Kırca’lık Hikâye – Celal İlhan

Seçimler yaklaştı ya evde, kahvede, parkta, otobüste siyasetten başka bir şey konuşulmaz oldu.
Ben de öyle yaparsam kimse kusura bakmasın.
 Kendi evleri Dikmen’de ama iki çocuklu kızı bizim mahallede oturuyor küçük baldızın. Eşim kendininkilerden ayırmaz kardeşinin kızını. Kızlarının evine gelmişler, biraz rahatsız mıymış neymiş. Bizi de çağırdılar oturup konuşalım, sohbet edelim diye. Benden küçüktür bacanak, “Ayağına mı gideceğim o gelsin”, diye itiraz ettim ama eşim, “Hep onlar geliyor bir de biz gidelim hadi uzatma” diye beni burnu büyüklükle suçlayınca peki deyip kalktık yürüdük.
İyi çocuktur bacanak. Küçüklüğümüz aynı köyde geçtiğinden, avucumuzun içi gibi biliriz birbirimizin geçmişini. Beş altı yaş var aramızda. Hep söyler, o zamanlar kendisini çok sıkıştırır hatta dövermişim. Dövdüklerimi değil de nedense benden büyüklerden yediğim dayakları anımsarım o yıllardan.
 Bunlar bana, abilerin dediği gibi “Kara Celal” derlermiş de çok kızar, etmedik bırakmazmışım kendilerine. Demeyin sizde arkadaş, değil mi ki yaşınız küçük. Hayvan otlatırken, oynarken derede, tepede basarmışım dayağı. Biraz işi abartmış olmalıyım, Kara Celal yerine, “Kardan Beyaz Celal Abi” demeleri için hayli baskı yaptığımı bunu, örgütlenerek-çeteleşerek karşıma çıkana değin uzun bir süre de başardığımı iki de bir yüzüme vurur saygısız. Neyse geçelim bunları, bugüne gelelim. Aradan yıllar geçti, büyüdük, geliştik, yıprandık her birimiz torun tosun, mal mülk sahibi eşek kadar adam olduk.
Bacanak Almancıdır. Yirmi yılın üstünde emek vermiştir Alman ekonomisine. Karşılığını da aldı tabi. Sitelerde birkaç dükkânı, Dikmen?de oturduğu daire, Mamak?ta yükleniciye yeni verdiği, ön cepheden dört daire alacağı bir arsası var. Ezik biri değildir kısacası. Küçüğüm müçüğüm demez biraz üstüne vardım mı diklenir, dişlerini göstermekten çekinmez. Ben de çocuk değilim, o kadar sıkıştırmamak gerektiğini bilirim zaten.
Uzatmayalım, baldızın kızının evindeyiz.
Hoş beş, ardından kızın rahatsızlığı, onun ardından hepimizin tek tek neremizde neyimiz var, hangi organımızı beğenmiyoruz sayılıp döküldü. Bir de bağırıyorlar konuşurken kafam şişti vallahi. Sağlık hikâyelerinden yorulup usanınca imdadımıza TV yetişti. Günlerden Perşembe, ?Fatma Gülün Suçu Ne? var. Ben Fatma Güle yangınım, izlemek zorundayım diziyi. Bunlar, incir çekirdeğini doldurmayacak konularda bitmez tükenmez konuşmalara dalıyorlar. Düşünebiliyor musunuz izlemiyorlarmış Fatma Gülü?ü. Şaşırmadım desem yalan olur.
 Arada bir, “Peki siz gece boyunca ne yapıyorsunuz? Bildiğimce kitap filanda okumazsınız? diye takılıyorum. “Bak hele bak, baldızından iyi kitap mı olur bacanak, çevirir çevirir okurum? dedikten sonra Yozgat ağzıyla “Kitabı noğrecağam, işte kitap” diyerek baldızın sırtına muhabbetle, aşkla bir şaplak indirmeye yeltendi. Böyle durumlara alışkın baldız, bacanağın elinin altından balık gibi kayarak iki metre öteye fırladı bir anda. Ona göre ben okuryazar takımından sayılıyorum ya taşlıyor beni kendince. Baldızı iyi tanırım, ne akşam ne sabah, kocasının bir metreden fazla yaklaşmasına asla izin vermeyen bir küheylandır o. Bacanağın yüzüne, “bir metre uzaktan kitap okuyacak yaşta mıyız Allahını seversen” der gibi alaysı baktım bir süre. Hep birlikte gülüştük ardından.
Bacanak, kendi usulünce okşamayı başaramayınca düştüğü utanç verici durumdan kurtulmak için işi pişkinliğe verip bizi gülmekten kırıp geçiren, on kilo pirzolaya mı yüz gram zehre mi bedel olduğuna karar veremediğim aşağıdaki hikâyeyi anlatı.
Sitelerdeki dükkân kiracısından alacağının yarısını bile alamadan geri dönen bacanak, yolda bir arkadaşına rastlamış. Birlikte otobüse binmiş dertleşerek eve dönüyorlarmış. Otobüs hayli kalabalıkmış. Konuşuyorlar ama ikisinin de kulakları ağır. Söz boşa gitmesin diye kapıp koyuvermişler kendilerini. Bağır bağır bağırıyorlarmış. Çevredekileri rahatsız edebilecekleri akıllarının ucundan bile geçmiyor tabi. Hem niye rahatsız olsunlarmış ki. Küfürlü filan konuşmuyorlarmış ya. Alacak verecek işleri, piyasanın bozukluğu, hükümetin çalıp çırpanı kendinden sayıp koruduğu gibi doğal, olağan, kanıksanmış şeyler.
Sözü çok mu uzattık ne.
Basıncına dayanabilirseniz gerisini kendi sesinden dinleyelim bacanağın.
 “Bacanaaak” diye başlıyor anlatmaya. O eski hesaplar yüzünden, abi diyemediği gibi doğrudan “Celal” demeye de cesaret edemiyor, hissediyorum bunu. Elli yıl önce yediği dayakları unutmamış belli.
“Bacanaaak, biz öyle kavgadan beter konuşurken, ön koltukta bizden daha yaşlı, kafaları ağarmış, sosyetik bir çiftin oturduğundan da ellerinde iki kitap dalıp gittiklerinden de haberimiz yok. Kiracımın, alacağımı vermediği gibi beni kendi dükkânımdan kovmaktan beter ettiği anı anlatıyordum arkadaşıma. İyice coşmuşum her hal. “Ulan şerefsiz, sen kim oluyorsun da beni kendi mülkümden kovmaya kalkışıyorsun” diye öyle bir bağırmışım ki? Önümüzdeki koltuktan birinin doğrularak zar zor geriye dönmeye çalıştığını gördüm. Göz göze geldik adamla. Bir göz bu denli kin ve nefreti nasıl taşır içinde, dondum kaldım Allah seni inandırsın. O nasıl bakıştı Allah’ım. Karşımda kiracımı görmüş gibi tepem attı. İhtiyara konuşma fırsat verirsem, onca insanın içinde beni halı gibi çiğneyeceğinden sonra da acımadan kaldırıp bir köşeye atacağından hiç kuşkum kalmadı. Belli ki okumalarına engel olmuş, kafalarını karıştırmıştık konuşmalarımızla. Görgüsüzlüğümüzü, ayılığımızı, cahilliğimiz sayıp dökecek, yüzümüze tükürmediği kalacaktı herifin. Buna fırsat veremezdim. Kafamı çalıştırdım. Açtım ağzımı, yumdum gözümü. “Ulan” dedim “terbiyesiz o ne biçim bakış öyle, hiç mi konuşan adam görmedin ömründe! Bak bak durma, daha iyi bak. İstersen iki de tokat vur! Burasını kütüphane mi sandınız” Sizin eviniz barkınız yok mu, sabaha değin işiniz ne gidip evinizde okusanıza kitabınızı. Hele şöyle bir bakın otobüsün içine, sizden ayrıksı, gösterişçi, görgüsüz biri var mı? Okuyorlarmış bunlar, aydınlarmış efendim. Okumakla adam olsaydı başımızdakiler olurdu, onlardan da mı ders almıyorsunuz? diye verdim veriştirdim buna. Seninki yavaşça koltuğuna gömülürken kadın göz ucuyla şöyle bir taradı otobüsü önden arkaya doğru. Aradığını bulamadı tabi. Gençler telefonlarıyla cebelleşirken, yaşlı yolcular burnunu ya da kulağını karıştırıp duruyor.
 Süt dökmüş kedi ne ki daha beter oldular inan ki. Çıt yok. Kadın hemen kitabını kapatıp çantasına attı kaşla göz arasında. Sonra adamınkini aldı elinden. Kendi aralarında fısıltıyla konuşmaya bile cesaretleri kalmadı vallaha. Sağdan soldan birkaç kişinin beni, yaptığımı onaylayan mırıltılarını duyduktan sonara “adam olana bu kadarı yeter” deyip sustum. Kitaplarını ellerinden alıp parçalamak vardı ya neyse. Arkalardan biri otobüsten inerken yanıma yaklaşıp elimi sıktı. “Ne iyi ettin şu moruğa, ağzına sağlık hemşerim” diye kutladı beni. Ben de sanıyorum ki yolcular bizi kınayıp ayıplayacaklar. İyi yapmamış mıyım bacanak” Yedikleri bu paparadan sonra bir daha böyle ukalalıklar yapabileceğini söyleyebilir misin?” diye topu bana atarak bitirdi hikâyesini.
Ben, gülmek ağlamak arasında gidip gelirken ev halkı kasıklarını tutmuş makarayı koyuvermiş, katıla katıla gülüyordu.
 “Yazarım bunu haberin olsun, hem de kime biliyor musun? dedim. “Levent Kırca’ya.”
“Yaz” dedi. “Ne varmış bunda, utanılacak bir şey mi yaptım sanki!”

Celal İlhan

Not: Bu öykü yazarın “Dili Yüreğinde” adlı kitabında yeralmaktadır.

Bir yorum

  1. Sevgili yönetmenim,
    Site yenilendikten sonra, tırnak imleinin yerini (?) imi almış bulunuyor. Daha sonra mı düzeltmeyi düşünüyorsunuz. Yoksa düzeltilmesi olanaksız bir durumla mı karşı karşıyayız?
    Farketmemmiş olma olasılığı da var diye anımsatmak istedim. Şimdiden teşekkürler.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir