Köle – Hans Kırk

17. yüzyılın sonlarına doğru Yeni Dünya?dan İspanya?ya doğru yola çıkan, altın yüklü bir İspanyol hazine gemisi… Gemide dönemin sınıfsal yelpazesinin neredeyse her renginden insan vardır. Ve hepsi bulundukları yerden bakmaktadır dünyaya. Derken bir Kızılderili köle çıkar sahneye. İlkel ve basit düşünen genç bir adamdır bu. Ama onun bu ilkel ve basit düşünceleri, dönemin ?uygar? ve ?iktidar sahibi? güçlerine ve onların yaklaşımlarına karşı kimliğini savunma cüreti ve inadıyla birleşince, gemide her şey altüst olur?

Köle, hem içeriği, hem de yazılma nedeni ve koşulları açısından son derece ilginç bir roman. Siyasi mücadelenin tam ortasına atılmış bir komünist olan Danimarkalı yazar, Nazilerin 1940?ta Danimarka?yı işgal edişinin ardından tutuklanır. Kirk ve arkadaşları 1941 sonları ve 1942 başlarında, yazarın kendi deyimiyle ?ümitsiz bir durum?la karşı karşıyadırlar. Nazilere boyun eğip eğmeme tartışmalarının ortasına düşmüşlerdir. Roman işte bu boyun eğip eğmeme tartışmasına bir cevap olarak yazılmıştır. Kirk, kitabın müsveddesini cezaevinde bitirir. Ardından bir fırsatını bulup cezaevinden kaçar ve kaçarken de müsveddeyi gizler. Fakat Almanlar onu bulup yakarlar. Yazar savaşın ardından tüm romanı yeniden yazmak zorunda kalacaktır.
Verilen önemli siyasi-felsefi mesajların yanı sıra, çok farklı kesimlerden gelen tipler de büyük bir başarıyla betimlenmiştir bu son derece etkileyici romanda.

Önsöz / Giriş
Ey, efendimizin kutsal annesi,
yok et düşmanlarımızı
ve iyi bir yolculuk ihsan eyle bize,
şu tuzlu denizlerde.
Eski bir İspanyol denizci şarkısı
Meyhanede, boşalan kadehinin başından gemiye gitmek üzere kalkan asker Juan Gomez?in kafası içkiden uyuşmuş gibiydi. Parayı son kez tezgâhın üzerine fırlatırken, kır düşmüş sarkık bıyıkların süslediği güneş yanığı zayıf yüzünde kayıtsız bir ifade vardı.
Öğle sonrası sıcağının tam gözüydü; güneş kıvılcımlar saçıyordu. Toprağın üzerini kaynayan kükürdü akla getiren bir pus kaplamıştı. Gün ışığı, beyaza boyalı duvarlardan ve pencerelerin önünü kapatan elma yeşili ve mavi pancurlardan ateş parıltıları hâlinde geri yansıyordu. Alandaki engizisyon binasının önünde yükselen palmiye ağaçları diplerine gölge düşürüyorlardı. Koyu sıcağın ortasında, serin bir deniz gibiydi bu.
Veracruz liman alanındaki tüm ambarların kapıları ve kapakları ardına kadar açıktı. Siyah adamlar mavnalara kutu ve sandık taşıyor, bu tekneler de yükü götürüp San Salvador?a boşaltıyorlardı. Ara sıra bir kölebaşı, taşıyıcı sırasının arasına dalıyor, elindeki deri kırbaçla, terden pırıl pırıl kara bedenlere darbeler indiriyordu.
Kutsal Yürek Kilisesi?nin çanları çınlamaya başladı. San Salvador?un başarılı bir yolculuk yapması için dini tören düzenleniyordu.
Tören alayı liman alanını ağır ağır geçmeye başladı ve tüm çalışma durdu. Beyaz ve menekşe rengi giysiler içindeki rahiplerle ellerindeki buhurdanları sallayan buhurdancı çocuklar, toz toprağın içine iki büklüm eğilmiş siyahlar ve ellerinde sımsıkı tuttukları kamçılarıyla diz çökmüş kölebaşıların yanından geçtiler. Tütsünün hoş kokusu, sahilden gelen leş gibi çürük yosun kokusuna karıştı. Oldukça süslü, yaldızlı bir Meryem Ana figürü saygıyla, düz tabanlı bir sandala indirildi ve ona eşlik eden rahipler ve korocu çocuklarla birlikte, demirli olduğu yerde zarifçe inip çıkan gemiye doğru yola çıktı.
Juan Gomez dosdoğru eski dostunun, kölebaşı Pablillo?nun kollarına koştu. Pablillo, top gibi yusyuvarlak belli, hareket ettikçe, güneşin pişirdiği toprağın üzerinde takırtılar çıkaran demir çemberli tahta bir bacağa sahip, iriyarı, kıpkırmızı suratlı bir adamdı. Elindeki kırbacı arkadaşça bir edayla Juan?a yapıştırdı.
? Buradasın ha, seni boğanın evladı, diye bağırdı. Günü geldi mi? Şu senin büyük ahmaklık günün?
? Günü geldi, dedi Juan. Hatta saati bile…
? Gemiye binen yok henüz, dedi Pablillo. Gelgitin yönü dönene kadar demir almaz ve bunun için de daha çok erken. Gel, boğanın evladı, serinde bekleyen ufak bir fıçım var.
Kamçısını kaldırıp birden uzun adımlarla köle sırasının arasına daldı ve kölelerden birinin sırtına bir darbe indirdi.
? Çabuk olun, sizi kızışmış köpekler! Emdiğiniz sütü burnunuzdan getiririm yoksa. Canlanın; aksi takdirde, Madonna aşkına, derinizi yüzerim sizin.
Pablillo?nun kırbacını yiyen zencinin acılı feryadını kölelerin yoğun iniltileri izledi. Sıra, kaçmaya çalışan bir yılandan daha hızlı yürümeye başladı.
? O kara ruhlarının temelinde tembellik yatıyor, dedi Pablillo.
Gözünü bir an üzerlerinden ayırsan, bütün iş durur. Ama haydi kardeşim, sana veda etmek üzere sakladığım bir fıçım var.
Pablillo şarap fıçısını ambarın arka tarafına gizlemişti. Bir palmiye ağacının altına oturdular; buradaki gölgelikte insan kendini serin bir kuyuda gibi hissediyordu. Pablillo ilk yudumu alarak deri fıçıyı dostuna uzattı. Başını arkaya atan Juan, ağzını, alabildiği kadar içkiyle doldurdu.
? Sen aptalın birisin, dedi Pablillo, samimi bir ifadeyle ona bakarak. Niye memlekete gidiyorsun? Orada yapabileceğin ne var ki? Seni bir asilzade gibi karşılayacaklarını mı sanıyorsun?
Hayır; birkaç ay içinde pişman olacak, söylediklerimin ne kadar doğru olduğunu anlayacaksın.
? Belki bir bağ satın alırım, diye karşılık verdi Juan.
? Bir köylü gibi çalışıp çabalayacaksın; ama kendi ürettiğin şarabı içmeye bile yetmeyecek paran. Genç bir kadını yatağa atacaksın ve o, on yıl içinde, seni etraft aki her tür serseriyle aldatan, huysuz bir dişi domuza dönecek. Buradaki toprak neyimize yetmiyor? Eve dönenler katırdan beter çalışıyor ve bunun için kimsenin onlara teşekkür falan ettiği de yok. Biz burada kamçıyı şaklatan kişileriz; onlarsa pis işler yapmak zorundalar.
? Kendime bir bağ satın almayı düşünüyorum, dedi Juan Gomez, kaba, köşeli tırnaklı ve boğum boğum ellerine sakince bakarak. Meyhanede alcaldenin (belediye başkanı, yargıç ?çev.) bitişiğindeki masaya kurulup oturabilir insan. İyi bir mülk satın alabilirim ve geriye yine de bir miktar param kalır.
? Ve yine de bir dilenciden başka bir şey olmazsın. Sen bu hayatı tattın bir kere; artık bir köylü değilsin. Şahsen ben, eğer bir daha memlekete gidersem, Tanrı cezamı versin.
Pablillo fıçıdan koca bir yudum alıp rahatça yere uzandı ve devam etti:
? Otuz yıl önce buraya geldiğimizde ne hâldeydik? Deniz tutmuş, iskorbütlü herifl er… Memeyi yeni bırakmış bir acemi sürüsü… Sümüklü aptal takımı… Bize istediklerini yapabilirdiler.
Bizi vahşetin ve ıssızlığın ortasına sürüklediler; dağlardan ve lanet ovalardan geçirdiler. Sinekler gibi dökülüp öldük. Bizi, yeterince açlık ve susuzluk çekersek, sonunda taşıyamayacağı mız kadar altına sahip olacağımıza inandırdılar. Tabii, onların subayları kendi repartimientolarını, geniş mülkleri, yerli köleleri kaptılar ve biz de çıplak kıçımızla ortada kalıverdik. Büyük adamların büyük ağızları olur; bizimkiler ise küçücük ve ona da pislik tıkıyorlar.
? Haklısın, dedi Juan. Çoğumuz için hoş bir ülke olmadı burası. Zaten ben de bu yüzden memlekete dönüyorum ya.
? Buraya geldiğin günkü kadar salaksın, kardeşim, dedi
Pablillo. Hatalarımızdan ders çıkarmazsak, şu dünyada ne halt ederiz? İki tür insan vardır: oradakiler (hafifçe doğrulup kamçısıyla köleleri işaret etti) ve onların sahipleri. Onlar kölelik etmek, ağır işlerde çalışmak için doğmuşlardır, ta ki, bir gün Şeytan gelip onları alana kadar. Onlar açlıktan kırılmak ve dayak yemek için gelmişlerdir dünyaya. Ruhları ölümsüz diyebilirsin; ama bana sorarsan hiç de öyle değil. Nasıl olsun ki? Onlar sadece tenden ibarettirler. Öldüklerinde, doğrudan cehenneme giderler ve belki Şeytan onları orada da ayak işlerine koşturur.
Yine söylüyorum, iki tür insan vardır: her şeye sahip olanlar ve gırtlaklarına kadar borca batmış olanlar. Ve sen, hangi tarafa ait olmayı istediğini belirlemek durumundasın. Şarabını iç, boğanın oğlu.
? Çift liğimi satın aldığımda, mülkümün sahibi olacağım ve tepemde bana ne yapmam gerektiğini söyleyecek kimse olmayacak, dedi Juan sakin sakin. Belimi saran kuşağım boydan boya altınla dolu olacak.
? Ve yatağına genç bir kadın atacaksın, keçi herif. Ve bir ev dolusu bitli çocuk yapacaksın. Hasat kötü olacak ya da hastalanacaksın ve paran çok geçmeden suyunu çekecek. Durumu kurtarmak için didinip duracaksın. Günün birinde borç para almak zorunda kalacaksın. İşte asıl oyun o zaman başlayacak.
Daha başına ne geldiğini anlayamadan, başkaları için çalışan fakir, sefil bir herif olup çıkacaksın; küflü ekmek yiyip boktan şarap içeceksin. Eğer meyhanede yanında bit içinde oturursan, alcalde defolup gitmeni söyleyecek sana. Hayır, bana bak! Uzun zamandır görev yapan, bacağının birini kaybetmiş, ama onun yerine, iyi işleyen bir kafa kazanmış bir adamım ben. Doğru taraftaki insanlarla bağlantılarım var. Yaşlı Rodrigo nalları diktiğinde, liman amiri olmayı umuyorum. Fazla çalışma gerektirmeyen iyi bir pozisyon bu. Ama iki bacağım olsa ve bu kadar da şişman olmasam, bir malikânede calpixqui olmayı tercih ederdim.
Oğlum, memlekete gidip yaşlılık yıllarını koyun pisliği eşeleyerek geçirmek yerine niye calpixqui olmuyorsun?
Juan, cevap yerine omzunu silkti. Pablillo devam etti:
? Yoksul bir bağcı, hatta açlıktan nefesi kokan bir asilzade, bir calpixquiyle karşılaştırıldığında nedir ki sahiden? Tırnaklarının arasında ezebileceğin bir bitten daha fazlası değil… Calpixqui, mülkün asıl sahibi değildir belki; ama mülk sahibi uzaktadır ve o neredeyse efendinin kendisi gibidir. Elinde o kadar geniş yetki olduktan sonra, bir repartimientoyu nasıl yöneteceğini bilememesi için tam bir aptal olması gerekir. Üstüne üstlük gönlünün çektiği her şey onundur. Besili bir piliç gördüğünde, yallah tencereye atar onu. Canı çektiği her kadını elde eder. Bu onun hakkıdır. Ve eğer yerliler bunun tam farkında değilse, onlara bunu hemencecik öğretiverir. Dünyayı neyin yönettiğini hiç düşündün mü, azgın boğanın oğlu?
Juan başını salladı.
? Kamçı! Her şeyin yolunda gitmesini sağlayan odur. Onu nasıl şaklatacaklarını bilmeseler, bütün bu işlerin altından kalkabilirler mi sanıyorsun? Asilzadeler, piskoposlar, kardinaller, hatta kralın bizzat kendisi? Eğer benim gibi insanlar sığır derisi kırbaçla en büyük acıyı nasıl verdireceğini bilmese, var olabilirler miydi? Bunlar üzerine biraz düşün, oğlum. Keşişler bize, buraları, yerlilere gerçek imanı öğretmek ve onların ruhlarını kurtarmak için fethettiğimizi söylüyorlar. Ama belki ruhunu kurtarırım diye bir pilici boğazlar ya da şişte çevirdiğim bir öküze nasihat eder miyim? Hayır, öküzü büyük bir iştahla, onun ölümsüz bir ruh taşıdığını hiç düşünmeden yiyiveririm. Ve kırbacımı sadece ona gerek olduğunda şaklatırım. Kırbacı şaklatırım; zira o yönetendir. Şuradaki siyahlara bir bak. İçlerinden birine, ?Sen, kara piç, git ve kendi erkek kardeşini öldüresiye döv; çünkü onun suratını görmeye tahammül edemiyorum,? desem, emrime itaat eder. Bilir ki, bunu yapmazsa, bağırsakları o kara karnından fırlayana kadar kırbaçlarım onu. Tanrının krallığı, iktidarı ve haşmeti cennettedir; burada ise, güç ve iktidar, eğer istersek, bizim gibi insanlara aittir. Bıçaksız bir el nedir ki? Sen ve ben bıçağız ve ben bıçak olarak kalmak istiyorum.
? Şarabın sıkı, dedi Juan Gomez.
? Sıkı ve güzel, Castille?de ondan daha iyisini bulamazsın, diye onayladı Pablillo.
San Salvador?dan etrafa korocu oğlanların tiz, hoş, metalik sesleri yayılıyor, bu arada Meryem Ana figürü baştan kıç tarafa doğru taşınıyor ve güverte ile direklere kutsal su serpiliyordu.
Son yük de yerleştirilince, zenci köleler depo duvarlarının kenarına, ince bir çizgi oluşturan gölgeye bitkin bir hâlde çöktüler.
Sıcaktı; ter, çürük yosun ve toz kokusu çekiliyordu ciğerlerin ta dibine kadar. Fakat havada, tembel, köpüklü dalgaların kıyıyı hafif hafif okşayacağı bir akşam serinliğinin ipuçları da vardı.
Derken, yaya olarak veya tahtırevanlar üzerinde, yolcular sökün etti. Papazlar, arazi sahipleri, memurlar ve tacirler… Rıhtım, giderek, uzun yolculuğa çıkanlarla vedalaşmaya gelenler ve San Salvador?un demir alışını izlemek isteyen meraklılarla dolup taşmaya başladı. Juan Gomez?le Pablillo?nun oturduğu yerin hemen sağından, liman meydanının kırmızıya çalan sarı bir kabuk bağlamış toprak zeminini aşarak, bir tahtırevan taşıyan dört zenci geçiyordu. Tropika sıcağının ortasında, beyaz perdelerin ardında, ufak tefek, kel kafalı bir adam, yumuşak yastıkların üzerine kurulmuştu. Sararmış çimenleri andıran ince bir sakalın çevrelediği soluk, kemikleri çıkmış suratı, meraklı bir maymununki gibi öne doğru fırlamıştı. Gözleri kafatasının oldukça derinlerine gömülüydü ve tahtırevandan dışarı gevşek bir vaziyette sarkmış, nasırlı, maviye çalan siyah tırnaklı eli, ölü bir kuşun pençesini hatırlatıyordu.
? Bu, Don Guilemo, dedi Pablillo, gayri ihtiyari fısıltıyla konuşarak. Onun yüz yaşında, hatta belki daha da yaşlı olduğunu söylüyorlar. Kim bilir? Şeytan elini bir tutmuş, bir daha bırakmıyor. Geçen haft a, bir cenaze alayının yanı sıra sarhoş  sarhoş, şapkasını çıkarmadan yürüdü diye bir melezi mahkûm etti; adam şimdi kızartılmayı bekliyor. Oysa Don Guilemo?nun kendisi yerel büyücülerle büyüler yapar ve bunu da herkes bilir;
ama kimse ona bir şey yapmaz. Yani senin de gördüğün gibi, bu, ait olduğun tarafı seçme meselesidir. Baksana bir, oğlum, gemiye binmen öncesinde oturup fıçı boşaltmak zorunda kalıyoruz.
Yazıklanır biçimde başını sallayan Pablillo?nun dudaklarından, sanki hisleriyle aynı doğrultuda olmadığını akla getiren sözcükler döküldü.
? Bu iyi bir ülke, dedi. Babam Córdoba?da bir cellat yardımcısıydı. İşinin ehliydi; onun kadar becerikli ve dakik biçimde kelle uçuran, adam asan, yakan ya da çarkta parçalayan olmamıştı.
Meyhanede kendisine ait maşrapası vardı; kalabalığa doğru ilerlediğinde, insanlar yolundan çekilirdi. Evimize yabancı biri çok seyrek gelirdi. Cellat yardımcılarının en yeteneklisi olmasına karşın, eski cellat öldüğünde onun yerini alamadı. İyi bağlantıları olan başka birini seçtiler. Gördüğün gibi, işler böyle yürüyor. On iki yaşımda evden uzaklaştım. Aç kaldım; çok kötü günler geçirdim. Rezil bir hayattı; ama işte şimdiki hâlim: beyaz adam ve hidalgo (soylu, asilzade ?çev.). Bazı insanlara baş eğmek zorundayım; ama birçok insan da bana baş eğmek zorunda.
Masanın ucuna ilişip ağız dalaşına girişmiş bir sürü herifle şarap içmek için memlekete gitmeye hiç niyetim yok. Beni sinirlendiren olursa, kırbacıma sarılıyorum ve o da, kanlı çizikler açıyor. Belki asıl kızdığımın değil, başka birinin sırtında… Ama yine de içimdeki öfk eyi söndürüyor ve hayattan yeniden keyif alabiliyorum.
? İnsan, bıçak olmaktan da usanıyor, dedi Juan. Ve bir el, bıçak savurmaktan başka işler de yapabilir. Artık genç değilim; huzur ve sükûnet arıyorum. Evlenecek, çoluk çocuğa karışacağım ve bir gün sen de ülkeye geldiğinde, sana şarabımdan tattıracağım.
? Kalp iki bölümden oluşur. Biri bunları ister, diğeri kalmayı. Bir yanı iyiliği, bir yanı kötülüğü gözetir. Belki babam, kamçılama direğine bağlı bir hırsızı kırbaçlarken içten içe gözyaşı döküyordu. Belki de üzerine çullanmış tüm haksızlıkların intikamını alıyordu bu yolla. Kim bilir? Kutsal Meryem, başka bir insanın içindekileri kim bilebilir? Ama başkalarının zaafları bizim gücümüzdür ve bizim zaafl arımız da başkalarını güçlendirir.
Hangisi daha iyi, güç mü zayıflık mı?
? Hiçbir fikrim yok, dedi Juan. Benim derdim, kendimi güçlü hissetmek ya da kırbacı ne kadar sert vurduğumu görmek değil. Buraya geldim; çünkü ben de senin gibi yoksuldum.
Ülkeyi boydan boya aşıp yeni topraklar ve şehirler fethetmeye devam edeyim, onlara daha fazlasını kazandırayım diye bana ücret ödediler. Bunu yapmaya hakları var mıydı, yok muydu bilmiyorum. Ben ücretimi almaya baktım. Benden isteneni yaptım. Ve artık kendi hayatımı yaşamak istediğim bir noktaya vardım.
? Bitli bir köylünün hayatı, diye laf sokuşturdu Pablillo.
? Belki de ailemden bazıları hâlâ hayattadır. Bir sürü erkek ve kız kardeştik ve hepimiz de tepeden tırnağa yoksulduk.
? Ve şimdi aynı sefalete doğacak çocuklara baba olmak istiyorsun. Merak ediyorum, burada kaç tane çocuğun var?
? Bunu nasıl bilebilirim ki?
? Ağaç meyvesini döker ve onun nerede filiz verdiğini bilmez,
dedi Pablillo. Bu ülke bizim gibiler için Tanrı?nın bir nimeti;
sen de kalkmış bunu reddetmek istiyorsun. Senin için bir mum dikeceğim, kardeşim; günahın büyük senin. Aslında belki
de ruhun için bir dua okurum. Fakat bütün azizler adına, birbirimizi tanımakla geçen onca yılı özlemle anacağım. Bugünlerde ne tür adamlar gönderiyorlar böyle buraya? Kıtlık yılları kadar uzun soylu adlar ve bir sonraki gemiyle tekrar dönene kadar doldurmak istedikleri dipsiz ceplerle geliyorlar.
Maviye çalan siyah saçlarıyla zayıf bir oğlan koşarak geldi ve Pablillo?nun sığır derisi kırbacını kaptığı gibi, dinlenmek üzere gelip deponun yanında durmuş bir zencinin üzerine doğru atıldı. Zayıf kaslı kollarıyla kamçıyı şaklatırken, çocuksu sesiyle haykırdı:
? Seni domuz, seni kara orospu çocuğu! İnsanların gözü önünde gelip burada öylece dikilebileceğini mi sanıyorsun?
Hem de tören alayı buradan geçmek üzereyken… Yoksa tam Madonna?nın suratının ortasına işemek niyetinde misin? Derin şerit şerit sarkana kadar kırbaçlayacağım seni! Seni domuz, seni siyah köpek!
Köle, kendisini kovalayan çocuk arkasında olduğu hâlde, fırlayıp kaçtı; Pablillo?nun yüzü keyifl e parıldadı.
? Bu hergele bayağı sıkı, dedi. İşi kaptı; baksana darbeleri nasıl ustalıkla yapıştırıyor. Her vuruş en acı verecek yere iniyor.
Kamçının nasıl kullanılacağını biliyor.
? Oğlandan memnunsun, dedi Juan. Sana benziyor.
? Daha çok babama, diyerek gülümsedi Pablillo. Kamçıyı
parmaklarının arasında tutuyor. Bu benim tarzım değil. Yerlerde yuvarlanıp geberene kadar kırbaçlayabiliyorum bu Tanrı?nın cezası hayvanları. Fakat bu da iyi bir şey değil, kardeşim; kara bir iblis para demek zira. Fakat bizim hergele onlarla, kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyor resmen. Bu, babamın tarzı. Canları çıkasıya kadar eziyet ediyor onlara, ama asla daha fazla değil.
Bu şerefsize bir kamçı ver, bütün bir köle sürüsünü idare etsin. Böyle dört tane var kulübede. Yarım kan melezler; ama baskın olan benim kanım.
? Artık gemiye gitme zamanı, dedi Juan. Elveda, Pablillo. Ve teşekkürler, iyi ve kötü günler için…
Kucaklaştılar. Pablillo?nun gözlerinde yaşlar belirmişti.
? Oğlum, seni lanet boğa, eskilerden kalanların sonuncususun sen, diye sızlandı. Sen gidince, boktan, sıkıcı bir yer olacak burası. Geçmiş hakkında sohbet edecek kimse kalmayacak.
Artık bana meyhanede şarabımla baş başa, yapayalnız oturmak var; gençler yaşayacakları bir hayata sahipler çünkü. Bazen Şeytan?dan her şeyini, karını, çocuklarını, evini almasını istemek geçiyor insanın içinden. Ama neşelen; bir gün İspanya?daki perişan hâlini görmeye ziyaretine geleceğim. Bir fıçı şarap hediye edecek, bir de güzel bir kız satın alacağım sana, seni keçi.
? Umarım ileride tekrar görüşürüz ve dilerim mutlu bir geleceğin olur, dedi Juan. Sonra son yolcuları gemiye götürmek için bekleyen sandala bindi. Kayık San Salvador?a gitmek üzere kıyıdan açılırken, ayakta durup karaya doğru baktı. O gün çok şarap içmiş, birkaç dostla vedalaşmıştı. Ve işte yola çıkmıştı artık. Elinde bir paket tutuyordu ve ceketinin altında, belini saran kalın, sağlam deri kemerde, bir sürü ağır altın parçası vardı. Onlar, yeni ülkede geçen meşakkatli otuz yılın terinin karşılığıydı. Kayıktaki diğer yolculara dikkat bile etmedi. O hâlâ ayakta, kiliseleri, soylulara ait evleri, perişan Kızılderili kulübeleri, kumarhaneleri, rahibe manastırları, depoları, tacirlerin satış barakalarıyla gözünün önüne serilmiş kentin ardında uzanan, güneşin kavurduğu topraklara dalmış hâldeydi. Uyuşmuş, puslu zihninde birtakım karışık görüntüler uçuşuyordu. Zor bir hayat, diye mırıldandı, lanet, zor bir hayat ve karşılığında eline geçen ne?
Kavurucu güneşin altında pişmekle geçen otuz yıl boyunca asker tayınına talim etmişti. İnsanın sıcak havadan, yoğun rutubetten nefesinin kesildiği, sert sarmaşık yumaklarını elde pala parçalayarak kendine yol açabildiği ormanlar aşmıştı. Görüp görülebilecek tek bitkinin sarı ve alev kırmızısı çiçekleriyle kaktüsler olduğu çölleri arşınlamıştı. İnsanın gözlerine inanamayacağı yeşillikteki bambu ağaçları arasından kıvrılarak ilerleyen gümüş beyazı dumanlarla kaplı vadilerin üzerinde ayın parıldayışını seyretmişti. Yeni topraklar, kentler, madenler, plantasyonlar, müthiş mülkler fethetmişti. Oueio, baş döndüren manyok birası içmiş, hurma şarabıyla bol bol kafa çekmiş, kahverengi kadınlarla eğlenmiş, tam bir Hıristiyan gibi günah çıkarmıştı.
Berbat bir hayat, diye düşündü. Anlamsız bir hayat… Kaç adam öldürdüm acaba? Bir ara bunun hesabını çıkarmıştım. Bugünlerde bir hayat kaç para eder ki?
Bunun üzerine biraz düşündü ve kendi kendine, bu yeni ülkede insan hayatının değerinin hiç de yüksek olmadığını söyledi.
Yine de hayat bir biçimde boy veriyordu, bu sıcak, bataklık dolu topraklarda; vahşice köklerini derinlere salıyor, açılıp saçılıyordu, kurumuş gövdelere sarılmış yabani sarmaşıklar gibi.
Her yandan yaşam fışkırıyordu, çimenlerin arasından tıslayan zehirli yılanlarıyla, zarif ceylanları ve rengârenk kuşlarıyla. Bu, telaşlı, karmakarışık, ağu saçan bir hayattı ve de çürüme ve ölüm soluyordu.
Derken, gözleri, liman meydanında durmuş, şaklattığı kırbacıyla hoşça kal diyen Pablillo?yu yakaladı. İki kolunu birden kaldırıp sallayarak karşılık verdi.

FATİH BALKIŞ, 07/11/2008 tarihli Radikal Gazetesi Kitap Eki
?Köle?; bizi köleliğin, engizisyonun ve Doğu?nun hazinelerinin çoktan bitip tükenmiş olduğu İspanya?ya götürüyor. Kralın sadık hizmetlileri, toprak sahibi baronesler, imtiyazlı devlet ve din adamları, askerler ve sonunda plantasyonlarda çalışmaya zorlanan köleler San Salvador adlı gemide bir araya gelmişlerdir

Avrupa romanının oluşturulmuş bir tarihi var. Akademidekiler, ansiklopediler, roman sanatıyla ilgilenen ve bu konuda fikir yürüten eleştirmenler bu tarihi çizgisel bir kavrayışla anlatmaya bayılırlar. ?Roman ne zaman başladı? denildiğinde hemen hepsi söz birliği etmişçesine ?Don Quijote? diye haykıracaktır. Sonra sırasıyla baş yapıtlar gelir, Goethe, Flaubert ve Dickens?la başlayan serüven Kafka, Joyce ve İkinci Dünya Savaşı sonrasından çekip verilebilecek birkaç örnekle sona erer. Tarihselci bakışın, düşüncenin ucuna kondurulan pervanenin cinsi ne olursa olsun, tipik bir göstergesidir bu. Oysa bu çizgiselliğin aşılmak zorunda olduğu küçük sapaklardan da söz edilmesi gerekir. Çünkü bu sapaklar geminin yörüngesinde değil, kendi bildiği yoldan giden minik dalgalardır yalnızca. Tıpkı Hans Kirk?ün Köle?sinin yaptığı gibi, bize gerçek okuma özgürlüğünü onlar sunarlar.
Köle bizi köleliğin, engizisyonun ve Doğu?nun hazinelerinin çoktan bitip tükenmiş olduğu İspanya?ya götürüyor. Kralın sadık hizmetlileri, toprak sahibi baronesler, imtiyazlı devlet ve din adamları, askerler ve sonunda plantasyonlarda çalışmaya zorlanan köleler San Salvador adlı gemide bir araya gelmişlerdir. Her türlü hastalığın geminin dehlizlerinde kol gezmesi yetmezmiş gibi, üst katlarda kendi bağlarından getirdikleri şarapları yudumlayan asilzadeler, gelecekleri, hazineleri ve erdemler üzerine bitip tükenmek bilmeyen sohbetler ederler. Bütün bu görüntü, yönünü yitirmiş, bu yüzden insanlığın değerlerinin değil, anlamsız bir vahşetin eline düşmüş insanlığı gösterir bize. Bağırsakları dışarı dökülene dek kırbaçlanan köleler ve kırılderililer bir yanda, kendi öz bilincini bu iğrenç dünyanın üzerinde gezdiren ve okura biraz olsun soluk alıp verme şansı tanıyan Juan Gomez diğer taraftadır.
Hans Kirk?ün ülkesi Danimarka?nın Naziler?ce işgaliyle tutuklanması ve romanı hapishanede yazmış olması, bir romancının bizzat yaşadıklarını, büyük kölelik dönemiyle açıklamaya çalışmasıyla anlaşılabilir hale gelir. İşgaller, soykırım ve bir insanlık suçu olarak ?beyazlar?ın her türlü vahşete dönüşebilecek sapkın inançları sorgulanmaktadır. Kirk?ün Köle?si içerdiği eğretilemelerle, ucu Faust?a ve Fırtına?ya dokunan destansı bir hikâyedir. Kuşkusuz onun değeri yazarının tutukluluğu ve dönemin zorbalığından değil, kendi ülkesinin ve tüm Avrupa?nın bir zamanlar hırsla sömürdükleri toprakların günahını ödeme zamanının geldiğini kavramasında yatar. Hamlet?in ?Danimarka?da bir Katil var!? sözleri, sanırım işgal edilen topraklar için söylenebilecek en alaycı sözlere dönüşür.
Hikâyenin parçalı anlatımı bir yana, asıl mesele Barones Dona Inez ve satın aldığı kölesi arasında geçen olaylarla düğümlenir. Köle olmaya zorlanan ve buna isyan eden Pancuiaco, intikam sırası geldiğinde hepsinden daha acımasız olacaktır. Boyun eğmesi beklenirken ve hak edeceği özgürlük vaatlerini geri çevirirken, bütün bunları ona sunulan ayrıcalıklar olarak değil, en doğal hakkı olarak görür.
Köle?yi Conrad?ın Karanlığın Yüreği?yle ve Louis Couperus?nun Gizli Güç?üyle birlikte düşünmek ve son sözü geminin dilsiz sahiplerinin adına Shakespeare?in Kaliban?ına vermek gerekiyor: ?…benim olan bu adayı gaspettin, aldın elimden… Öyle bir kralsın ki sen, bana ait krallıkta tek uyruğun var, o da ben, kapatmışın bu kayaya, bu granitten kayaya, bu mağaradan ötesini yasak etmişsin bana!?

Köle – Hans Kırk
(Çeviri: Sermet YALÇIN)
Orijinal Ad: Slave
Sayfa Sayısı: 160
Baskı : 1. Baskı, Eylül 2008, İstanbul
Yayın Yönetmeni: Hayri ERDOĞAN
Kapak Tasarım: Savaş ÇEKİÇ
İç Tasarım: Savaş ÇEKİÇ
Sayfa Düzeni: Gönül GÖNER
Baskı: Graphis

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir