Koş Süreyya Koş – Vivet Kanetti

“Süreyyanın koşusu, sadece kendi bireysel zaferini değil, Türkiye’deki kadınların artık, baskı ve koşullar ne olursa olsun, durdurulamaz koşusunu da simgeliyor gözümde.” Vivet Kanetti

Vivet Kanetti, diğer adıyla E. Emine’nin bu ülke kadınlarının koşusunu anlattığı kitabı “Koş Süreyya Koş”, ‘kadın’ merkezli tartışmaların yapılmasına vesile olan kitap adını ondan alsa bile, milli koşucumuz Süreyya Ayhan üzerine bir çalışma değil. Kanetti, Süreyya’nın “koşusu”nun bu ülke kadınları için simgesel bir değer taşıdığını düşünüyor ve bunun için de onu bir metafor olarak kullanılıyor.
Bu simgesel anlam adına da Türkiye’de kadının durumuna dokunan kitabını, hayatta ideal sahibi bütün kadınlara örnek olduklarını düşündüğü için, Süreyya Ayhan ve Yasemin Dalkıç’a ithaf ediyor. Yazar kitabında ‘gözükme’, özgürleşme ve varoluşun tek şartının, neredeyse sadece salınarak varolan mankenler ve şarkıcılar dünyasıyla sınırlı tutulduğu medya söylemine eleştiriler getiriyor ve sebeplerini tartışıyor.

Koş Süreyya Koş, 26 bölümden oluşuyor:
“Uzun ve Dar”, “Hafif Kadın” Değil Ama Mama Gibi Konuşuyor, İnsan Satıcıları Dili, Bir Gizli Dilin Tenekelemesi, Balkanların En Büyük Aşk Uzmanları, “Erkeğin Geyşası”, Develer Ve Timsahlar, Hülyasız Hülya ve “Ebedi Çapkın”ı, Karma Hayat, Kızlar Birbirinin Kurdu Mudur, Cinsiyetçi Basın, Güzel Babalara Kim İhanet Etti, Önce Aşk,Sonra Aşk, Aşk Alimi Seks Cahili, Delidir Ne Yapsa Yeridir, Eve Ekmek Götüren Erkek, Erkek Erkeğe Saadet,”Coşkun Denizde Dümensiz Tekne”, Kadının Fendi Erkeği Yenmedi,”Türbanlı Kadınlar Ve Bizler”Şövalyelik Hakkı, Maşallah Kadınlar, Firdevs Ve Kolyenin En İri İncisi, Tanrıçalıktan Bireyliğe, Hayat Pastasından Isırmak. “

“Bu kitap, Sydney Olimpiyatları’nda yarı final, Kanada’da Dünya Atletizm Şampiyonası’nda final koşan ve Pekin Üniversitelerarası Atletizm Yarışmaları’ndan altın madalyayla dönen milli koşucumuz Süreyya Ayhan üzerine bir biyografik çalışma değil. Spor kitabı hiç değil!.. Bize göre Süreyya’nın “koşusu” bu ülke kadınları için simgesel bir değer taşıyor.
Bu ülkede bütün bir kadın yurttaş gündemi yıllardır neredeyse sadece “mankenler ve şarkıcılar” dünyasıyla sınırlı tutulmaktadır… Podyumda yürümek, sahnede şarkı söylemek kadınlar için giderek toplumda ve hayatta “gözükme”nin, ekmeğini kazanmanın, özgürleşmenin, varoluşun tek şartı haline dönüştürülmüştür…” Tanıtım Yazısı

Fadime Özkan’ın Yazarla Söyleşisi / 14 Ağustos 2002
http://www.dergibi.com/roportaj/vivet_kanetti.asp

? Türkiye’de bir “olumlu kadın model” sorunu mu var yoksa, “kadın modellerin sunuluşu” sorunu mu?

Benim bu kitaptaki meselem, ?olumlu kadın” ya da ?olumsuz kadın” modellerin tanımını ve ayrımını yapmak değil, Türkiye?de çeşidi bol kadın bireyler önündeki alternatiflerin çok sınırlı tutulduğunun altını çizmek, bunu tartışmaya açmaktı… Ufuk kadınlar için de iyice açılmalı ve o geniş ufukta bütün bir çeşitliliğe yer olmalı…

? Kitabınızı, başarılarını bireysel zaferleri dışında, Türkiyeli kadınların durdurulamaz koşusunun simgesi olarak seçtiğiniz sporcularımız Süreyya Ayhan ve Yasemin Dalkılıç’a ithaf ettiniz. Spor dışındaki alanlardan da “işte örnek” diye gösterebileceğiniz isimler yok mu?

Elbette var her alanda… Ama ben ?örnekleri seçen bir jüri değilim ki, neticede bir yazarım ve subjektif bakışımla da ortaya çıkıyorum. Spor rekorlarında, bütün toplumun, o toplumdaki çok farklı kesimlerin algılayabileceği bir simgeyi gördüm… Futboldaki erkek yıldızlar, basketboldakiler bütün kesimlerce kucaklanmıştır bu ülkede. “12 Dev Adam” şarkısını hep birlikte marş gibi söyledik… Niye aynı çaptaki uluslararası kadın şampiyonlara karşı bu coşku, bu sahiplenme gösterilmedi? Ben herkesin kolayca algılayabileceği bu çok sade sorudan yola çıkmayı uygun ve meşru buldum kitabımda…

? Kadının görünürlülüğü ve buna bağlı olarak popülerliği, medyanın prizmasından geçmesine bağlı. Medyada yer alan kadınlar ise, üçüncü sayfa haberlerindeki “kader kurbanları” dışında sadece gösteri dünyasının kadynlarından (sizin deyiminizle; mankenler, şarkıcılar, yine mankenler yine şarkıcılar..) oluşuyor. Medyanın, toplumun yarısını oluşturan kadınlara yaklaşırken yaptığı bu seçmeyi neye bağlıyorsunuz?

Kitap baştan aşağıya bu soru etrafında dönüyor… Bu soruya tek cevapla karşılık vermedim. Böylesi, çok karmaşık bir konuyu basitleştirmek olurdu… Buna karşılık yeni sorular ortaya atmaya, bir tartışmayı ateşlemeye çalıştım… Çevre, mahalle, eğitim, müfredat, medya, şarkılar, çok dipten gelen travmalar, yakın ve uzak tarihimiz… Hepsinin kadınlara baştan diktiği bir ruh fistanı söz konusu. O ruhsal fistan, bügün aralarında büyük farkılılıklar taşıyan kadın bireylere dar gelmiyor mu? Niye fertleri kalıpların içine sokalım? Niye bütün kadın fertler ?görünür olmakî için illa şarkı söylemek, podyumda yürümek zorunda kalsın? Ben onlar olmasın demiyorum, ama soruyorum: niye sadece onlar? Hele ki bütün kadınlara biçilen tek tip ruh fistanı, tek tip bir doğa, çağın erkeklerini de başka kalıplar içine sıkıştırıyor… Böylece bu ülkedeki bireysel varoluşların karşısına baştan büyük engeller dikiliyor.

? Medyanın kadına bakışındaki bu egemen erkek tavırda, medyada çalışan kadınların hiç kusuru yok mu? Sonuçta medya çalışanların yarısı kadın…

Evet, yarısı kadın ama, hangi katlarda çalışıyorlar, hangi sorumlulukları paylaşıyorlar, karar mekanizmasında ne kadar yer alıyorlar, hangi yaş dilimlerine kadar önleri açık? Neticede bir fabrikada da esas kalabalığı işçiler oluşturabilir, ama bu onları o fabrikanın patronu ya da ortağı kılmaz. Uzun bir sömürgeler tarihinde, geniş yerli kitlenin kaderini başka coğrafyalardan gelmiş bir avuç insanın şekillendirdiğini görürüz. Dolayısıyla çalışanların yarısının kadın olması, onları herhangi bir güçle donatmaya yetmeyebilir. Ben bu tabloyu baştan aşağıya değiştirecek, cinsiyet ayrımını ortadan kaldıracak konumdaki güç olarak, basındaki kadınları değil, toplumun ta kendisini görüyorum… Erkekleriyle, kadınlarıyla, toplumun bütününü. Örneğin bu kitabıma büyük bir destek aldım basındaki pek çok kadından… Siz onlardan birisiniz… Açıkçası Türkiye?yi daha ilerde görmek isteyen erkek meslektaşlardan da destek gördüm.. Gene de burada baş aktör, toplumdur. Onlardan gelecek destektir, bir şeyleri kıpırdatabilecek olan..

? Basında “prestij mevkiler” için, cinsiyet ayrımcılığı yapıldığından bahsediyorsunuz. Neyi kastediyorsunuz? Prestij sayılabilecek yerlere ulaşmayı başaran kadınlarla ilgili olarak, gerçeklik payı olsa da şöyle kolaycı bir düşünce vardır: “İş hayatında, kendisinden beklenen işi şirinlikler yaparak karşılayan ve hatta fazla “kadınsı” duran ya da cinsler arası eşitsizliği kapatmak için erkek kodlarıyla hareket eden, fazla “erkeksi” duran kadınlar daha kolay ve çabuk yükselirler.” Bu düşünceye katılıyor musunuz? Neden insanların donanımları değil de, cinsiyetleri belirleyici olur bu tür öne çıkışlarda?

Çok açık bir şeyi kastediyorum: mesela niçin televizyondaki ciddi konular, hep bir erkekler kahvehanesi ortamında tartışılıyor? Niçin o sabit tartışmacılar, o meşhur üçlü silahşörler arasında hiç gazeteci kadın yok? Bu arada merdiveni tırmanan bütün kadınlarla ilgili hemen ?kadınlığını kullandıî ya da erkekleştı” imalarının getirilmesini, hele bu suçlamaların bizzat kadınlardan gelmesini kendi hesabıma zararlı buluyorum. Bu sanki bir öz nefretin de göstergesi.. Kadınlararası sadece yenilgide, ağlaşmada değil, zaferde de bir dayanışma olmalı.. Niye sadece yenilen kadın ?temiz” olsun? Karşılıklı güven duygusu, birbirine manen açık çekler yazmak; bugün kadınlar arasında en büyük eksiklik…

? Özellikle dikkat çeken bir husus da şu: Kadınlara özel olarak çıkan bir çok kadın dergisi var ve bu dergilerin kadına da, erkeğe de bakış açısı yine aynı egemen erkek bakış açısı. Kadın, ülkenin siyasi-ekonomik-kültürel gündeminden, üretiminden soyutlanmış olarak, makyaj, giyim-kuşam ve “erkek tavlama” dışında derdi kederi olmayan bir hal içinde gösteriliyor. Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu çok doğru bir saptama.. Dünyadaki bir çok kadın dergisi, okuruna sadece makyaj ürünlerini, son modaları tanıtmakla yetinmiyor.. Hayatın her alanıyla, dünyanın her köşesiyle ilgili son derece ilginç yazılara, büyük röportajlara rastlanıyor o dergilerde… Ama Türkiye?de bu yazılar doğru çöpe gidiyor; geriye sadece sizin söylediğiniz alanlarla ilgili tavsiyeler ve haberler kalıyor… Kadının, çağına ayak uydurması bizde sadece dış görünümüyle ve bir ruh kalıbıyla sınırlıymış gibi…

? Türk basınında ’80 sonrası oluşan o yeni söylemin bir uzantısı olarak bugün basınımızda sabun köpüğü konuların yazarı bir çok kadın yazar var. Özel hayatlarından, kadın-erkek ilişkilerinden, aşktan, duygulardan, “kadınca” öfkelerden, nazlanmalardan, isyanlardan vesaire, erkek dünyasını ve bakış açısını olumlayan (ve böylelikle meşrulaştıran) bir dille bahsediyorlar ve özel bir okur kitlesini memnun ediyorlar. Bu yeni yazı türü nasıl ve neden oluştu sizce?

Gazeteci kadınlar, giderek bu dar alana sıkıştırıldılar. Yetenekleri, çapları, donanımları ne olursa olsun.

? Bir de koşu dışı tutulanlar var biliyorsunuz. “İslamcı kadınlar”ı takip edebiliyor musunuz? Onların her tür olumsuz şarta rağmen “koşusunu” nasıl değerlendiriyorsunuz?

İslamcı kadınlar derken, bir siyasal hareketi kastediyorsunuz, Türkiye?deki bütün siyasal hareketlerde olduğu gibi orada da siyaset belirleyicilerin gene bir erkekler kadrosu olduğunu gözlemliyorum. Bu durum oradaki kadınları ne derece rahatsız ediyor, ne kadar buna karşı çıkıyorlar, onu bilemem. Ama kastettiğiniz, mistik anlayışlarından ötürü türban takan, bununla birlikte ailede, toplumsal hayatta cins ayrımcılığına karşı duran müslüman kadın fertler ise eğer, onların sorunları ve beklentileriyle benimkiler arasında bir çok kesişme noktası var.

Yurttaş kadın çağdaşlığının sadece kılık kıyafetle değerlendirilmemesi, gerek yakın çevremizde, gerek meslek hayatımızda kılığımız, saçımız, başımız ne olursa olsun 24 saat sadece ?dişi” olarak algılanmak istememek, erkek yurttaşlara olduğu gibi bizlere de ?nötr” varoluş alanlarının teslim edilmesi, inişte ve çıkıştaki engellerin kalkması, bu ortak talepler bizi yakışlaştırıyor… Aramızda hiçbir uçurum görmüyorum. Hayat biçimlerimiz farklı olsa da, hedeflerimiz aynı. Geniş ufuklu, daha eşitlikçi bir Türkiye istiyoruz. Onlar beni anlıyorlar, ben onları anlıyorum.

Bunu kitabın, ?Türbanlı kadınlar ve bizler” bölümünde de dile getirdim. Ama her kısa etekli, başı açık kadın Türkiye için aynı geleceği özlemediği gibi, bütün türbanlı kadınlar da aynı ruh kalıbından çıkmış değiller. Tersini düşünmek, gene çok karşı olduğum bir kategorileştirmeye düşmek olurdu. Türbanlılar arasında geleceğini kendi elleriyle çizmek isteyen, cins ayrımcılığına ve her tür ayrımcılığa karşı duran fertler olduğu gibi, erkek kadın modellerinin hiç kıpırdamamasını isteyen, kadını erkekten daha eksik bir yurttaş gibi gören, kadını tek ruha mahkum eden o aşk metinlerine, o söz ettiğiniz dergilere çok bayılan fertler de var…

Ümran Kartal’ın Yazarla Söyleşisi (Radikal Gazetesi / 01.03.2002)
? Bu kitabın birçok uluslararası yarışmada başarılı olmuş Süreyya Ayhan üzerine biyografik bir çalışma, olmadığını söylüyorsunuz. Onun ‘koşusu’nun bu ülke aydınları için simgesel bir değer taşıdığına inanıyorsunuz. Nedir bu simgesel değer?

Yasemin Dalkılıç ve Süreyya Ayhan’ın serüvenleri, benim gözümde simgesel değer taşıyor.
Ülke aydınlarının gözünde değil… Onlar daha çok kaybetmiş kadınları severler.
Sebat, meslek tutkusu, çelik karakter, iç disiplin, yalnızlık ve kendini aşma, sınırlarını zorlama hırsı… Bir kadını birey yapan herşey var bu iki örnekte. Süreyya’nın yılmaz koşusu benim gözümde bütün kadınların artık durdurulamaz koşusunu simgeliyor. Türkiye’nin önündeki büyük bir evrimi.

? Basını eleştiriyorsunuz, Süreyya ve Yasemin’in başarılarını hafife alması yüzünden. ‘Kadın doğası’ kalıbını kıracak başarılar elde etmeleri bunun nedeni olabilir mi?

Bu sporcular nasıl çalışırlar, neler yerler, nasıl konsantre olurlar, uğurlu nesneleri var mı, sinemaya giderler mi? Yetişme çağında bir kız çocuğum, hatta oğlum olsaydı, bunları bilsinler isterdim… Yasemin’in dünya rekoru kırdığı, Süreyya’nın Olimpiyatlar finalinde koştuğu hafta bile, dergi kapaklarında, televizyon vitrinlerinde gene Çağla Şikel’i, Deniz Akkaya’yı, veya Özlem Yıldız’ı görmeye mahkûm ve bunu kanıksamış bir toplumuz…
Çağla Şikel ve diğer kızlar ne kadar zarif olurlarsa olsun, bu ısrar artık beyin yıkama, hatta görevi suistimaldir… Modanın en büyük merkezlerinde bile halk bu kadar çok mankenin adını, adresini, dünya görüşlerini böyle ezbere bilmiyor. Bu ülke kadınlarına çok çok dar bir varoluş modeli dayatılmasında, basının önemli sorumluluğu var. Bedia Muvahhit’in öldüğü gün gazetedeki baş köşenin gene Hülya Avşar’a ayrıldığını hatırlıyorum… Böyle bir medya tabii bir spor şampiyonu kadınla nasıl konuşulacağını bilmiyor… Onda, büyük emek, yalnızlık, benmerkezcilik isteyen bir mesleği, şampiyonu değil, sadece ‘kadın’ı görüyor… Gene aşık kadını… Bu kadar. Gerisine kör.

? Hülya Avşar’ın ‘ben feminist değilim’ sözleri dikkatimi çekti. Neden böyle bir şey söylemeye gerek duyuyor sizce?

Türkiye’nin bir büyük starı, o. Ondaki emekçiyi, yetenekli oyuncuyu, hatta şeytan tüylü şovcuyu beğeniyorum üstelik. Ama Hülya Avşar bu kitaptaki yerini, sık sık aldığı anti feminist tavırlarına borçlu… O söylem, kendinden menkul erkek ve kadın tanımlamaları, kanımca büyük zarar verdiler bu topluma… Feminist hareketin bu kadar cılız, zavallı olduğu, bu kadar az karmalaşmış bir ülkede Hülya Avşar durup durup ‘Feminist değilim!’ diye yemin ettiğinde, aklıma hep McCarthy zamanı işlerini kaybetmemek için ‘Ben komünist değilim!’ diye hayırmak zorunda kalan Hollywood emekçileri geliyor.
Süreyya’nın babaannesini şöyle anlatıyorsunuz: “Süreyya’ya bir reşat altını verip ona “ben görmesem de, sen bir gün çok iyi bir sporcu olacaksın. Ben buna inanıyorum” diyen babaanne, kayda geçecek unutulmaz bir babaannedir….” Anne – kız ilişkileri önemli, öyle değil mi?
Bir kadının hayat kırıklığı, sıkışmışlığı geçiyor kızına… Ailedeki kadınların kız çocuğuna güveni, saygısı, onu hayatta bütün fetihlerine layık görmesi çok geniş ufuklar açabilir bu ülkede… Ama bu noktalara varabilmek, bütün bir toplumun arzusuna ve iradesine bağlı. Karmalaşmış bir hayatı sonuçta ancak ‘karma’ bir irade kurabilir. Sadece anneler, sadece kadınlar değil.

? Kadınlararası ‘aşırı tanıdıklık vehmi’yle ne demek istiyorsunuz?

Bütün bir cinsi, milleti, ırkı avucu gibi bildiğini iddia etmek, bir kere ayıptır… Bir birey karşısında, ‘Senin doğan şudur ve budur’ diye konuştuğunuzda, onun ‘biriciklik’ potansiyelini yok sayıyorsunuz. Bir insanı sadece bir cins doğasına endekslemek, daha baştan, daha ağzını açmadan onu çözdüğünü sanmak… Ne anlatırsa anlatsın, bir ‘deja vu’ duygusuyla dinlemek… Budur, ‘aşırı tanıdıklık’ vehmi. Bu yaklaşım bir erkekten geldiği zaman ne kadar aşağılayıcıysa, bir kadından başka bir kadına yöneldiğinde de aynı derecede aşağılayıcı. İndirgemeci. Kadın dayanışması adına yapıldığında bile. Hatta, o zaman daha da aşağılayıcı…

? “‘Feminizm bir gün her kadın lazım olabilir’ gerçeğini idrak etmekten birçok meslektaşım gibi uzaktım. 10 yıl öncesine kadar…” diyorsunuz. Ne oldu 10 yıl önce?

10 yıl önce, artık sadece muhabir değildim, serbest kürsüm olmuştu… Meslek hayatındaki esas sorunlar koşu uzayınca başlıyor… Yepyeni bir dünya, yepyeni silahlar, yepyeni bir racon ve prestijli pasta dilimlerinin paylaşılmak istenmemesi söz konusu… Koş Süreyya koş lafı, bu anlamda uzun koşmak isteyen herkese uyabilir….

? Sizin feminizm tanımınız nedir?
Benim feminizm tanımım şöyle: Hem cinsimin kabulü, haysiyeti, cinsime has sorunlara karşı bir bilinç ve karmalaşmış bir toplumun talebi; hem de bireyselleşme. Kadınlar için de birer birey olarak algılanma hakkı. Bu ikisinin beraberliği paradoks gibi gelebilir kimilerine, ama hiç öyle değil… Aksine, birini diğeri olmadan düşünmek güç benim için.

? NY’ta bir TV kanalında yaşlı bir ressam kadınla yapılan söyleşiyi izledikten sonra böyle bir kitap yazmak geçmiş aklınızdan. Ne oldu o an?

Kitaptaki en şahsi bölümlerden biri o… Kısaca özetlenemeyecek kadar şahsi bir bölüm…

Kitabın Künyesi
Koş Süreyya Koş
Vivet Kanetti
Gendaş Yayınları
192 sayfa,
Baskı Tarihi: 2002

Vivet Kanetti Hakkında Kısa Bilgi
Türk yazar, çevirmen ve köşe yazarı.
1956’da İstanbul’da doğdu. Sabah Gazetesi’nin köşe yazarı gazetecidir. Satıcılık, telefonculuk, çevirmenlik, tiyatroculuk, sinema figüranlığı, öğretmenlik, akıl hastanesinde ergoterapistik, muhabirlik, televizyonculuk ve köşe yazarlığı yaptı. Kitaplarının yabancı yazarlar raflarında yer almaması için E. Emine adıyla 4 roman yazdı. İlk kitabı Bizans Sohbetleri (Metis Yayınları). 1988’de yayımlandı. Kırık Zarlar (1997) ve Kurabiye Saatinde adlı romanları da yine E.Emine adıyla İletişim Yayınları’ndan 1997’de çıktı. Dörduncü romanı Turuncu Kayık’ın önsözü Vivet Kanetti imzalı idi, ikinci baskıda Vivet Kanetti ile E. Emine yer değiştirdiler). Boris Vian’dan, Emile Ajar’dan, Michel Ragon’dan, Jacques Verges’den, Colette’den ve daha birçok yazardan çeviriler yaptı, Goscinny’nin “Petit Nicolas” (Pıtırcık) serisini tamamen çevirdi. Bir ara televizyon programları da yaptı; özellikle Bosna-Hersek belgeseli çok ses getirdi. Aktüel dergisinde, Yeni yüzyıl ve Yeni Binyıl gazetelerinde, köşe yazarlığı yaptı. Öküzde, Amann’da, Virgül’de, Karizma’da ve daha birçok dergide yazıları yayınlandı. Gazete ve dergilerde yayınlanan yazılarının bir kısmı, Hissesiz Kısalar adıyla İletişim Yayınlarından çıktı. Koş Süreyya Koş Şampiyon Olacağız’ın ardından, bir Büyükada Hikayesi olan Prenslerin Adası isimli senaryosu yayınlandı. Vivet Kanetti çok iyi derecede İngilizce ve Fransızca biliyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir