“Korkunun Irmağında”ndan bir bölüm – Suzan Samancı

suzan samancıSur dibinde yaptığımız gezintileri, kentin dışındaki kulübede yaptığımız konuşmaları düşünüyordum. Yağmurun barakalardaki pıtırtıları, piknik tüpünün üstünde fokurdayan demlik, parlayıp sönen sigara ateşleri ne güzeldi. Rojhılat derinlik taşıyan bir fısıltıyla, “Yağmur çoğaltıcıdır,” demişti. “Eksilmiş miydik?” dediğimde, “Bilmem!” diye mırıldanmıştı. “Sorularını içinde sürgün etme ne olur!” demiştim. Tüpün ateşinden çalıp sigarasından derin bir nefes çekmiş, gözünü bir noktaya dikmişti.

Yüzünde insanı büyüleyen bir güç vardı. İçim titrerdi. Aramızda demlikten yükselen buğu, gittikçe artan yağmur, ürüyen köpeklerin sesi duyulduğunda susuyorduk. Sanki konuşsak, bir şeyler çözülecek, kırılacak sanısına kapılıyorduk. Rojhılat, “Çay kına kokuyor,” dediğinde, “Evet, kokuyor,” dedim gözlerine bakarak. “Bana öyle bakma!” ünleyişiyle omuz çekti. Ağzını mühürlemişti. Yüreğimin aralık kapısında kuşku dolu tedirgin kuşlar havalanıyordu. O kırgın sesi… Yağmur pıtırtıları gittikçe artarken, Rojhılat ayağa kalkmış yağmur dinmeyecek kaygısıyla dudakları kıpırdayıp durmuştu.

Pencereden dışarıya bakıyordum. Korku uğultusunda boğulan kentin ruhuna dalış yaptığımda, “öyle ya kentlerin de karakterleri yok muydu?” diye düşünüyordum. Haritadaki kentler birer insana dönüşüyordu. Onlarla konuşurken, ürkek gölgelerin kayışıyla düşüncelerim donuveriyordu. Sokak lambasının ağaçların üzerindeki kımıltılı yansımasında yoğunlaşıp güç kazanmak, unutmak istiyordum. Olmuyordu işte! Sözcükler uzayıp gidiyor, abuk sabuk ilgisiz sahnelerin içinde kaybolacağım kaygısıyla başım dönüyordu. Okuduğum kitaplar avutmuyor, salonda dolanıp duruyordum. Düşüncelerimden uzaklaşmak, bir an olsun rahatlamak için neler vermezdim ki… Düşüncelerim uçuşan kuş sürüsü gibiydi… Söz dinlemeyen asi, deli kuşlar… Uçmayı öğrenemiyordum. Ya göklerde süzülüp dinginleşeceğim ya da yerde sürünüp bu kuşları bir odaya hapsedeceğim. “Hapsetmek ve uçmak!” diye mırıldandım. Öyle ki bozuk bir plak gibi yineleyip durdum. Kitapları karıştırırken, sayfalar uçmaya ve hapsetmeye dönüşürken, inleyen kentin korkulu bakışını da görüyordum. Yaralı bir tanrıça gibi acı çeken kent…

Hep aynı saatte çöp toplayan çocukları bekliyordum. Birbirlerini ittirip arkalarına bakıyorlardı. Bazen torbalarını elektrik direğinin dibine bırakıp oynarken, polis sireniyle bir anda gözden kayboluyorlardı. Torbalara kuşkuyla yaklaşan polislerin homurtuları geceye karışırken, pencerenin gerisinde giz yoğunlaşıyordu.
Çocuk yüzler yaşlı ve yitikti…

İyi ki güneşimiz eksik olmuyor, yoksa daha çok dellenirdik. Güneş içimizi ısıtıyor, hüznümüzü biraz olsun dağıtıyordu. Yatağıma uzandığımda taş gibiydim. Yastığın üstündeki saç tellerini topladım. Kızıl, kahverengi ve siyah. Saç telleri birer insan olup, sanki ensemde soluyorlardı. İçimde bir şeyler kırılıyordu; kırılmışlığı onarmak istercesine, bir sese, bir varlığa gereksinim duyduğumu kendi kendime söyleyemiyordum ki… Gözlerimi kapadım.

İnsanın içine lök gibi oturan acılar vardır, anlatılmayan, gittikçe çoğalan… Varoluş ırmağına ulaşmak istiyorum da neden bu denli tökezliyorum; tökezledikçe darmadağın oluyorum. Yüreğimi, bilincimi, ağzımı, kulaklarımı, gözlerimi elle tutuyorum. Odanın içinde gezinen gölgemle konuşuyorum. Kendimi ikiye bölüyorum. O evden eve koşturup ense sayan “ben” ile evde gölgesiyle konuşan “ben…” Bana kafa sallıyor. Otur da kitapları yut! Kitaplara dokundukça gücüm artıyor, siluetim renkleniyor. “Varoluş ırmağında yolculuk yapmaktan korkmaz yorulmazsan etlenip canlanacağım, diğer yarını da içime alacağım; bir bütün olacağım. İşte o zaman gökyüzünden seyredeceksin dünyayı,” diyor. O ırmakta hep ilerlemeyi göze almalıyım. Ah öyle kolay mı ki! Kurşunlar kafataslarını kalbura çeviriyor, cılız enseleri seçiyor. Kent gittikçe kararıyor. İçimdeki ses hedef ve amacımın ne olduğunu soruyor. İki ayrı bayrak: biri düşüncem biri pratiğim, diyorum.

Arkadaşlar dört bir yana dağıldığından bu yana daha da çok dikiliyor karşıma, korku cinlerim gezindikçe geziniyor. Kimseciklere söyleyemiyorum içimdeki depremi. Bir yapbozum ben. Her seferinde sesimi, yüreğimi, gözlerimi, kulaklarımı, ağzımı yerli yerine oturtmak istiyorum. Hevesle başlıyorum, ırmağa ilerliyorum: bu sesim, bu gözlerim, bu kulaklarım, bu ağzım diyorum. O an gün ışığını görüyorum. Nehrin üzerinde ipildiyor, gerçek ve aydınlık diyorum; içim güçle doluyor. İçimdeki parçacıklar usulca birleşirken görünmez ellerin, ayakların bozgununa uğruyorum.
Kentin tam ortasındayım. Dışarıdaki uğultu beni içine çekerken, kendimden geçiyorum. Tankların ağır aksak gürültüsü, uzayıp giden siren sesi… Yatağıma gömülüp yorganı başıma çektiğimde gri dalgalı bir denizin ortasında kayığımla ilerlerken, postallı ayaklar kaplıyor her yanımı. Kayığım alabora oluyor. Deniz silme kafa… Biz yüzmeye çalıştıkça postallar bizi eziyor. Bir film sahnesinden kalan bir parça ya da düş mü diye ikirciklenirken, Mizgin’in sesini duyuyorum: “Gerçekler gözle görülmeyendir!”

Dün gece uykuyla cebelleşirken beyaz gömleğiyle Mizgin girdi içeriye, “Ütü çizgim bozuldu!” dedi. Ufalmıştı, benim gibi sıskaydı. “Neredeydin?” dediğimde, “Sorma, kendi işine bak sen!” diye yanıt verdi. Saçları yağlıydı. Pantolonu üstünden düşüyor gibiydi. Beyaz gömleğinin düğmesi kopuktu. Boynu morarmıştı. Dudakları sigara kâğıdı gibi incecik, gözleri de çekikti. Sanki bendim. Güldüm, gözlerimden yaş gelesiye… Yanı başıma oturdu. Ona “Aç mısın?” diyemedim, evde pek bir şey kalmamıştı. Gözlerim bir avuç limontuzu bırakılmış gibi yanıyordu. Yüzünde ciddi, donuk bir ifade vardı; uzaklara bakıyor gibiydi. “Susma konuş!” dediğimde, gözlerini kapadı, İtiraz eder gibi başını salladı. “Uuuv naa!*” dedi, gözlerini tavana dikti. Kapı gıcırdadı. Elektrikler pır pır edip durdu. Gözlerimi ovuşturdum, Mizgin gitmişti. Oturduğu yeri yokladım, örtünün kırışıklığını düzelttim, iki saç teli dolandı parmağıma, saçımla karşılaştırdım, arada ton farkı vardı, o an saç rengini unuttum. Kendime geldiğimde mutfağa gittim. Suyu üç kez açıp kapadım; üç yüze dek sayıp odaya döndüm. Pencereden baktığımda karanlık usulca çözülüyordu. Elektrikler gitti. Bir boşluk ve ölüm duygusuydu üstüme abanan. “Mizgin geldi mi ki?” diye mırıldandığımda, sabun ve kaynayan çamaşırların kokusunu duydum. Marşımızı söyleyerek banyoya geçtim. Havalandırma penceresinde koca bir hamamböceği duyargalarını oynatıyordu. “Gregor Samsa nasılsın?” Banyonun terliğini aldım; bir zıplayışta böceği ezdim, “Oohh!” dedim.

Odaya dönüp yatağıma uzandım. Mizgin’in “Uuuv naa!” diyen sesi kulaklarımı doldurdu. Gözlerimi kapadım, sayı saymaya başladım. Bozkırda bir tren ilerliyordu; trene yetişmek istiyordum.

Her gün kuşluk vakti dışarıya çıkıyor, sokaklarda yoruluncaya dek dolaşıyordum. Mezar ayaklıların önünden geçerken, tabelaları tersinden okuyordum. Paydos saatiyle birlikte arı kovanı kalabalık bir an için korkuyu unutturuyordu. Köşe başlarında leblebi yiyen, sakız çiğneyen karanlık yüzler bakışlarını bana diktiğinde, o bildik şarkımı tutturuyordum. Sokak lambasının ayaklarıma vuran titrek ışığına bakınca kırılgan kentin derin soluğu, içimde büyüyen yumruklara dönüşüyordu.

Merdiven çıkarken bir karartı gördüm. Durdum. O da durdu. Sönen otomatı yaktım. Kasten öksürdüm; öksürüğüm yansılandı. “Kim var orda?” dedim ölgün bir sesle. Karartı Mizgin’e benziyordu. Yanılmadım, gerçekti, Mizgin’di işte! Bekledim, derince nefes alıp verdim, gözlerimi ovuşturdum. “Şaka yapma neredeysen çık ortaya?” dedim. Pat pat ayak sesleri duydum. “Yürü yürü, çabuk çabuk,” dedi ses. Sese odaklandım, hızla merdivenleri çıktım. Kapıyı açıp antreye adım attığımda bir de baktım ki, benden önce içerdeydi. Yüzü gözaltından salıverildiği günkü gibiydi. Göğsü körük gibi inip kalkıyordu. Uzaklara bakarcasına, elini dudağına götürüp “Uuuv naaa!” dedi. Sonra oturma odasına geçip divana uzandı. Işık altında yüzü daha çökük görünüyordu. Bir mumya donukluğuyla yüzüme bakıp, başını “Hayır!” anlamında salladı. Bedenim uyuştu; ben ben değildim. Kafam boşaldı, varlığı tatlı bir akış oldu içimde. Dallarına su yürüyen bir çiçek gibi dirildim. Bir şeyler söylemek istedim, ağzım sert bir kayış gibi gerildi. O ölgün, uzaklara bakan gözlerinde kendi gerçeğimi gördüm: Gözle görülmeyen gerçeği… Yüzünün haritasında yolculuğa çıkmak, bir çekicin benliğimdeki tortuları kırmasını istedim. Ter içindeydim. Bir-iki adım attım, ıslanmıştım. Ayak tabanlarım, avuçlarım ateş gibi yanıyordu. Yanı başına çöktüm. İki kedi hırladı. Pencerenin dibinde ayak sesleri çoğaldı. İrkildim. Gözlerini açtı, dudakları kıpırdadı, “Uuuv naa!” sesi kulaklarımı yalarken yüzü de gittikçe uzaklaştı; ufacık kaldı. Alnındaki teri bluzumla sildiğimde yeniden yakınlaştı. “Mizgin!” diyebildim duyulur duyulmaz bir sesle. Boynundaki morartıyı gördüm. Beyaz gömleğinin düğmelerini çözdüm; göğsü menekşe renkli çürükler içindeydi. Yarı aralık ağzında köpükler birikmişti. İncitmekten çekinircesine, dudak kıvrımındaki köpüğü işaret parmağımla aldım. Köpük zamk gibiydi. Aynı köpük ağzımda da çoğalıyordu. Bu yüz benim olamazdı. Teresliğimi fısıldıyor, alay ediyor, hâlâ “Uuuv naa!” diye direniyor. Yitik dünyadan çıkıp geldi, beni yerden yere vurmak için, bana teres demek için. Onu bir kez de ben öldürmeliyim. İçimdeki ses “Öldürürsen kahraman mı olursun?” derken, kafamın içinden atlılar geçti sonsuzluğa doğru… Başımı dizlerime gömdüm hıçkıra hıçkıra ağladım. İçimdeki kararlı ses, “Bırak ağlamayı, öldürmek kurtuluş mu? Karşındakini aşarsan kurtulursun,” dedi. O an kafamdaki atlılar durdu, gözüm voltajı yükselen ışığa takıldı. İçimde farklı duygular kımıldıyordu. Kalem kâğıt getirip durmadan yazmak yazmak istedim. Mizgin de yazmak istiyor, beni benden almak istiyor, gözüpekliği ile bana caka satıyordu. Şimdi de karşıma çıkmış “Uuuv naa!” diyor.

Banyoya geçtim. Yüzüme üç kez su çarptım. Yeni bir Gregor Samsa öldürme isteğiyle bir süre bekledim. Aptal bir adamın ağzına benzeyen musluk damlıyordu. Musluğu ezip yok etmek istedim. Odaya döndüğümde aydınlıktan gözlerim kamaştı, ışığı kapattım. Elektrik düğmesi de dilini çıkaran küçük bir çocuğun ağzı gibi geldi. Ağızlara takmıştım ben de… Mizgin düzenli bir şekilde soluyordu. Odanın loşluğunda yüzü daha da netleşmişti. Kararlı yüz çizgilerini darmadağın etmek istiyordum. Bir ara gözlerini açar gibi oldu; dudakları kıpırdadı, alaycı bir gülümseme yayıldı yüzüne. O an onu boğmak isteğiyle yanıp tutuştum. Karşımdaydı! Mezarı da bilinecekti… Odanın içinde gidip gelirken sayı saymaya başladım; sayı sayarken gülmeye başladı. “Gülme!” dediğimde, yerinden hafifçe doğruldu, daha yüksek sesle güldü. Çıngıraklı cesur kahkahası odada “Çın çın!” yankılanıyordu. Nevrim döndü, ellerime baktım, kaskatıydı. Göğsüne çöktüğümde hâlâ gülüyordu. Gözleri parlayan iki elmas gibiydi. “Seni gidi Medusa!” dedim, boğazını vargücümle sıktım sıktım…

Kendime geldiğimde ortalık aydınlanıyordu. Usulca yerimden kalktım. Ağzım çürük elma kokuyordu. Dilim de şişmiş bir sünger gibiydi. Mizgin’in gözleri yarı aralıktı, dili dışarıya sarkmıştı. “Ne uzun bir dil, dalağa benziyor,” diye düşündüm. Bir sinek başının çevresinde dolanıp duruyordu. Sinek o kara diline konsaydı da şap şap diye öldürseydim. Elimle şap şup yaptım. Mizgin yok oldu. Ellerime baktım titriyordu, bu ellerimle öldürmedim mi? “Öldürdün öldürdün!” dedi içimdeki ses. Boynunu sıkmaktan kollarım acıyordu, yoksa niye acısındı.

Sedef rengi aydınlık odayı kuşattığında yorgunluktan ölecek gibiydim. Hafiften sabah gürültüleri duyulmaya başladı. Erkenci kuşlar şakıdı, kapı gıcırtısı boşlukta uzayıp gitti. Boylu boyunca yatan bendim… İyi ki arkadaşlar yok, yoksa suçüstü yakalanırdım. Ne yapacağım bu ölüyü? Bana “Korkak!” dedi. Korkak olmadığımı ispatladım. Yaz olsaydı anında kokardı. Saf limon kolonyasıyla elimi yüzümü sildim, cesedin çevresine bolca serpiştirirken, yılan gibi kıvrılan yollar, uçsuz bucaksız tarlalar, sisli, morumsu dağlar, basık yoksul evler, basma perdeli pencereler, çalı çırpı ve tezek dolu avlular, su taşıyan ergen kızlar, sonra insanı yutan dev kentler düşündüm.

Araba gürültüleri duyulunca içimden bir halat koptu. Bir uçurumun başındaymış sanısıyla titredim, titremem çok uzun sürmedi. Kilerden ince orlon halıyı getirdim; halı toz kokuyordu. Odanın ortasına serdim. Yüzü kara erik görünümündeydi. Beyaz gömleğini çıkardım, bu gömlek benim olmalıydı. Gömleği giydim. Mizgin’e dokundum. Yarı aralık gözlerini kapatmaya çalıştım. Kapanmadı. Koltukaltından tuttum, divandan indirdim; boylamasına halıya yatırdım. Tüy gibi hafifti. Yuvarladım. Antreye çekip üstüne eski gazeteleri bıraktım.

Cömert bir güneş vardı. Pencereyi açtım; bahar kokulu hava doldu içeriye. Hiç kimsecikler görmemeliydi. Bir başına ne yapabilirdim ki? Pencerenin önünde beklemekten uyuştum, güneş içimi ısıtıyordu. Divana kaykıldım. Gözlerimi kapadım. Bir ses duydum. “Taze patates, soğan!” Hemen kapıya koştum. Yasaklı gazeteyi satan çocuktu. “Ne var abla?” dedi. “Yüküm var,” dedim. Halının iki ucuna küçük yastıklardan sıkıştırdım. Nasıl kuvvet gelmişti öyle! Bir kerecikte omuzladım. İçi boş bir silindir taşıyor gibiydim. Merdivenleri sekerek indim. Çocuk güneşe bakarak burnunu karıştırıyordu. Beni görünce elini patates çuvalına sürdü. Mizgin’i alta, çuvalları da üste koyduk. “Bugün gazeteleri erken bitirdim,” dedi. Kayışın içine geçti, yorgun bir at gibi ilkin gerindi, sonra hızlandı, öyle ki zor yetişiyordum. Çocuk birden alabacaklı at oldu; ben de arabacı. Elimdeki kamçı havada şakladıkça şaha kalkar gibi yapıyor tozu dumana katarak koşuyordu. Buğulu ılık havaya kesif bir çürümüşlük kokusu yayılıyordu. Köşelere sıkıştırdığım yastık düşmüştü. El yordamıyla Mizgin’in başını yokladım; arabanın sarsıntısıyla “Taka tak taka tak tak” diyen başını tutmaya çalıştım. Çocuk durmadan burnunu siliyor, iş olsun diye “Bir şey mi oldu abla?” diyordu. Sonra kollarını leylek gibi iki yana açtı, omzunun üstünden bana baktı, gör bak şimdi dercesine, zıpladı. Keskin bir ıslıkla yokuştan aşağıya indi.

Sıkı sıkıya kapalı kapılar, birer sır küpü gibi inlercesine yol boyu uzayıp gidiyordu. Daha önce görmediğim toprak bir yoldu. Tek tük badem ağaçları vardı. Kırışık yüzlü evler, suskundu. Çocuk şaha kalkmış bir küheylan ben de azgın bir arabacı. Ağaçların dibine yansıyan gölgeme baktım. Erkeğe benziyordum. Ağaçlardan uçuşan yapraklar benimle alay ediyor gibiydiler. Bir yandan “Deeh!” diyor bir yandan da uçuşan yapraklara kafa sallarken, Mizgin’in “Taka tak taka tak tak!” diyen kafası ile kendi kafam arasında bir bağıntı kuruyor, gümüş bir zincirle bağlanmış sanısına kapılıyordum.

Sonra yol gittikçe daralmaya, evler azalmaya başladı. Ansızın her şey boğuk bir parlaklıkta belirginleşti. Uçsuz bucaksız bir ovanın ortasındaydım. Islak otlar kımıldıyor, ot kokusu genzime doluyordu. Elimi alnıma siper ederek pusarık ovaya baktığımda irkildim. Leş kargaları geniş değirmiler çizerek döneniyordu. Yorulmuştum. Mizgin’in başucuna çöktüm. İp gibi gözyaşlarım Mizgin’in alnından süzülürken, çocuğun dili sarkmış ıhlıyordu.

Soluklarımız sıklaşmıştı. Pusarık ovanın ötesindeki gassalı gördüm. Yıkık kalenin dibinde oturmuş parmak kalınlığındaki sigarasını içiyordu. Yüzü çiçek bozuğuydu. Beyaz don gömleğinin içindeki boynu kaplumbağanın boynu gibiydi. “Lêê lêê!” diye seslendim. Sonra erkek olduğunu anımsadım. Tereyağı yumağı gibi gözünü kırpıştırdı, eliyle işaret etti. Siyahlar giymiş, avurtları çökük bir kadın kara kazanın altına odun atıyordu. Adam elindeki tespihi salladı, “Su ve odun yetiştiremiyoruz, ölü yıkamaktan helak olduk!” dedi. Gassale “Kız mı kadın mı?” dedi. “Kız oğlan kız!” dedim. Kadın ellerini gökyüzüne açıp, “Başım gözüm üstüne sevaptır,” dedi. Heyecanla gidip geldi, siyah elbisesi yerleri süpürüyordu. Kazanın altını daha çok ateşledi. Kazandan yükselen buğuya dalıp giderken, “Kara kazanlarda ısınan ölü suyu, ter kokulu yas evleri, boğuk zılgıtlar!” sözcükleri usuma geldi.

İğneardı adımlarla ilerledim. Otların ayaklarımın altında çıkardığı sese kulak kabartıyor, kaçamak bakışlarla gökyüzüne bakıyordum. Bir şırıltı duydum. Bakındım. Arabacı genç, diz üstü çökmüş işiyordu. Koca bir leğen köpüklü bira otların arasında çısıldadı. Çocuk kasıklarını tutarak kalktı. Rehavetinden yenice sıyrılırcasına gerindi, Mizgin’i işaret etti, “Hava kararmadan,” diye inledi. “Ölü taşımak soğan çuvalı taşımaktan daha kolay.” Karnını patakladı. “Bunun içinde ne sırlar var, gittikçe şişiyor taşıyamıyorum artık,” dedi. Yeni gövermiş buğday tarlasına yürüdük. Genç burnunu karıştırarak, “Ekinlere de maşallah!” deyip, evleğe doğru seğirtti. Çamurlu küreği bir çırpıda alıp getirdi. Kollarını sıvayıp pazularını şişirdi, “Toprak kaza kaza bu hale geldi!” Ellerini tükürüp ovuşturdu; kazmaya başladı. Toprak yumuşak ve ıslaktı. Toprağı ellerimle iterken üst üste hapşırdım, kesif bir koku burnumun direğini sızlattı. Genç, “Çıkmasaydı şaşardım,” dedi. Kol ve bacağı yığının yanına bıraktı. Dara ile Yekta’nın “Köpekler köy meydanına kesik uzuvlar taşıyor,” deyişini anımsadım. Genç domur domur terlemişti. Çukura indi, “Göbeğimi geçiyor, yeter!” Halıyı açtım, son kez baktım. Mizgin’in yarı aralık gözlerindeki inadı, gücü kıskandım. Alnına bir öpücük kondurdum. Batan gün altında mumya gibiydi. Onu kucakladığımda kımıldar gibi oldu, o an boğazıma sarılacakmış korkusuyla tökezledim.

Yasaklı marş gencin dudaklarında ıslıktı. Birden ben de sözlerini söylemeye başladım. Genç bir zıplayışta yukarıya çıktı. Birlikte toprağı atarken, koca bir tarla faresi ciyaklayarak yanımızdan kayıverdi. Farelerin Mizgin’in kulağını, burnunu kemirdiğini, yılanların bacak arasından göğsüne süzüldüğünü, göz çukurlarında, burun deliklerinde kurtçukların kıvıl kıvıl kımıldadığını düşündüm. Mezarı kapatıp, toprağı sıkıştırdığımızda akşamdı. Genç arabasına yürüdü, kayışın içine geçti; sanki çukuru kazıp yorulan o değilmiş gibi “Eyvallah abla, inandıklarına emanet ol!” deyip hızla karanlığa karıştı. Yapayalnız kalıverdim birden. Mezarının çevresinde gidip geldim. Dört taşı yan yana dizerken, yüreğimizin de dört odacık olduğunu düşündüm. Karanlığı ayrımsadığımda niçin geldiğimi unuttum birden. Gökyüzüne baktım. Tekerlek gibi bir ay gülümsüyordu. Isırıcı bir rüzgâr kulaklarımı doldurmaya başladığında Mizgin’i ve arabacı genci anımsadım. Çok uzaklardaydım. Geldiğim yoldan dönmeye çalışırken, gececil kuşların, börtü böceğin emenen fısıltısını duyuyordum. Ayaklarımı sertçe yere vuruyor hep arkama bakıyordum. Dikmenin ötesinde bir karartı gördüğümde durdum. Gölgeme baktım. “Çöp kız!” dedim içimden, güldüm. Sonra niçin geldiğimi yeniden unuttum, anımsadım, unuttum… Dönüp, “Hoşça kal Mizgin!” diye bağırdım. Korkulu bir gecenin yüreğinde yürüyordum. Bu gölge, bu bacaklar, bu kollar benim mi derken, soluğumu garipsiyor, “Ben insanım, insanım!” diye mırıldanırken, içimdeki ses makaraları koyuveriyor, “Yok hayvan!” diyordu.

Ay bulutların arasına gizlenmeye çalıştığında hava daha da soğudu. Rüzgârın uğultusu yaşıyor olmamı anımsatırken, geçmişin sarmalına sürüklüyordu. Hiçbir şey düşünmüyor, bir an önce eve ulaşmak istiyordum. Dikmenin önünde bir ses duydum. Kanım çekildi. İçimdeki ses “Peeh peeh! Korkak!” dedi. Bacaklarım odunlaştı birden. Ağlamak istiyordum, ağlayamıyordum. Bir-iki adım attım, “Lêê lêê!” sesiyle yeniden durdum. Gassaleydi. Siyah çarşafının içinde ince uzun bir yarasaya benziyordu. “Ölüyü yıkamadan mı gömdün?” “Bilmem!” diye ünledim. “Şehitse önemli değil,” diye inlerken, “Nereye böyle bir başına? Vampirler dolaşıyor dikkatli ol!” dedi. Cebinden bir mühür çıkarıp diliyle yaladı, sağ bileğime bastı. Yıldız ve yarım ay şekli vardı. “Yolunu kestiklerinde, hiç konuşma, yüzlerine de bakma, sadece bileğini göster yeter!” Birlikte gidelim dediğimde, çarşafına sıkıca sarındı, “Gelemem, ölüler beni bekliyor,” dedi. Sonra çevresine bakındı, “Üç yol ağzına kadar birlikte gidelim, ben çatışma çıkan köye, sen de kente gidersin.” Bir genç kız çevikliğiyle yürüyor, çarşafının arkası şişiyor, eteği zayıf bacaklarına dolanıyordu. Ayak izinden gidiyordum. Bileğimdeki mühre bakarken, çukurdan çıkan kol ve bacak geldi usuma. Gassale, “Hızlan hızlan göya gençsin,” deyip, Kur’an’dan sureler okumaya başladı.

Boğuk ay ışığında titreşen ekinler bizi uyarır gibiydi. Mizgin’in yüzüne dolan toprağı, göğsüne oturan koca fareyi, yılanları, çıyanları düşündükçe adım atacak hal kalmıyordu. Gassale ile aramız epeyce açılıyor, “De haydi lêe!” diye çıkışıyordu. Üç yol ağzına geldiğimizde gassale yavaşladı, çarşafına daha sıkı sarınıp, “Suss yavaş ol!” dediğinde rüzgârın taşıdığı çığlığı duydum. Yorgun bir ses inliyor, diğer sesler de kükrüyordu. Gassale heyecanlandı. “Vampirler iş başında, kendini koru!” deyip tarlanın içine vurdu. Üç yol ağzından kente nasıl ulaştığımı anımsamıyorum, anımsadığım tek şey rüzgârın taşıdığı sesti…

Bir solukta merdiveni çıkıp kapıyı açtım, odada soluklandım. Divana kaykıldım. Sağ bileğime baktım, mühür yoktu! Hemen banyoya geçtim, ılık suyun altında gevşerken, sadece suyun sesini düşünüyordum. Rahatlamıştım. Nane limon kaynattım; içerken keyiflendim. Bilincimde bir hafiflik ve duruluk vardı. Kendimi ceviz ağacının altında bir hamakta gibi hissediyordum. Göle atılan taştım. Gittikçe genişleyen ve haz dalgalarıyla, kızgın güneş altında eriyen kardım. Ilgın ılgın akan nehirdim. Bu hazzın gerisinde hiçliğim kımıldıyordu, hiçliğim atom parçacıkları gibi bölünse yine yok olamam ki… Yok oluş var mıdır ki? Sonrasızlıkta eriseydim… Işıklı günleri düşündüm. Gülen yüzleri, kahkahaları, nehirde yüzen kayıkları, koruluklarda tartışan insanları, sanatçıları… Sonra film koptu, koca bir ayak göğsüme bastı. Ne hiçim, ne yokum, sadece varım. “Ama nasıl?” dedi içimdeki ses. Varlığımı gördüm. Ağzı bantlı, ayağı prangalı bir zavallıydım işte! Saralı gibi titredim, kaygım arttı. Tuhaf bir sarmaldaydım. Unuttuğumu sandığım önemsiz anılar, kılı kırk yararcasına karşıma dikiliyor, eğilip bükülüyor, çevremde dans ediyordu. Varlığım bir topun ağzındaydı, karanlık bir uzamda fırıl fırıl döndüm. Sonsuzluğa uzanan köprüden aşağıya yuvarlandım.

Kendime geldiğimde ter içindeydim. Gözlerimi tavana dikip kendi şarkımı söylemeye başladım; şarkı uzadıkça uzadı, bir türlü bitmek bilmiyordu. Ansızın bir gürültü koptuğunda şafağın söktüğünü ayrımsadım. Odanın içinde gidip gelirken nefes alış verişlerimi saymaya başladım; enseler ve karolar aklıma geldi. Düzensiz soluyuşum ile birlikte kalın, ince, kısa ve buruşuk enseler “Tak tak tak tak!” diye gözümün önünden geçiyordu. “Soluk, ense, karo” diye mırıldanmaya çalışırken, toprak ve ot koktuğumu düşündüm.

Yıkanıp odaya geçtiğimde, ayakları yerden kesilmiş bir yabancıydım. Başkasının dilinde bülbül kendi dilimde kekemeydim. Yasaklar sert kayalar gibi önüne dikildikçe dilim ağzıma sığmıyor; kılıca dönüşüyor, kendime bir çarpı koyuyordum… Mizgin kendi dilinde bülbüldü. İşte yedi canlı kedi gibi odada dolanıp duruyor, korkak dercesine mırlıyordu. Yatağıma gömüldüm, yurttan çaldığımız çarşaflar pire boku içindeydi, şişman bitlerden daha iyiydi ya neyse… Bedenimin varlığından rahatsızlık duyuyordum. Birden yükselip tavanda bir çift göz oldum; ana rahminde kıvrılan bedenime baktım. Körüksü göğsüm, yarı aralık ağzımla acınacak haldeydim. Örtüyü üstümden attım. Sararmış sertleşmiş ayak tabanlarıma görünmez bir el X Q W harflerini çizip yüksek sesle gülmeye başlarken, görünmez bir el de harfleri silip, sıfırları bastırıyordu. Yerimden kımıldamak, ayaklarımı savurmak, bağırıp çağırmak istediğimde boz bir eşek nallarını dikip karşımda anırıverdi. “Seni gidi eşekoğlueşek!” deyip sırtına vurmaya başladım. Eşek gözlerini süzüp ağladı, bana vuracağına timsahlara, dinozorlara vur, dediğinde gülme krizine tutuldum; öyle gülüyordum ki, pencere sarsılıyordu. İyi de bu gülüş nereden kopup geliyordu? “Gülmek-ağlamak, korku-cesaret, aydınlık-karanlık, iyi-kötü, güzel-çirkin,” diyordum kendi kendime.

Suzan Samancı

Yukarıdaki yazı, yazarın “Korkunun Irmağında” adlı romanından bir bölümdür.

Kitabın Künyesi
Suzan Samancı
Korkunun Irmağında
Metis Yayınları
Kapak Resmi: Carolina Hernández
Kapak Tasarımı: Emine Bora
Kitabın Baskıları:1. Basım: Kasım 2004
152 sayfa

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir