Kıtlık Deresi – Doğan Soydan

(Gözleri Kardeşim İbrahimin Gözlerine Benziyordu; Sıkamadım)

Sarız?ın güneyindeki son köyler de geçildi mi, dümdüz ova başlar. Oradan ilçeye; ilçeden de ta Berut Dağı?nın eteklerine dek uzanır. Yalnız, ilçenin hemen tepesinde bir dağ daha yükselir ki, koca ovayı ortadan ikiye böler. Bu dağa Toroslar?ın bir kolu derler ya, ben inanmam buna? şehrin bir ucundan başlar, öte ucunda biter uzantısı. İlçemize bakan yamacına Şardağı, öte yüzüne Medetsiz derler. Ne bu yamacında, ne öte yüzünde bir tek ağaç bulunmaz, ot bile bitirmez sırtında. Yine de herkes sever Şardağı?nı; gün gelir sığınak olur, gün gelir korunak olur diye. ?Medetsiz? denilen öte yüzüne ise biraz soğuk bakar insanlar; tarihin çok eski bir zamanında kendine sığınan iki kaçkın sevgiliyi ele vermiş diye. Bu geniş ovanın bir de nazar boncuğu var; Ceyhan nehri? Şardağı?nın hemen ayakucundan kaynar. Önce kendine geniş bir çevlek oluşturur, sonra da kaklım söğütlerin yeşilini toplaya toplaya habersizce şehrin ortasından geçip gider. Salkım söğütler, şehrin epeyce dışına kadar savuşturur onu. Sarız yaylasının güneyinden beri uzanıp gelen bu ovaya ve ovanın orasına burasına dama taşı gibi serpilmiş köylere Şardağın eteklerinden bakıldı mı her taraf, üstüne kül elenmiş gibi bomboz görünür. Ceyhan nehri?nin yatağı, bu boz ovanın ortasında yeşil bir kuşak gibi, sıra sıra söğütlerin, kavakların gölgesinde uzayıp gider. Kış gelince bütün ova bir uçtan bir uca adam boyu kar olur. Her yan ap ak ve dümdüz görünür. Böyle günlerde ocak başı söyleşilerine dadanan yaşlılarla, üçü bir yana beşi bir yana gidip gelen acı izleri de olmasa, köyler ter edilmiş bir yurt ıssızlığında durup durur. Böyle günlerde yalnız komşular arasında bir çorbalık bulgur, bir ekmek edimliği un, bir iki içimlik tütün, çay istemeler çoğalır; bir de sayrılar, sayrısına umar arayan insanlar? Berut?un eteğindeki dağ köylerini sesi soluğu hepten kesilir. Ne köylere gelen olur, ne de köylerden giden? kış boyunca her gün birbirine benzer, her görüntü, aylarca hiç değişmeden doğanın kucağında uyur gibi kalır. *** Ovanın baştan sona dümdüz karla örtülü olduğu, her günün birbirine benzediği günlerden bir gündü. Vahşi bir uğultuyla ıslık çalar gibi inmeyen tipi, yakseklerdeki kar öbeklerini enginlere savuruyordu. Herkes, kendi evinde, kendi yuvasında erinçli olmasalar bile, sanki dertsiz kedersizmişler gibi, küçük avuntularla yaşayıp gidiyorlardı işte (!) Evlerin kuytusunda uyuşuklanan köpekler, sanki koku almışlar gibi havlayarak Kıtlık Deresi?ne doğru seğirttiler. Köpeklerin böyle bir araya toplanıp havlaması, Ağıltepeliler için bir tehlikenin habercisi sayılırdı; köye ya bir kurt sürüsü girmiştir, ya birileri yolunu, yönünü yitirmiştir, ya da teröristler köyü basmıştır. Bunu bildikleri için, köpeklerin sesini duyan kadınlar, erkekler evlerin önüne çıktılar. Sonra da ellerini koltuk altlarına sokuşturarak Dul Hürü?nün avlusunda toplanıp beklemeye durdular. Derken, bu uğultu altında sonsuzmuş gibi uzanan beyazlığın ortasında ve köyün uzağında kara çalı gibi bir karartı göründü. Yürüyor mu, duruyor mu belli değil. Dul Hürü: ?Bu kış kıyamette ya delisi olan, ya ölüsü olan yola çıkar! Acep kim ola ki?? diyerek korkuluca söylendi. Onun böyle söylemesi ötekileri de meraklandırdı. Onlar avluda böyle bekleşirken, uzaktaki karartı giderek yakınlaşıyor, yakınlaştıkça büyüyordu. Sonunda uzaktan, eni boyuna denk gibi bir adam peyda oldu. Adam, yavaş yavaş gelip Kıtlık Deresi?nin yamacına dikildi. Arada bu dere olmasa, adam, bir sigara içimliği zaman içinde gelebilirdi, ama o dik yamaçtan inmesi, dereyi geçip karşı tarafa tırmanması bir saatten fazla sürerdi. Kıtlık deresi, köye gelip gidenlere zorluk çıkarmaktan başka bir işe yaramazdı zaten. Köylüler: ?içi taşla toprakla doldurulmaz ki doldurasın! Üstüne köprü yapılmaz ki yapasın!? diye yanıp yakınırlardı. Gittikçe yakınlaşan, yakınlaştıkça büyüyen adam, şimdi kayalardan tutuna tutuna o dik yamaçtan inecek, üstünü başını soyunacak, derenin buz akan suyuna gömülecek, sonra da yine karlı kayalara tutunarak bu yamaca tırmanacak! Ama hiç de beklendiği gibi olmadı; adam, kıtlık deresine inip suyu geçmek yerine, köye doğru uzun uzun ünlemeyi yeğledi. Bir elini kulağının üstüne kapatmış, durmadan bağırıyordu ya; rüzgar adamın sesini alıp öte yana savuruyordu. Ses duyuluyor fakat ne dediği, ne istediği anlaşılmıyordu. Onca bağırıp çağırmasına karşın, Dul Hürü?nün avlusunda bekleşenlerden hiçbirisi avlunun kuytusundan ayrılıp da -dereye doğru gitmek bir yana- bir adım bile öne çıkmayı göze alamıyordu. Dur Hürü birden öne atılda. ?erkeklerin kabadayılığını gölgeleyecek erkeksi atakları severdi zaten- ellerini koltuk altından çıkarmadan, omuzlarını bir sağa bir sola çevire çevire, kar kütüklerini yara yara dereye doğru yürüdü. Arada bir duruyor, karşıdan gelen sesi dinliyor, adamın ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Böyle böyle derenin kıyısına varıp yarın başına dikildi. Adam ünlemeyi kesmiş, bu gelenin yaklaşmasını bekliyordu. Sonunda Dul Hürü ile yamaç yamaca dikildiler. Aynı köyün insanları birbiri boyundan posundan, yürüyüşünden, sesinden tanırlardı zaten. Sarmış sarmalanmış, çula çaputa bürünmüş, eni boyuna denk gibi bir adam? Deminden beri köyü meraklandıran, köyün köpeklerini ayağa kaldıran adam, Dul Hürü?yü hemen tanıdı. ?Hürü bacı, benim ben?? diye ona doğru ünledi. Adını sanını söylemesine gerek kalmadan Dul Hürü de onu tanımıştı. Gücünün yettiği ses hızıyla: ?İtin dölü! Azdın mı tezdin mi! Bu kış kıyamette derdin ne!? diyerek olanca avazını salıverdi o yana doğru. Dul Hürü?nün titremesine inat, adam, kar kütüklerini eze eze yürümekten ter içinde kalmış, yüzünde ince ince ter buğuları yayılıyordu. Derenin coşkun sularına baktıkta hem korkusu, hem ürkekliği artıyordu. Belki de olası bir tehlikeye karşı kendini sağlama almaktı niyeti. ?Hürü bacı, Hürü bacı, kardeşim İbrahim gelsin, beni dereden geçirsin? diye bir kez daha bağırdı. Dul Hürü: ?İbrahim gelip de seni çiğinine bindirecek değil ya! Haydi soyun da geç, bişeycik olmaz; soyunda geç!? diyerek onu yüreklendirmeye çalıştı. Biliyordu ki adam şimdi çırılçıplak soyunacak, her taraf açıkta kalacak, derenin buz gibi suyuna öylece gömülecekti. Yaz kış köye gelen herkes dereyi böyle geçerdi. Her şey Dul Hürü?ünün beklediği gibi oldu. Sağ bacağını göğsüne doğru çekip potini, pamuklu çorabını çıkardı. Çıplak ayağını kara gömdü. Aynı devinimlerle sol ayağındaki potini, çorabı da çıkardı. Yalın ayakları dizlerine kadar karın içine gömüldü. Ardından palaskasını çözdü, yeşil çuha pantolonla beyaz donunu soyundu. Bunları yaparken bile aklı fikri köyünde, köylüsünde; anasında, babacında ve nişanlısı Gülperi?deydi. Karşıda dikilip duran Dul Hürü?yü unutmuştu çoktan? Dul Hürü, adamın bu devinimlerini, çırılçıplak kalmasını bekliyordu zaten. Karşısındaki adamı böyle görünce, bedeninde ılık bir kıpırdanma oldu Dul Hürü?nün. Damarlarındaki kan birden ısınmıştı sanki. Adam, üstünde ne var ne yoksa hepsini soyundu, bohça gibi yapıp kucağına aldı, çenesinin altına kadar kaldırdı. Yamaçtan aşağı, suyun içine doğru o haliyle yürüdü. İşte Dul Hürü?nün beklediği andı bu? ama uzun sürmedi bu; adam ansızın karşıya bakınca, Dul Hürü suçüstü yakalanmış gibi oldu; geriye dönüp, evin avlusunda bekleyen köylülere doğru yürüdü. Dere, adamın koltuk altını dövüyor, yer yer çenesine dek çıkıyordu. Boyunu birazcık uzatabilmek için ayak parmaklarının ucuna basa basa ilerlemeye çalışıyordu. Erimiş kurşun, soğuk suyun içine atıldığında nasıl eğilip bükülür, türlü şekiller alır ve katılaşırsa, adamın bedeni de öyle donup kalmıştı. Hem bedeni, hem çenesi titriyor, dişleri birbirine vuruyordu. Bu yamaca geçtiğinde tepen tırnağa kadar ince bir buğu tütüyordu. Çıplak ayakların karın üstüne basa basa giysilerini sırtına geçirdi. Giysileri sanki sobada ısıtılmış gibi geldi ona. Derenin bu yamacına geçtiğinde onca yorgunluğa karşın köyüne geldiğine seviniyor, biraz sonra anasına, babasına, köylülerine, nişanlısı Gülperi?ye kavuşacağını düşlüyordu; ama yine de ağlamaklı duygulardan kurtaramıyordu kendini. Bu yolculuğun herkesi sevindirecek olağan bir yolculuk olmadığını yalnızca kendisi biliyordu. *** Dul Hürü duvarın kuytusunda bekleyenlere doğru gelirken, az önce yaşadığı sanal heyecanın sıcaklığını duyumsuydu bedeninde. ?İtin dölü az daha bakmasaydı sanki?? diye söylendi içinden. Hem söyleniyor, hem yaptığı bu densizlikten (!) utanıyordu. Bir yandan da ?tövbe tevbe? diyerek işlediği günahtan kendini aklamaya çalışıyordu. ?Kem niyetim varsa Allah canımı alsın!? diye kendi kendine söylendi ve güldü. Deminden beri haber bekleyen köylüler, Dul Hürü?nün geldiğini görünce, duvarın kuytusundan birkaç adım öne çıkıp karşıladılar onu. ?Kimmiş? Niye gelmiş?? diye sorguladılar. Dul Hürü, yıllardan beri yoksun kaldığı, ama az önce yeniden yaşamış gibi olduğu duygularının coşkusundaydı daha. Biraz da bunu bastırmak için, öfkeyle: ?ölümün körü itin dölleri! Adam olup biriniz gitmediniz de beni dondurdunuz şu soğukta!? diyerek, her zamanki erkeksi tavrını bir kez ortaya koydu, sonra da onlara hiçbir şey söylemeden köyün içine doğru yürüdü. Müjdeci bir tez canlılık ve olağanüstü bir telaş vardı yürüyüşünde. Köylüler onun kendi evine bile uğramadan köyün içine doğru hızlı hızlı gitmesine akıl sır erdiremediler. ?kadın delimidir nedir!? diyerek arkasından bakakaldılar. Dul Hürü, Nacar Nuri?nin evine soluk soluğa girdi: ?Kız Makbule abla Makbule abla! Müjdemi isterim kııız!? diye bağırdı. Makbule?nin müjde vermesini gerektiren ne olabilirdi ki? Olsa olsa oğlu Galip ile ilgili bir haberdi bu? Makbule Telaşla: ?kaç gündür kötü kötü düşler görüp duruyordum zaten!? diyerek karşıladı Dul Hürü?yü. Onun yüzüne bile bakmadan oğlu İbrahim ile birlikte Kıtlık Deresi?ne doğru koymaya koyuldular. Nacar Nuri de kapının önüne çıkmış, kataraklı gözlerini zorlayarak, sonsuzmuş gibi uzanan beyazlığın uzaklarına doğru bakıyordu. Gözlerinden çok kulaklarında yumaklanmıştı duyarlılığı; gelecek olan sesi dinliyordu. Asker elbiseli adam, derenin bu yamacını da tırmanmış, köye yönelmişti. Köyün bütün köpekleri, beyazlığın ortasında köye doğru gelen karartıya bir kez daha seğirttiler. İşte burada şaşılacak bir durum oldu: tasmalı, irice bir Kangal köpeği öteki köpeklerden ayrılıp, cilveli, çalımlı bir halde adama doğru koştu. Gelen adamı önce bir kokladı, sonra da onun önünde yatıp kalkmaya, bacaklarına sıçramaya başladı. Asker elbiseli Galip: ?Beni unutmamış? dedi ve sevindi. Galip, anası, kardeşi İbrahim az sonra o beyaz düzlüğün ortasında ağlaşarak sarmaş dolaş oldular. Eve geldiklerinde kuzineli soba , önüne el kadar titrek bir ışık salarak, çıngılar saçarak yanıyordu. Evin içi ardıç kokuyordu. Galip?in kurşun gibi donmuş bedeni ısındıkça gevşedi. Anası, babası, kardeşi sevindiler. Korku, kuşku ile karışık bir sevinçti bu ? Ona karşın: ?Bu işte bir bit yeniği var; yoksa bu kışta kıyamette?? diye düşünüyor, bir kötü haber duyacaklarmış tedirginliğiyle hiçbir şey sormuyor, soramıyorlardı ona. Çok geçmeden köyün içinde türlü dedikodular yayılmaya başladı: ?firar etmiş? diyenler oldu; ?çürüğe ayrılmış? diyenler oldu; ?verem olmuş? diyenler oldu; ?sağ böğründen kurşun yemiş? diyenler oldu, daha neler neler? Usa, düşe sığmayan anlamlar yüklediler Galip?in gelişine. Akşam oldu, gece oldu, sabah oldu ama ne anası, ne babası, bu gelişin nedenini sormuyor, soramıyorlardı. Ertesi gün, -çam sakızı çoban armağanı- niyetiyle getirdiği üstü tüfekli asker sigarası, hısım akrabaya, komşulara dağıtıldı. Ardından bütün komşular kadınlı erkekli Nacar Nuri?nin evine üşüştüler. Nacar Nuri?nin evi düğün salonu gibi şenlendi. Yine de herkesin usunda ayrı bir merak, ayrı bir soru, ayrı bir korku vardı. *** Ardıç kütükleriyle dolu kuzineli sobanın boruları al al olmuştu. Galip?in anası Makbule, kömbe tepsilerinin birini çıkarıp birini sürüyordu sobanın fırınına. Sobanın öteki gözüne doldurduğu patatesler pamuk gibi yumuşamış, mavi çinko çaydanlıkta da su kaynıyordu. Ardıç kokusu, çay kokusu, etli kömbe kokusu birbirine karışmıştı odanın içinde. Dışarıdaki tipiye, soğuğa inat, içerisi sıcak mı sıcak? Ama bunların hiçbirisi değildi komşuların beklentisi; ?Bu kış kıyamette niçin gelmişti? Ne derdi vardı acaba?? asıl bunlardı öğrenmek istedikleri. Galip de sezinliyordu onların merakını. Gelirken yolda bile düşünmüştü bunu? Komşu komşunu külünü de, derdine de ortak olmalıydı. Onulmaz derde mi düşmüştü, yoksa böğründen kurşun mu yemişti?… Elbet merak edecek, elbet soracaklardı; ama kimse sormuyor, soramıyordu. Teyzesinin kocası Kamalı Dervişin sabrı tükenmişti. ?Oğlum Galip! Bu karda kışta niye geldin? Başında bir hal mi var, nedir?? deyince oradakiler, oturdukları yerde bağdaşlarını bozup şöyle bir kıpırdandılar. Galip, Kamalı Derviş?e bakarak: ?Biliyorum hepiniz bunu merak ediyorsunuz; olduğu gibi anlatayım öyleyse dedi: iki ay kadar önceydi. Cudi Dağı?na kamp kurmuştuk. -O dağ senin bu dağ benim- durmadan geziyor ve kurşun sıkıyorduk.? diye başladı söze. Bütün konuşmalar kesildi. Çay bardaklarının şakırtısından başka ses çıkmıyordu odanın içinde. Herkesin gözü kulağı Galip?te: ?Hani buğday firezinde gezerken ?pırrr? diye ansızın ayağınızın dibinden bıldırcın kalkar da ürkersinizi ya, işte aynen öyle? Ne zaman, hangi kayanın, hangi çalının dibinden önümüze teröriste çıkacak, belli değil. Dağlarda böyle gezerken, yerin altına doğru kazılmış bir çukurdan, yüzü gözü sargılı biri peyda oldu; aynen habersizce ayağınızın ucundan kalkan bıldırcın gibi? Birden göz göze geldik. İkimizin de eli tetikte? ürkmedim değil; ürktüm! Korkmadım değil; korktum! O bana bakıyor ben ona? Belki altmış, yetmiş, yüz sayıncaya kadar bakıştık. Biliyorum ki az sonra ya o ölecek, ya ben!… ama parmağım tetiğe basmıyor nedense? Kocaman adam karşımda duruyor ama ben yalnızca onun gözlerini görüyordum; aynen kardeşim İbrahim?in gözüydü! İnsan kardeşine kurşun sıkar mı? Ama o da basmıyordu tetiğe; belki benim gözlerim de onun kardeşinin gözlerine benziyordu; ondan? Bir de, hepiniz, bütün köy sanki o an oradaydınız. Kiminiz ona, kiminiz bana bakıyor, ?yapma! Yapma!? diye çırpınıyordunuz. Anam, babam, kardeşim İbrahim; bütün köy, gözümün önünde dönüp durdunuz. Özlemim can korkuma galebe geliyordu. Köyümü, sizleri görmeden ölmek istemiyordum. Ben böyle düşünürken baktım ki o, sırtını bana dönmüş gidiyor! Arkamıza bakmadan o öte yana, ben bu yana uzaklaştık; ikimizde basamadık tetiğe?? diye sürdürdü konuşmasını. Galip?in anlatacakları bitmemişti daha. Babasının sesi odadaki sessizliği delip geçti: ?İlahi oğlum, adam basmaz mı tetiğe! Ya o seni öldürseydi!? dedi. Galip, karşısında oturan kardeşi İbrahim?i gösterdi: ?Aha bütün suç bunun. Cudi Dağı?nın tepesinde gelip karşıma dikildi! Yalnız bu değil, bütün köy, hepiniz gözümün önünde durup durdunuz? hadi sık sıkabilirsen?? dedi. Kamalı Derviş sabırsızlandı: ?Yavrum Galip, buraya kadarını anladık da, bu kış kıyamette sen niye geldin, derdin ne? Onu anlat? dedi. Galip: ? İşte o günden sonra bana bir hal oldu. Her gece sabaha kadar anamın, babamın, İbrahim?in adını sayıklar olmuşum. Gece yarısında koğuş arkadaşlarım uyandırıyormuş beni, ama az sonra yine başlıyormuşum sayıklamaya. Her gece cebelleşe cebelleşe, sayıklaya sayıklaya sabah ediyordum. Ben gece yaşadıklarımı duymuyordum, bilmiyordum ama, sanki çift sürmüş gibi, sanki orak biçmiş gibi yorgun kalkıyordum yataktan; halsiz, iştahsız, bitkin? sonunda koğuş arkadaşlarım, bölük komutanına şikayet etmişler beni: ?Sabaha kadar sayıklıyor, bizi hiç uyutmuyor!? demişler. Galip bunları anlatırken anası Makbule ile babası Nacar Nuri sessiz sessiz ağlıyorlardı. Kamalı Derviş, usundaki ikinci soruyu soramadığı için deminden beri yerinde kıvranıp duruyordu: ?Eeee! Komutanın ne yaptı? Sen onu anlat? dedi. Galip: ?Bundan bir hafta önceydi. Posta eri, ?komutanım seni çağırıyor? dedi; gittim. Aslında komutanım künyemi kütükten bir okusa her şeyi görür, ama öyle yapmadı, bana sordu: – Anan var mı? dedi, – Var, komutanım dedim. – Baban var mı? dedi – Var, komutanım dedim. – Evli misin? dedi, başımı yere eğdim. Anladı tabi? ama hepsinde çetini, ?Köyün güzel mi?? sorusu oldu. Ben başlamışım ağlayarak anlatmaya. Mezere bağlarını, itatan gürleviğini(*), Kıtlık deresini, akşam olunca davarın köye nasıl girdiğini, kuzuların nasıl emiştiğini? daha neler neler? Kamalı Derviş, Galip sözünü bitirmeden araya girdi: ?Desene senin komutanda hiç akıl yokmuş! Aklı olan komutan bu kadar uzun dinler mi askerini? dedi, gülüştüler! Kamalı Derviş?in bu sözüne, az önce sessiz sessiz ağlayan Makbule ile Nacar Nuri bile güldüler. Galip, anasının, babasının güldüğünü görünce biraz daha neşelendi, bu neşe ile: ?Derviş Emmi inan ki, komutanım sözümü kesmeseydi, Görkemce?nin evine senin bacadan nasıl indiğini bile anlatacaktım!… deyince, odanın sessizliği hepten kahkahaya dönüştü, ortam birden şenlendi. Kamalı Derviş?in usundaki kuşkular silinmemiş olacak ki: ?Galip oğlum diline sağlık! her şeyi çok gözel anlattın da, benim deminki sorum havada asılı duruyor daha? o sıcacık koğuşu, o mis gibi tayınları bıraktın da bu kış kıyamette Azrail?in bile unuttuğu bu köye niye geldin? dedi. Ben de onu anlatacaktım zaten dedi Galip, az önce Kamalı Derviş?in ortasından böldüğü konuşmasını tamamladı: ?Hani saba kadar sayıklıyormuşum ya! Koğuş arkadaşlarımı uyutmuyormuşum ya! İşte onun için beni doktora havale ettiler. On beş gün kaldım asker hastanesinde. Ne kanımda, ne aklımda bir leke bulamadılar, ?turp gibisin? dediler. Komutanım beni çağırtmış; gittim. Aklı başında bir adammışım gibi beni karşısına aldı, ?oğlum Galip? dedi, ?sana yirmi gün tebdil-i hava veriyorum. Köyüne git, ananı, babanı gör, köylülerini gör, Şardağı?na, Medetsiz?e çık, bağır, çağır, ıslık çal, türkü söyle. Sen ancak o zaman iyileşirsin?? dedi. Yeniden Kamalı Derviş?e döndü: ?İşte bunun için geldim Derviş Emmi, anladın mı? deyince bütün köylüler sevindiler. ?Oh! Oh! Bir derdi marazı olmasın da çocuğun?? diyerek dağıldılar.

* gürlevik: şelale.

Doğan Soydan

Not: Bu öykü yazarın  “Sen Yine de Üzülme” adlı öykü kitabında yer almaktadır.

Bir yorum

  1. Doğan Soydan, öyküsünde Anadolu’nun acı, dokunaklı ve gür sesini doruklara çıkarmış yine. Kutluyorum.
    Giriş bölümü okunup geçilecek öykülerden değil, “Kıtlık Deresi.”
    Baştan sona okumalı ve üstünde kafa yorulmalı bu öykünün.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir