızcadan Portekizce’ye çevirip yayınlayarak geçiriyordu mesleki yaşamını. Bir yandan da, edebiyatın dünyadaki en önemli şey olduğuna inanıyordu Pereira. Fakat gölgelerin iyice uzadığı o günlerde, işe aldığı genç meslektaşı Monteiro Rossi’nin, -hiçbir zaman yayınlamasa da- okuyup çekmecesinde biriktirdiği yazılarıyla sarsılacaktı. Bu yazılar, yaşamından hoşnut Pereira’yi, kişiliğine kıymık gibi batan bir pişmanlık duygusuna götürecekti.

pereira-iddia-ediyorPereira faşizmin baskısını yaşar, Josefa ise Demir Perde’nin yurttaşlarını sürekli izleyen bürokrasi makinasının. Aslında hem Josefa hem de Pereira değişimlerine şahit olduğumuz günlerden çok daha önce buna hazırlanmış gibidirler. Josefa’nın, inatçı dedesinin kişiliğine duyduğu hayranlık ve davranışlarındaki kararlılık, Periera’nin üstlerini gördüğünde kolunu mızrak gibi uzatan insanlardan uzak durması hep bu içsel isyanların biçimleridir. Uçucu Kül’de, anlatının kulağımıza ulaşan sesleri çoğunlukla akıp giden düşünceler. Tabucchi ise daha en başında, Periera’nin yaşamından bize sunduğu dönemi hikaye ederek anlatıyor. Fakat yazarın olayları hikayeleştirme yöntemi ( güya Periera’nin ona anlattıklarının aracısıdır sadece) öyle çarpıcı ki dinleyici olmanın ötesine geçiyor, Pereira’nin soluğunu duyar gibi oluyoruz.

Pereira’nin değişimi, Josefa’nınki gibi patırtıyla gerçekleşmez. Hayatını her zamanki sakinliği ve yalnızlığıyla yaşarken, şarap içip iyi yemekler yerken olur. Bu biraz da onları değişime götüren koşulların başkalığından kaynaklanır. Periera’de Monteiro Rossi’yle tanışınca ortaya çıkar, Deniz Tedavi Merkezi’ndeki doktorla dostça sohbetlerinde yüzeyde süzülür. Josefa’da ise B. ile ilgili savlarının, onu çevresindeki insanlarla çatışmaya sürüklemesiyle. İkisinde de, onları yaşamlarıyla ilgili sorulara götüren gerilim içgörüleriyle birlikte çalışır.

Josefa’nın kendisiyle ilgili hem iyi bildiği hem de yanıldığı ne çok şey vardır. Evlilik, aşk, cinsellik, çocuk eğitimi, çalışma yaşamı gibi konularda sıradışı fikirlere sahiptir. Diğer yandan neleri yapmaktan zevk aldığını kestiremediğinden “keşke”ler peşini bırakmaz. Sinemaya gittiyse tiyatroyu kaçırdığına hayıflanır. Davet edildiği sofraya oturduğu anda oradan kaçıp gitmek ister. Bir kitabı eline alır almasına da acaba diğeri daha mı önemliydi der kendi kendine. Josefa da yalnızdır; ama hayattan kopup gitmiş karısının resmiyle hoş beş eden Pereira kadar değil. İçsel çatışmalarını gürültü patırtıyla kol kola yaşar. Küçük çocuğunun varlığı ona güç verir. Öte yandan sevgilisi Christian’la önemli meselelerde uyuşamaz. Christian’a göre Josefa’nın B. konusundaki tavrı, ocakta pişmekte olan yemeği karıştırırken tencereye karnını yapıştırmak gibi bir şeydir. Gazetenin yöneticilerinden Luise ise sorunları gidermenin yolunun, tüm zorluklara rağmen onların üzerine yürümekten geçtiğini söyler Josefa’ya, pes etmemesini öğütler.

Düşüncelerimiz davranışlarımızı mı yoksa davranışlarımız düşüncelerimizi mi belirler? Hayatında neler olur da değişir insan? Acı çekmeden değişim gerçekleşebilir mi? Ve tüm bu soruları ceplerimize dolduran bir başka soru: Nasıl yaşanır? Bütün iyi romanlar bize bu soruları hatırlatır, fakat bazıları daha yoğun hatırlatır. Tıpkı Josefa gibi. Onunla diz dize duran Pereira gibi.

Hatice Balcı

Uçucu Kül, Maron, Monica,Çev: Zehra Aksu Yılmazer, alef, Haziran 2016
Pereira İddia Ediyor, Tabucchi Antonio, Çev:Münir Göle, Can, 2005, 1.basım

Previous Story

12 Eylülün edebiyatımıza faydaları

Next Story

Witold Gombrowicz ile Söyleşi – Bedriye Korkankorkmaz

Latest from İnceleme

Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ