Knut Hamsun – Sabahattin Ali

Son devir dünya edebiyatında şöhretleri kendi memleket hudutlarını aşmış ve dehâları sağken teslim edilmiş birkaç isim söylemek istenirse aklımıza evvelâ şu dört isim gelecektir:
Bernard Shaw, Rabindranath Tagore, Maksim Gorki, Knut Hamsun. Tagore, bazı zevkler için çok güzel bir şair olmasına rağmen şöhretini biraz da yabancı olmasına ve acayip bir lisan konuşmasına borçludur.
“Shaw”un ise, bütün iktidar ve ihtişamile beraber, bazan aktüaliteden çok iyi istifade eden bir muharrir olup kaldığı vakidir. Fazla nükteci ve alaycıdır, bu tabiatte olan her adam gibi alay edilmekten korkar ve yalnız bunun için, duyduğu en samimî ve yüksek şeyleri bile bazan göstermekten kaçar. Bu hislerine gem vurur.

En samimi, en az müstehzi olan “Jeanne d’Arc” piyesinde bile ara sıra bu endişeye, iğnelemek, muasırlara çatmak arzusuna rasgeliriz…
Gorki, bu ateşli inkılâpçı ve coşkun edip, hayatı bakımından “Hamsun”a büyük bir benzerlik gösterir. Hikâyelerinde derin aşkları, romanlarında beşer (1) elemlerini yaşatan bu ölmez adam bugünkü Rus edebiyatının başlı başına bir rehberidir. Fakat Hamsun kendisine mahsus ağırlığı, yalnız hakikî dâhilerde görülen bir başkalığı ile bunların hepsinin üstündedir.
Diğerleri hakkında bazı bakımlardan münakaşalar yapılabileceği halde, kudretini ve ebediliğini münakaşasız teslim ettirmiş olan yalnız budur.
Bu edebiyatın bizde az tadılmış olmasının sebebi basittir.

Bize dünya edebiyatı yalnız Fransız transiti ile (2) gelir, Fransa ise, son zamanlara kadar, hudutlarını birçok ecnebi esere kapamış bir yerdi. Oraya bir parça Ingiliz, biraz Rus edebiyatı gelebilirdi. Fransa’da Norveçli “Bjornson” bugün bile tanınmış değildir ve “Dostoyevski”yi bir cinai roman muharriri zannedenler pek çoktur.
îşte bu memlekette Hamsun da pek az bilinir. Tercüme edilen eserler “Açlık, Pan, Victoria, Hulyakâr ve saire gibi” birkaç taneden ibarettir. 1920 Nobel mükâfatım kazanan “Yerin Bereketi” isimli romanı Fransız’cada yoktur…
Hamsun’dan Türkçeye ancak üç eser çevrilmiş ve bunlardan yalnız Açlık kitap halinde çıkmıştır. Pan, Hakimiyeti Milliye’de; Victoria Vakıt’ta tefrika edüip kalmışlardır. Türkiyeden bahseden “Hilâlin Altında” isimli kitabının eski bir tercümesi bulunduğunu duydum, fakat göremedim.
Halbuki bu adamın bütün eserlerini Almanca, Rusça hattâ kısmen İngilizcede ve diğer birçok lisanlarda bulmak kabildir. Mesela Almanya’da en çok okunan ecnebi muharrirdir. (Pan yüz binden, Yerin Bereketi altmış binden fazla satılmıştır.)
1929’da Nobel mükâfatı alan romancı Thomas Mann’ın “Yaşayanların en büyüğü” dediği bu adam bugün Dickens, Balzac ve Dostoyevskiler ayarında bir romancı sayılmaktadır.
* * *
Knut Hamsun, 1859 senesi Ağustosunda Norveç’in şimalinde Gudbrandsdalen’de Lom isminde bir köyde doğdu, ilk zamanlarda babasının yanında çalıştı. Fakat ailesinin fakrı (3) kendisini, ekmeğini dışarda aramıya mecbur etti. Kunduracı çıraklığından köy mektebi, muallimliğine kadar birçok işlerde bulundu. Okuyup yazmağı kendi kendine öğrenmişti. İlk hikâyesi 19 yaşında iken bir kasaba gazetesinde çıktı, sonradan Victoria romanında değişmiş ve fevkalâde tekâmül etmiş olarak görülen bu yazının mevzuu aşktı, ve ilerideki Hamsun’dan haber veriyordu. Fakat tabiatile kimsenin gözüne çarpmadı. Yalnız zengin bir adam kendisini Kristianyaya (şimdiki Oslo) kadar yollayarak tahsil ve inkişafım (4) temin etmek istedi. Fakat genç adam yazılarını burada kimseye okutturamadı. Hiçbir gazete kendisine yüz vermiyordu. Açlık baş gösterince bir kereste fabrikasına amele girdi ve nihayet taliini (5) Amerika’da denemiye karar vererek oraya gitti, tramvay biletçiliğinden çayırlarda orakçılığa kadar her şey yaptı. Sonra hastalanarak Norveç’e döndü. Bir hastahanede bir müddet yattıktan sonra çıktı ve Oslo sokaklarında, cebinde yazılan, gazete idarehaneleri arasında tekrar dolaşmıya başladı. Tali kendisine gülmüyordu. Yazdığı ilmi, felsefî makalelerle musahabeler (6) ısrar ile reddedüiyordu, bu hal bir buçuk seneden fazla devam etti ve kendisinin sonradan Açlık romanında anlattığı feci ve korkunç hayat, aç ve sefil günler, tekrar Amerika’ya kapağı atıncıya kadar devam etti.

Fakat Amerika bu kafasının içi tutuşan adama bu sefer de güler yüz göstermedi. Oradaki İskandinav kolonilerinde modem Amerika aleyhinde konferanslar verdi ve alay edildi. Buna acıyan bir tüccar yol parasını vererek kendisini eski dünyaya yolladı. Hamsun için Kopenhag’da yeni bir sefalet devresi başlıyordu. Bu sıralarda Açlık romanının birinci kısmım yazdı, bir ga¬zete müdürü bunu okur okumaz genç adama büyük bir alâlca gösterdi ve roman bu gazetede tefrika edildi. Bu roman Hamsun’un ismini hudutların dışında da meşhur etti. Almancaya ve Rusçaya derhal tercüme edildi, aynı senede (Modern Amerikanın fikrî hayatına dair) isimli bir tetkiki ve (Muammalar) diye bir romanı çıktı. Bunları “Açlık” kitap halinde takibetti. Şöhretini asıl dünyaya yayan, 1893’de çıkan “‘Pan” romanıdır. Şimal yazlarını, ormanlarını ve orada geçen çok kuvvetli ve yakıcı bir aşk macerasını anlatan bu romanda tasvirler harikulâdedir. İnsan okurken otların mırıldandığını ve ormanın konuştuğunu duyar gibi olur. Bu eser, dünya edebiyatında bir İkincisi olmayan eserlerdendir… Bunu birçok güzel ve yine vakaları Şimalde cereyan eden romanlar takibetti. “Yerin Bereketi” 1920 Nobel mükâfatını aldı. Bundan sonra uzun müddet susmuş görünen Ham- sun 1927’de “Sonuncu Bap”, 1929’da “Serseri”, 1931’de “August” ve 1933’de “Senelerden ve Günlerden Sonra” isimli büyük romanları ortaya atarak, 75 yaşına geldiği halde yaratıcılığından ve kudretinden hiçbir şey kaybetmediğini, hâlâ yeniye, güzele, büyüğe doğru durmadan yükseldiğini bize ispat etti.

Acaba bu neslin ebediyete vereceği adam hakikaten Ham- sun mudur? Şimdiden böyle bir hüküm vermek esaslı bir şey olmaz. İşte Ibsen meydandadır. Bir zamanların yarım Allahı olan, Avrupa sahnelerine rakipsiz hükmeden bu adam artık bizi hayran etmiyor. Hattâ eserlerinin ve oradaki fikirlerin bizi güldürmeyişini sırf kendi nezaketimizde aramalıyız. Çünkü İbsen’in o kadar mühim olarak ortaya attığı teoriler bugün bizim için bir mesele bile değildirler. Ehemmiyetlerini kaybetmiş şeylerdir.

Fakat Hamsun’un böyle mevzuları seçmediğini, insanlarının daha uzun ömürlü, daha canlı insanlar olduğunu şimdiden söyliyebiliriz. O romanlarına bizi her zaman için meşgul edebilecek mes’eleleri almıştır. Bunlar muhakkak ki her zaman okunacaktır. Her geçen dakika bu san’atkârı daha büyük olarak gözümüzün önüne koyacak, ona hayranlığımız, büyüklüğünü idrakimiz zamanla mütemadiyen artacaktır.

Fransız edebiyat tarihçisi Van Tigem Hamsun’u Dostoyevs- ki’ye benzetiyor. Bu benzetiş onun açlık romanından başka bir şey okumadığını isbat eder. Çünkü Hamsun’un bir sefalet ve ıstırap abidesi” olan bu ilk eserinde o büyük sefalet dâhisi Dostoyevski’nin bulunduğu yerler ihtimal gösterilebilir, fakat ikisi arasında kâinatı görüş ve kavrayış itibarile öyle büyük farklar vardır ki, her ikisini de okuyan bir adama yukardaki iddianın cahilce gelmemesi mümkün değildir. Bunlar yalnız kahramanlarının ölmezliği, canlılığı itibariyle mukayese edilebilirler, her ikisinde de insanlar hakikattekinden daha hakikidirler. Fakat bu insanlara Öyle bambaşka gözlerle bakarlar ki.
Dostoyevski karanlıktır. Teşrihlerinde (7) insafsızdır. Hattâ bunu gören Turgenief biraz mübalâğa ederek ona “Asrımızın Marquis de Sade’ı” demiştir. Fakat bu romancının her satırında derin bir merhamet ve sevgi saklıdır. O, en fena olarak gösterdiği insanlarda bile bir iyi taraf bulur ve onu sever. Meyustur (8), fa¬kat hiçbir zaman ümitsiz değildir ve sonunda daima bir ışık görür.

Hamsun ise aydınlıktır. Tatlıdır. Kahramanlarına karşı kısmen lâkayttır. Kendisinde merhametten ziyade keskin, ağır, fakat acıtmayan bir istihza görülür. Daha doğrusu merhameti biraz da istihfaf (9) ile karışıktır. Bu âlemin bir kere böyle geldiğini ve böyle gideceğini, bunu düzeltmeğe çalışmanın beyhude olduğunu söyler. Ve onun fikrince bu böyle imiş diye üzülmeğe, dirsekleri masaya dayayıp derin ve karanlık düşüncelere dalmağa hacet yoktur. Onca. bizim vazifemiz inkıyat etmek (10), ebedî kanunlara baş eğmektir… Ve ıstırabımızı teskin için kendimizi birtakım yalanlarla avutmak…

Dostoyevski Avrupa’da uzun müddet kalınca karısına şöyle bağırmıştı: “Rusya’ya dönelim. Rusları unutuyorum…” ve günün içtimai meseleleri kendisini her zaman meşgul etmişti. Mütemadiyen beşeriyet muammaları halletmeğe uğraşırdı.

Hamsun ise çok yalnız bir hayat yaşadığı için bugünkü dünya ile alâkası azdır. Norveç’teki küçük cemiyet parçalarını emsalsiz bir kudretle anlatır ve bununla iktifa eder(11). Böylece ölmez insan tipleri yaratmıştır, fakat bu tipler, bugünkü dünyayı saran birçok İçtimaî hareketlere yabancıdırlar. Çünkü bu hareketlere zaten Norveç yabancıdır. Hamsun ise bütün hususiyetlerile bir Norveçli, bir Şimal adamıdır.

Waiter von Molo’nun dediği gibi: “O kadar çok şey bilir ki, hiçbir şeyi kati olarak bilmemekle mağrurdur (12). Kendisi için asıl muamma ve hayatın sırrı, hiç bıkmadan kendi en derunî(13) «Ben»ini temaşa ve imtihan ettiği aynadır.”
Yaşadığı memleket dünya patırdılarından uzak, yalnız aza-metli tabiat ile didinen insanların memleketidir. Hamsun memleketinin en büyük bir evladı olmak sıfatile orayı temsil eder. Gürültüsüz, patırdısız, ve tabiat kadar büyüktür. Kitaplarını okurken orada geniş, hudutsuz ve derin bir insan ruhundan başka bir şeyler aramamalıdır.
(Varlık, 21. sayı, 15 Mayıs 1934)

(1) İnsan
(2) Yoluyla.
(3) Yoksulluğu
(4) Gelişimini
(5) Şansını.
(6) Konuşmalar.
(7) Açımlamalarında.
(8) Umutouzcadır.
(9) Küçümsemeyle,
(10) Boyun eğmek,
(11) Yetinir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir