Kızılbaşlar – Aleviler (Anadolu’daki Ezoterik İnanç Topluluğu Hakkında Araştırma) – Krisztina Kehl-Bodrogi

Bu araştırmada Kızılbaş/Alevi inanç topluluğunun dini ve sosyal-dini yapısı ele alınmaktadır. İncelemede bu inanç topluluğunun ortaya çıkış dönemindeki koşullar göz önünde bulundurulmuştur. Türkiye’de Sünni Müslümanlardan sonra en büyük dini topluluğu oluşturan Kızılbaşlar/Aleviler, kendilerini İslamiyet’in zümrelerinden olan On İki İmam Şiileri olarak tanımlıyorlar. Fakat bu inancın kendine özgü özellikleri, Kızılbaşları/Alevileri İslam dininin mezhebi altında sınıflandırmayı zorlaştırıyor. Kızılbaş/Alevilik inancını, Halk İslamı’nın ortaya çıktığı ortamda doğan ve aşırı Şii inancının etkisi altında kalarak onun bazı unsurlarını özümseyen bağımsız bir din olarak tanımlamak daha doğru olacaktır.

Kızılbaşların/Alevilerin büyük çoğunluğunun dili Türkçedir. Türkiye’deki yaygın düşüncenin aksine, söz konusu inanç topluluğu içerisinde Alevi Kürtler azınlık bir grubu temsil etmektedir. Bu araştırma kapsamında, göçebe olarak yaşayan Türkmen topluluğunda ortaya çıkan ve gelişen Kızılbaşlığa/Aleviliğe Kürtlerin hangi tarihi koşullar altında entegre oldukları sorusu üzerinde durulmayacaktır. Bu konunun daha sonraki çalışmalarda ele alınması gerekmektedir. Ancak Kızılbaşların/Alevilerin etnik kökenlerinden ve dillerinden bağımsız olarak kendilerini “biz” (grup) olarak görmeleri, bu araştırmada onları -Türk/Kürt ayırt etmeksizin- bir bütün olarak ele almamın haklı gerekçesini oluşturacaktır. (Tanıtım Bülteninden)

Aleviliğin hayatta kalma şansı var mı? – Serap Çakır
(19.11.2012, Radikal Kitap Eki)
Karadeniz?deki eski evlerde mutfak epeyce geniş olurdu. Yemeğin pişirildiği, kuzinenin eksik olmadığı, kokuların birbirine karıştığı bu odalarda, genellikle evin yaşlıları geceleri yatar ve kışları kuzinenin sıcağından da faydalanırdı. Rahmetli dedemin sesini duyardım yatmaya yakın. ?Ya Allah Ya Muhammed Ya Ali? diyerek başladığı duaları, Hacı Bektaş?tan, Pir Sultan?dan okuduğu nefesleri hâlâ kulağımdadır. Başının hemen üstünde kocaman bir Hz. Ali resmi, onun yanında on sekizinde, 1980 darbesinden hemen önce yitirdiği en küçük oğlunun siyah beyaz fotoğrafı. Küçükken dedemin anlattığı hikâyeler bir türlü bitmek bilmez gelirdi bana. Nihayete eremeyecek sanır, genellikle de Şahmaran?ın, Ali?nin yiğitlik hikâyelerinin pek çoğunun sonunu dinleyemeden uyuyakalırdım. Şimdi kafamı duvarlara vursam yeridir diye düşünüyorum, ne güzel hikâyelermiş, hiç bitmeselermiş.

Dedeme Âşık Cemal derlerdi. Ben onu tam anlamıyla tanımaya başladığımda uzun boyu eğrilmiş, on yıl süren tek başınalığının yasını tutmaktaydı, anneannemi uzun zaman önce kaybetmişti. Gençliğinde saz çalar, nehrin taa karşı tarafındaki kızları sesiyle mest edermiş. Sazından vazgeçtiği, vasiyet edip durduğu vakitlerdi benim onunla tanışıklığım. Cemlere gider başköşede yer alırdı. Dede soyundan gelmediği halde büyük saygı duyarlardı dedeme, cem geceleri topluluğa hikâyeler anlatırdı. Güvenç Abdal Ocağı?na bağlıydı. Romanlara konu olacak bir yaşamın sonlarındaki bu adamla olan bağım oldukça kuvvetliydi, belki en kıymet verdiğimdi, bilemiyorum.

Dedem hikâyeler anlatırdı dedim ya. Bunlardan birisi de Kızılbaşlara neden Kızılbaş dendiğiyle ilgiliydi. Rivayete göre Hz. Ali?nin bir savaş sırasında dişi kırılmış ve kan akmaya başlamış. Hemen avcunun içine boşaltmış kanı ve yere dökülmesine engel olmuş. Çünkü kanı akarsa, o toprağı yakar kavururmuş. Almış kanını başına sürmüş ve cenge devam etmiş. Onun yiğitliğini gören düşmanları da ?Kaçın, kaçın Kızılbaş Ali geliyor? demişler ve böylece Ali?nin taraftarlarına Kızılbaş denmiş.

Dedemin anlattığı bu hikâyenin bir benzerini Krisztina Kehl-Bodrogi?nin yazdığı Kızılbaşlar: Aleviler kitabında da okudum ama maalesef aynısı değildi. Bodrogi, Aleviler?e neden Kızılbaş dendiğiyle ilgili üç hikâye anlatıyor kitapta. Biri Sıffın Savaşı?nda geçiyor. Hikâye şöyle: ?Sıffın Savaşı sırasında Ali taraftarları ile Muaviye askerleri birbirlerinden ayırt edilememekteydi. Bu nedenle de Ali?nin adamları farkında olmadan birbirlerini öldürmekteydi. Bu gibi durumlardan kaçınmak adına Ali, askerlerine kırmızı bir başlık takmalarını emreder ki savaş sırasında askerler hangi taraftan olduklarını anlayabilsinler. O günden beri Ali taraftarları Kızılbaş olarak adlandırılır.? Bir diğer rivayet şöyle: ?Ali Kûfe?de Ali İbn-i Mülcem?in kılıç darbesiyle kafasından yaralandığında, başından akan kan türbanını kırmızıya boyar ve bu nedenle sanki kırmızı bir başlık takıyormuş gibi görünür. Bu talihsiz olayı anmak adına taraftarları kendilerine Kızılbaş derler.? Dedemin anlattığı hikâyeye en yakın olandan da söz ediyor Bodrogi: ?Bir dövüş sırasında Ali?nin bir dişi kırılıp düşer. Bunun üzerine Ali bir hizmetkarına dişi, insan ayağı değmemiş bir yerde toprağa gömmesini emreder. Bu sırada Ali kanlı eliyle saçlarına dokunur ve saçları kırmızı rengini alır. Kızılbaş adı da işte buradan gelir.?

Caferi, Hüseyni, Alevi, Gürûh-i Naci…
Gördüğünüz gibi rivayetler türlü türlü. Kim, neye inanmak istiyorsa onu aktarıyor kuşaktan kuşağa. Aleviliğin yazılı geleneğinin de yeni yeni geliştiğini düşünecek olursak, sözlü aktarımların çeşitliliğinin bizi şaşırtmaması gerektiğini de kolayca kavramış oluruz.

Aleviler kendilerini yalnızca Kızılbaş olarak da tanımlamıyor; Caferi, Hüseyni, Alevi, Gürûh-i Naci ve Bektaşi diyerek çeşitli adlandırmalar, bölgeye ve gruplara göre de değişiyor. Ancak özellikle günümüzde Aleviler kendilerini tanımlarken Kızılbaş ifadesini pek kullanmıyor. Peki, Kızılbaşlar nasıl olmuş da kendilerini bir müddet sonra Alevi olarak tanımlamaya başlamışlar ve ne zamandan beridir? Alevilere neden Kızılbaş dendiğiyle ilgili bu rivayetlerin yanı sıra Sünniler arasında genel ifadesiyle bu tanımlamanın Alevi topluluğunu aşağılamak amacıyla da uzun yıllardır kullanıldığı bir gerçek. Krisztina Kehl-Bodrogi kitabında bununla ilgili de birkaç kelam ediyor. ?Kızılbaş ifadesinin, söz konusu inanç topluluğunun üyeleri tarafından pejoratif (aşağılayıcı) ve topluluk karşıtlarının uydurduğu bir isim olması nedeniyle reddedildiği yönündedir. Alevi ifadesi günümüzde gittikçe daha fazla yaygınlık kazansa da eski nesil topluluk üyelerinin kendilerini hâlâ ve genelde Kızılbaş olarak tanımladıkları gerçeği sabit kalır.?

Anlaşılan o ki Bodrogi?nin iddiasına göre Aleviler hâlâ kendilerini Kızılbaş olarak da tanımlıyor, ancak Kızılbaş kelimesine yüklenen aşağılayıcı anlamın da bilincindeler. Yani Alevilerin karşı olduğu şey Kızılbaş ifadesinin kendisi değil, kavramla ilintilenen içerik. Bodrogi?ye göre, Alevi kavramının kullanılması ise on altıncı yüzyılla birlikte başlıyor. Bu da bizi başka bir tarih dilimine, 1. Selim zamanına götürüyor. Çünkü Alevilerin/Kızılbaşların marjinal bir konuma geçmeleri de yine o dönemin fitillediği ateşlerden birisi.

Bugünün Alevileri
Sonsöz niteliğinde bir önsöz kaleme almış Kızılbaşlar/Aleviler kitabında Bodrogi ve bir bölümünde kitabın yazılmasının amacını şöyle dile getiriyor: ?Bu çalışma daha ziyade Kızılbaş/Alevi inancını ve bu inanca özgü sosyal ve dini yapıyı, içinde hareket ettikleri toplumun kuşatması altında tamamen eriyip yok olmadan önce kayıt altına alma çabası olarak değerlendirilebilir.? Hem bir uyarı hem de ciddi bir tespit olarak yüzümüzde sert bir tokat gibi çınlayan bu cümle, Kızılbaşların/Alevilerin içinde bulundukları toplumun yapısı içinde eriyip yok olacakları endişesini de gözler önüne seriyor. Grubun ötekileştirilmesi, dini ötekileştirmeden politik ötekileştirmeye kayan eksen, dini ve sosyal organizasyonun çökmesi, grup içi evlilik kuralının gücünü giderek yitirmesi, dini bilginin aktarımındaki aksaklıklar ve kesintiler yazara çok önemli bir soru daha sorduruyor. Burada asıl soru diyor Bodrogi; ?bu şartlar altında Kızılbaşlığın/Aleviliğin hayatta kalma şansının olup olmadığıdır.?

Günümüz Alevi/Kızılbaş genç neslin de ele alındığı bölümden yola çıkarak ise şöyle diyor yazar: ?Bu şartlar altında sorulması gereken eskiye göre artmış olan nüfustaki yeni kuşağın, Alevi ve Alevi olmayan ?ilerici? ozanlarca aktarılan nefeslere ne daha az, ne daha fazla ilgi gösteren üyelerinin, kendilerini Alevi olarak görüp görmedikleri ya da anne babalarının olduğu anlamda Alevi olarak kavranıp kavranmayacakları sorusudur.?
Krisztina Kehl-Bodrogi?nin bu kapsamlı çalışmasıyla Kızılbaşlık/Alevilik nedir, ne değildir sorusunun cevabına biraz daha yaklaşacağınızı tahmin ediyorum. Tarihsel içeriği ve grubun sosyal ve dini yapısını günümüz haliyle de gözler önüne sermeye çalışan kitap hiç olmazsa yalan yanlış, ezbere bilgilere de dur diyecek nitelikte.

Kitabın Künyesi
Kızılbaşlar – Aleviler
(Anadolu’daki Ezoterik İnanç Topluluğu Hakkında Araştırma)
Orjinal isim: Bie Kizilbas – Aleviten
Krisztina Kehl-Bodrogi
Çeviri: Burhan Sönmez
Ayrıntı Yayınları / İdea Dizisi
İstanbul, Eylül 2012, 1. Basım
224 sayfa

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir