Kış Günlüğü – Paul Auster

Her yazar, kitaplarına kendini de saklar. Ama gün gelir satır aralarında anlatmaktan vazgeçer kendisini. Artık yaş kemale ermiştir. Yaşadıkları, yaşayamadıkları, düşleri, gerçekleri… Hesaplaşma zamanıdır. Paul Auster’ın kendi hikâyesine dönerek yazdığı Kış Günlüğü, sıradan bir yaşamöyküsü değildir, usta bir kalemden çıkmış roman gibi bir yaşamdır.

Yazar bu kitabı neden yazdığını kendi cümleleriyle şöyle açıklar:
“Ne de olsa zaman azalıyor. Belki de şimdilik hikâyelerini bir yana bırakıp hayatının anımsadığın ilk gününden bugüne kadar bu bedenin içinde yaşamanın nasıl bir duygu olduğunu incelemeye çalışsan iyi olur.”
(Tanıtım Bülteninden)

Paul Auster’ın Z raporu – Melisa Kesmez
(06/01/2012 tarihli Radikal Kitap Eki)
Paul Auster?la bir masanın iki ucuna oturmuşuz. Brooklyn?de bir evdeyiz. Bakımsız ama insanın kendini ?evde? hissettiği bir ev. Masa, evin tek odasının ortasında. Hemen arkasında kocaman bir pencere var. Dar bir sokağa bakıyor. Paul pencereye giderken soğuk yer döşemesine çıplak ayaklarıyla basıyor. 64 yaşında. Dışarıda kar yağıyor. Sigarasından bir nefes alıp kendi kendine konuşmaya başlıyor: ?İş işten geçmeden konuş şimdi ve söyleyecek başka hiçbir şey kalmayıncaya kadar da konuşabilmek umudunu taşı. Ne de olsa zaman azalıyor. Belki de şimdilik hikâyelerini bir yana bırakıp hayatının anımsadığın ilk gününden bugüne kadar bu bedenin içinde yaşamanın nasıl bir duygu olduğunu incelemeye çalışsan iyi olur. Bir duyusal veriler katalogu. Soluk almanın fenomenolojisi denilebilecek bir çalışma.?
O sırada kettle suyun ısındığını haber veriyor. Bir sigara da ben yakıyorum. Arkama yaslanıyorum. Sırtı bana dönük, rüzgarla birlikte savrulan kar tanelerine bakarak anlatmaya başlıyor Paul.
İstanbul?da buz gibi bir Ocak akşamı kolumun altına kıstırıp eve koştuğum ?Kış Günlüğü?nün daha ilk satırında Alice?in tavşan deliğinden düşmesine benzer bir hisle Paul Auster?ın dünyasına düştüm. Okuduğum ilk kelimeyle Brookly?ndeki o eve ışınlandım. O anlattı, ben dinledim. Auster?ın nasıl yaptığını bilmediğim bir maharetle sadece kelimeleri kullanarak, aklımın beyazperdesine yansıttığı filmin içine girdim. Soluksuz okudum. Soluksuz seyrettim. Okur olduğumu unuttum. Seyirci olduğumu da. O, dünyanın başka başka sokaklarında, başka başka evlerinde keder ve neşe arasında gidip gelen hikâyelerde ?esas adam?ı oynarken, ben oradan öylesine geçen biri gibiydim, yine de hep sahnenin içindeydim. Hem dahildim, hem hariçtim. Kitap boyunca 64 yaşındaki bir adamın gizlice odasına girip cinsel deneyimlerini, aşka dair hüsranlarını ve zaferlerini, ailesiyle ilgili çıkmazlarını, ergenlik işkencelerini, pişmanlıklarını, yalnızlık korkusunu, hatalarını, hayatın farklı anlarında katmerlenen yabancılık hissini, vicdan azaplarını, aptallıklarını -sanki kimse okumayacakmış gibi- yazdığı günlüğünü okuyormuş gibi hissettim. Hayatını ?ve aslında içini- milyonlarca insanın okuması muhtemel kâğıtlara bu kadar korkusuzca ve samimi bir şekilde döküvermesine heyecanlandım. İnsanın çoğunlukla kendine sakladığı zayıflıklarını, yara kabuklarını birbirine gösteren çocuklar gibi, gözümüze sokmadığı gizli bir kahramanlık duygusuyla gösterivermesine, sırlarını bir bir deşifre etmesine hayran kaldım. Korkarım bir kez daha…

Çoğu gitmiş azı kalmış bir yaşam
?Kış Günlüğü?, bir kitaptan çok, kitap formatında bir zaman kapsülü. 64 yıllık bir ömrün Z raporu. En çok bu yüzden ölümle hesaplaşıyor ve aynı zamanda çoğu gitmiş azı kalmış bir yaşamla… Kitapta karamsar bir ?yolun sonuna geldim? hissi olmasa da, Auster?ın Brooklyn?in karlı günlerinde yazdığı bu günlüğü bir ?kış günlüğü? olarak görmesi, kendine hiç zorlanmadan ?hayatının kışına girdin? diyebilmesi boşuna değil. 64 yıl boyunca açılıp açılıp kapanmış, kabuk bağlamış, iyileşmiş ama illa ki izi kalmış fiziksel ve tinsel yaraların dökümü, ?Kış Günlüğü?. Diyor ki kitabın bir yerinde: ?Hiç kuşkusuz sakat ve yaralı bir insansın, ta başından beri içinde yara taşıyan birisin (yoksa ne diye bütün ömrünü sayfaların üzerine o yaranın kanını akıtırcasına sözcükler dökerek geçiresin)…? Kitapta kendiyle konuşuyor Auster. İkinci tekil şahıs yapıyor kendini. Alıp karşısına koyuyor. ?Sen? diyor. Onunla hesaplaşıyor. Bazen dizine oturtuyor üç buçuk yaşındaki halini, onun acizliğine üzülüyor. Bazen sırtını patpatlıyor 22 yaşındaki halinin, ?aferin oğlum!? diyor. Yine de en çok yaralardan bahsediyor. Gerçek kazaların açtığı fiziksel yaralardan; bir çivinin yüzünde açtığı yırtıktan, bir arkadaşının dişleriyle kafasında deştiği yarıktan, kanayan burunlardan, bükülen kollardan, arı sokmalarından, kırılan omuz kemiğinden ve ?diğer? kazaların açtığı kalp yaralarından bahsediyor; ölümden mesela, ölümün karnına arka arkaya indirdiği yumrukların neden olduğu ?iç? kanamalarından… Yalnızlıktan bahsediyor; yalnızlığın bir yılan gibi sokup zehirlediği ve gençliğinin bir döneminde fahişelerin öpüp iyileştirdiği yerlerden. Yine de yaralarını seviyor Auster. Acıyor acımasına da, onları bir savaş gazisi gibi taşımaktan beis duymuyor. Hayata karşı kazandığı zaferlerin kanıtı gibi, her fırsatta ?yıkılmadım, ayaktayım? diyor.
Auster?ın hayatını lime lime ettiği ?Kış Günlüğü?nde hiç şüphesiz en çok kurcaladığı, en çok takıldığı şey ölüm… Babasının ölümü, annesinin ölümü, kendisinin ölümü… Ama galiba en çok annesinin ölümü üzerinden sorguluyor ölümü. Onu ölü bedeniyle yatağında yatarken gördüğü anı aktarırken Auster bembeyaz ifadesiz suratı, düşük omuzlarıyla karşımızda beliriyor. Annesinin ölümünü ?yaşamanın başladığı bedenin ölümü? olarak tanımlıyor. ?Sabahlığıyla çarşafların üzerinde yatan yok olmuş bir benlik? diyor. Annesini ?denizler dalgalanmaya başladığında sarıldığı kaya? olarak gören bir erkek çocuğunun gözünden annenin ölümüyle -aslında yaşamıyla- hesaplaşıyor sayfalarca.
Auster?ın günlüğünde laf sadece bir kere değil, birden fazla kez dönüp dolaşıp ölüme geliyor.

Annenin ölümü…
Çocukken yakın arkadaşıyla, Billy ile, (ihtiyatlı bir Tom olarak ona yürekli bir Huck olduğu için güvendiğini söylüyor) aylarca her öğleden sonrayı çalılıkları karıştırıp ölü kuş arayarak geçiren de Auster?den başkası değil. Kuş ölülerini evin yanına gömdüklerini hatırlıyor; uydurma dualar ve dakikalarca uzayan sessizlikler eşliğinde ?çok ciddi? gömme törenleri yaptıklarını… ?O tarihte ikiniz de ölümün ne demek olduğunu keşfetmiştiniz ve bunun şaka kaldırmayacak ciddi bir iş olduğunu biliyordunuz? derken ölümle alıp veremediği şeyi kısmen deşifre ediyor. Kitabın bir yerinde ?Hayatın sonu acıdır? diyen Joseph Joubert?ı alıntılayarak son noktayı koyuyor.
?Kış günlüğü?, Auster?ın kendine yazdığı uzun bir mektup aslında… Hayatını temize çektiği, bölük pörçük anıları, fotoğrafları, eski hayat kırpıklarını derleyip toparladığı, bir araya getirdiği bir belge. Bunu hayatı boyunca yaşadığı her bir evin kapı numarasına, kaç odalı olduğuna vardıracak bir detay aşkıyla yapıyor.
64 yılı elinde fırçası kazı yerinde milim milim çalışan bir arkeolog titizliğiyle gün ışığına çıkarıyor. Her bir anı anlatırken o ana gidiyor, o anı bir daha yaşıyor. Okuyucuyu da kolundan sürükleyip o anlara götürüyor. Çocuk aklına, genç aklına ziyaretlerde bulunuyor. O günkü duygu hallerini anlamaya çalışıyor. Bazen hak veriyor, bazen eleştiriyor. 64 yılın yükünü indiriyor sanki sırtından. Bir ucu doğum bir ucu ölüm olan bir ipte ileri geri yürüyor. Bir anı sever olarak, ?sonsuz bir karanlık denizindeki birkaç pırıltı, birkaç küçük anı adası? ile yetinmiyor. Hikâyeyi baştan, en baştan anlatıyor.

Uzmanlığı Fransız şiiri
1947 yılında ABD?nin New Jersey eyaletinde, Newark?ta doğdu. Daha 12 yaşındayken, önemli bir çevirmen olan amcasının kitaplarını okuyarak edebiyata büyük bir ilgi duymaya başladı. Columbia Üniversitesi?nde Fransız, İngiliz ve İtalyan edebiyatı okuduktan sonra dört yıl kadar Fransa?da yaşadı, Fransız yazarlardan çeviriler yaptı.
20. yüzyıl Fransız şiiri üstüne önemli bir antoloji hazırladı. İlk kez 1987?de New York Üçlemesi adlı yapıtıyla büyük ilgi gördü. Auster, eşi yazar Siri Hustvedt ve iki çocuğuyla birlikte New York, Brooklyn?de oturuyor.

Hiçbir şey bilmiyorsun
Kim olduğunu bilmek istiyorsun. Sana yol gösterecek çok az şey olduğu ya da hiçbir şey olmadığı için, kendinin tarihöncesindeki büyük göçlerin, fetihlerin, ırza geçmelerin, kız kaçırmalarının ürünü olduğunu kabul ediyorsun; yolculuk yapan tek insan sen olmadığına ve insan toplulukları on binlerce yıldır yeryüzünde dolaştıklarına göre, ata soyunun uzun ve dolambaçlı kesişmelerle sürmüş olan yolculuğunun çok çeşitli topraklara ve krallıklara yayıldığını ve sonunda 1947?de seni dünyaya getiren annenle babana gelene kadar kim bilir kim kimi o da kimi o da kimi o da kimi o da kimi döllemiştir, diye düşünüyorsun. Soyağacında ancak büyükannenlerle büyükbabanlara kadar gidebiliyorsun, anne tarafından büyük- büyükbabanlarla ilgili de kırıntı kabilinden biraz bilgi var, demek oluyor ki onlardan önceki kuşaklar hakkında ya hiçbir şey bilmiyorsun ya da birtakım boş varsayımlar, körü körüne tahminler yürütüyorsun. KİTAPTAN

Bir doğum ve doğum günü
Daha şimdiden arkadaşlarının pek çoğu gitti, ama asıl bundan sonra gelecek olan tufanı bekle. Neyse ki doğum günü olayı gürültüsüz patırtısız geçti, sessiz sakin bir şekilde Brooklyn?de arkadaşlarınla yemek yedin ve varmış olduğun o akıl almaz yaş hiç kurcalamadı kafanı. Üç Şubat, yani yirmi iki yaşına girdiği sabah, beklenenden on dokuz gün önce doğum sancıları başlayan annenin doğum gününden bir gün sonra, doktor bayıltılan annenin karnından seni forsepsle çekip çıkardığında saat geceyarısını yirmi geçiyormuş, annenin doğum günü biteli yarım saatten az olmuş. O yüzden doğum günlerinizi hep birlikte kutlardınız, şimdi annenin ölümünden dokuz yıl sonra bile saat şubatın ikisinden üçüne geçtiği anda ister istemez onu düşünüyorsun. KİTAPTAN

Hayatının kışına girdin
Aksırmak ve gülmek, esnemek ve ağlamak, geğirmek ve öksürmek, kulaklarını kaşımak, gözlerini ovuşturmak, burnunu hınkırmak, boğazını temizlemek, dudaklarını ısırmak, dilini alt dişlerinin arkasında gezdirmek, ürpermek, osurmak, hıçkırmak, alnındaki teri silmek, parmaklarını saçlarının içinden geçirmek ? bu şeyleri kaç kez yaptın? Kaç kez taşa çarpmış ayakparmağı, kaç kez ezilmiş parmak, kaç kez bir yerlere çarpmış kafa? Kaç tökezleme, kayma, düşme? Kaç kez göz kırpma? Atılmış kaç adım? Elinde kalemle geçirilmiş kaç saat? Kaç kez öpmek ve öpülmek? Bebeğini kollarının arasında tutuyorsun. Karını kollarının arasında tutuyorsun. Yataktan kalkıp pencereye giderken soğuk yer döşemesine çıplak ayaklarınla basıyorsun. Altmış dört yaşındasın. Dışarıda hava gri, neredeyse beyaz, görünürde güneş yok. KİTAPTAN

Kitabın Künyesi
Kış Günlüğü
Paul Auster
Can Yayınları / Anı Dizisi
Çeviri: Seçkin Selvi
İstanbul, Ocak 2012, 1. Basım
200 sayfa

Bir yorum

  1. Benimle aynı günde doğan bu değerli yazarı bütün içtenliğim ile selamlıyorum.Doğum günün kutlu olsun
    -Paul ASTER

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir