Köylü Genç Bayan adlı öykü – Aleksandr Sergeyeviç Puşkin

Aleksandr Sergeyeviç Puşkin’in 1830 yılının ürünü olan “Köylü genç bayan” adlı öykü, yalın bir üslupla yazılmış, gerçekçi, özlü sanat ürünlerinden biridir. Bu öyküde Puşkin, halk insanlarını büyük bir yalınlık, gerçekçilik ve ustalıkla çizmiştir. “Köylü genç bayan”da hizmetçi kızlar, uşaklar, sevecen bir alaycılık ve duyguyla çizilerek, gerçekçi Rus yazınına örnek oluşturmuşlar; Dostoyevski, Nekrasov, Tolstoy, Çehov vb. daha onraki dönemlerin birçok büyük yazarı için tükenmez esin kaynakları olmuşlardır. Diğer öyküler gibi bu öykü de ince bir alay, zeka yalın ve şen bir insan sevgisiyle örülüdür.
Köylü Genç Bayan
“Güzelim, ne giyersen giy yaraşır sana.
‘Bogdanoviç’
Ücra illerimizden birinde İvan Petroviç Berestov adında bir derebeyinin çiftliği bulunmaktaydı. Kendisi gençliğinde muhafız birliklerinde çalışmış, 1797 yılı başlarında işten el çekerek köyüne gelmiş, o gün bugündür de oradan ayrılmamıştı. Soylu, fakat yoksul bir ailenin kızı olan karısı; o, çiftliğin uzak topraklarında avlanmaktayken, doğum sırasında ölmüştü. Çiftlik işleri çok geçmeden acısını unutturdu Berestov’a. Planını kendisinin hazırladığı bir ev yaptırdı. Bir çuha dokuma fabrikası kurdu. Gelirini üç katına çıkardı ve bölgenin en akıllı adamı saymaya başladı kendini. Ailecek ve köpekleriyle birlikte Berestov’a konukluğa gelen komşuların da bu konuda ona karşı çıktıkları yoktu zaten. İş günleri pamuklu kadifeden bir ceketle dolaşır, tatil ve bayramlardaysa kendi yapımı çuhadan, uzun bir ceket giyerdi. Giderlerini deftere kendisi işler, ”Resmi gazete” dışında hiçbir şey okumazdı. Onu biraz gururlu bulurlardı, ama genellikle herkesçe sevilirdi. Arasının iyi olmadığı tek kişi en yakın komşusu Grigori İvanoviç Muromski idi. Muromski gerçek bir Rus beyiydi. Servetinin çoğunu Moskova’da batırmış, bu arada dul kalmış, gelip elindeki son köye postu sermişti. Başka türlü de olsa, hoppalığını burada da elden bırakmıyordu. Hemen hemen elinde avucunda kalan bütün parasını bir İngiliz bahçesi yaptırma uğrunda tüketti. At bakıcılarını İngiliz jokeyler gibi giydiriyordu. Kızının bir İngiliz mürebbiyesi vardı. Tarlalarını İngiliz yöntemiyle sürüp ekiyordu. Fakat: Yabancı Yöntemle Rus Buğdayı Yetişmez

Giderlerini büyük ölçüde azaltmasına rağmen Grigori İvanoviç’in geliri bir türlü artmıyor, o da köyde bile yeni yeni borçlara girmenin yolunu buluyordu. Aptal bir adam sayılmazdı bununla birlikte. Çünkü il derebeyleri içinde çiftliğini Vasiler Kurulu’na rehine koymayı ilk olarak akıl eden oydu. O zamanlar için çok karışık, cesaret isteyen bir işti bu. Grigori İvanoviç’i ayıplayanlar içinde en sert davrananı Berestov’du. Her türlü yenilikten nefret etmek başlıca özelliğiydi onun. Komşusunun anglomanisinden söz ederken mutlaka çileden çıkar, onu eleştirmek için hiçbir fırsatı kaçırmazdı. Diyelim ki bir konuğuna arazisini gezdiriyor. İyi bir çiftlik yöneticisi olduğu konusundaki övgüler karşısında kurnaz kurnaz gülerek:
– Doğrusu efendim, derdi, komşum Grigori İvanoviç’inkilere pek benzemez benim işler. Biz kim, İngiliz yöntemiyle sermayeyi kediye yüklemek kim! Rus yöntemi kullanarak geçinip gidiyoruz işte.
Bu ve buna benzer şakaları bire bin katarak ve açıklamalarda bulunarak Grigori İvanoviç’e ulaştırmak için komşular ellerinden geleni artlarına komazlardı. Anglomanın bu eleştiriler karşısındaki tavrıysa bizim gazete yazarlarımızınkinden farklı değildi pek. Bunları duydukça cinleri tepesine çıkar, Zoile’yi (16) ayı ve görgüsüz adam diye adlandırırdı.
Berestov’un oğlu, köye, babasının yanına geldiğinde, iki komşu derebeyi arasındaki ilişkiler böyleydi işte. *** üniversitesinde öğrenim görmüş olan delikanlı orduya girmek istiyor, fakat babası razı olmuyordu buna. Genç adamsa sivil bir devlet görevinde çalışacak yetenek görmüyordu kendinde. İkisi de birbirlerinin düşüncelerini değiştiremediklerinden genç Aleksey ne olur ne olmaz diye bıyık bırakmakla birlikte (17) bir süre için çiftlikte oturmaya karar verdi.
Aleksey yakışıklı, yiğit bir delikanlıydı gerçekten de. Biçimli endamı, hiçbir zaman subay üniformasına bürünmemesi, at üstünde salınacak yerde gençliğini kayıt kuyut evrakıyla uğraşarak geçirmesi acınacak bir şey olurdu doğrusu. Avlanırken yola ize bakmadan en önde dörtnala at koşturduğunu gören komşular bu delikanlının hiçbir zaman işe yarar bir büro şefi olamayacağında ağız birliği etmişlerdi. Genç kızlar ona bakmadan edemezler, arada bir de hayran hayran seyre dalarlardı. Fakat Aleksey’in pek aldırdığı yoktu onlara. Kızlar da bu duygusuzluğun bir gönül yarasıyla ilgili olduğu sonucuna varmışlardı. Gerçekten de delikanlının bir mektubundan kopya edilen şu adres elden ele dolaşmaktaydı: Moskova’da, Aleksevski Manastırı karşısında bakırcı Savelyev’in evinde Akulina Petrovna Kuroçkina’ya. Bu mektubumun A.N.R.’ye verilmesini derin saygılarımla rica ederim.
Köylerde yaşamamış olan okuyucularım, bu taşralı genç kızların ne tatlı yaratıklar olduklarını bilemezler! Açık havada, bahçelerindeki elma ağaçlarının gölgesinde yetişen bu kızlar dünya ve hayat hakkındaki bilgilerini kitaplardan edinirler. Yalnızlık, özgürlük ve okuma, bizim kentli dilberlerimize yabancı olan duyguları ve tutkuları erkenden geliştirir onlarda. Taşralı bir genç kız için bir araba çıngırağının sesi, serüven demektir. Yakın bir kente yapılan gezi, hayatın bir dönüm noktası olarak kabul edilir. Bir konuğun ziyareti, çok uzun, kimi zaman bütün bir hayat boyunca süren anılar bırakır.
Onların bazı tuhaflıklarıyla eğlenmekte, hiç kuşkusuz, özgürdür herkes. Ama olaylara üstünkörü bakan bir gözlemcinin alayları, bu genç kızlara özgü başlıca erdemler olan karakter üstünlüğünü ve Jean-Paul’ün kanısınca, onsuz insan büyüklüğünden söz edilemeyecek olan kişisel özgünlüğü (Individualité) ortadan kaldıramaz. Başkent kadınları onlardan çok daha iyi eğitim görmüş olabilirler. Fakat sosyete hayatı, kısa zamanda kişiliklerini törpüler ve ruhları tıpkı başlarındaki serpuşlar gibi basmakalıplaştırır. Yargılama ya da ayıplama amacıyla söylemiyorum bu sözleri. Fakat çok eski bilgelerden birinin dediği gibi: Nota nostra manet. (18)
Aleksey’in genç kızlarımız çevresinde yaratacağı etkinin derecesi kolaylıkla göz önüne getirilebilir. Mahzun, düş kırıklığına uğramış bir gençle ilk kez karşılaşıyorlar; ilk kez bir insan kaybolmuş mutluluklardan, zehirlenmiş bir gençlikten söz ediyordu onlara. Üstelik üzerinde bir kuru kafa resmi bulunan kara bir yüzük taşıyordu parmağında delikanlı. O ilde son derece yeni şeylerdi bunlar. Kızlar Aleksey için deli divane oluyorlardı.
Fakat onunla herkesten çok bizim anglomanın genellikle Besti diye çağırdığı kızı Liza ilgileniyordu. Babaları birbirlerine gidip gelmiyorlardı. Kız Aleksey’i görmemişti henüz. Oysa bütün komşu kızların tek konusu Aleksey’di. Liza on yedi yaşındaydı. Esmer ve çok sevimli yüzüne canlılık veren kara gözleri vardı. Tek çocuk olduğu için bir dediği iki edilmeden büyütülmüştü. Oynaklığı ve bitmek tükenmek bilmez şeytanlıklarıyla babasını kendisine hayran ediyor, fakat mürebbiyesi Miss Jackson’ı ümitsizliği düşürüyordu. Miss Jackson kurallara sıkı sıkıya bağlı, yüzüne pudra süren, kaşlarına rastık çeken, Pamela’yı yılda iki kez yeni baştan okuyan, bütün bunlara karşılık yılda bin ruble alıp şu barbar Rusya’da can sıkıntısından patlayan kırklık bir kızdı.
Liza’nın Nastya adında bir oda hizmetçisi vardı. Küçük hanımdan biraz daha yaşlı olmasına rağmen uçarılıkta ondan aşağı kalmazdı. Liza onu çok sever, bütün sırlarını ona açar, şeytanlıklarını onunla birlikte tasarlardı. Kısaca söylersek, Fransız trajedisindeki herhangi bir gözde kadar önemli bir kişiydi Priluçino köyünde o.
Bir gün Nastya küçük hanımını giydirirken:
– İzin verirseniz konukluğa gideceğim bugün, dedi.
– Olur. Ama nereye?
– Tugilova’ya. Berestovlara. Aşçının karısının isim günüymüş. Kadın dün gelip bizi yemeğe çağırdı.
Liza:
– Bak hele, dedi. Efendiler kavgalı, hizmetçiler birbirlerini yemeğe çağırıyorlar.
Nastya:
– Efendilerden bize ne, diye karşılık verdi. Zaten ben sizinim, babanızın değil! Hem de Berestov’un oğluyla kavga etmediniz ki. Eğer ihtiyarların pek hoşuna gidiyorsa, bırakın dövüşsünler.
– Aleksey Berestov’u görmeye çalışsana Nastya. Sonra güzelce anlatırsın bana; yakışıklı mı, huyu suyu nasıl?
Nastya bunu yapacağına söz verdi. Liza bütün gün sabırsızlık içinde dönüşünü bekledi onun. Akşamleyin Nastya geldi. Odaya girerken:
– Eh, Lizaveta Grigoryevna dedi; gördüm genç Berestov’u. Hem de iyice seyrettim. Bütün gün birlikteydik.
– Nasıl oldu bu? Anlat, bir bir anlat.
– Emredersiniz hanımcığım. Ben, Anisya Yegorovna, Nenila, Dunka, hep birlikte gittik oraya.
– Peki peki, anladım, sonra ne oldu?
– Azıcık sabredin de sırasıyla anlatayım hanımcığım. Efendime söyleyeyim, tam da yemek zamanıymış. Oda tıka basa insan doluydu. Kolbinskiler, Zaharyevskiler, kâhya kadınla kızları, Hlupinskiler hep oradaydı.
– Peki, peki anladım! Ya Berestov, Berestov orada değil miydi?
– Durun da anlatayım hanımcığım. Efendime söyleyim, hep birlikte masaya oturduk. Kâhya kadın baş köşeye kuruldu, ben de onun yanına. Kâhya kadının kızları surat asmasınlar mı! Hıh. Sanki pek umurumdaydı da…
– Ah Nastya, bu bitmek tükenmek bilmez ayrıntılarla o kadar can sıkıcısın ki!
– Fakat siz de o kadar sabırsızsınız ki! İşte efendime söyleyim, sofradan kalktık… Fakat sofra başında tam üç saat oturmuştuk… Yemek de öylesine güzeldi ki. Mavi, kırmızı, çizgili keşkülü-fukaralar… Uzatmayayım, sofradan kalkıp bahçeye elim sende oynamaya çıktık. İşte genç bey o zaman göründü.
– Söyledikleri kadar yakışıklı mı gerçekten?
– Hem de nasıl! Çok güzel bir delikanlı doğrusu. Boylu boslu, al yanaklı…
– Sahi mi? Bense solgun benizli sanıyordum onu. Peki sonra. Nasıl bir adam? Hüzünlü, düşünceli bir görünüşü var değil mi?
– Siz ne diyorsunuz? Ömrümde böyle azgın delikanlı görmedim ben. Bizimle elim sende oynamaya kalktı.
– Sizinle elim sende oynamak mı! Olamaz!
– Niye olmasınmış! Hem neler neler yaptı daha başka! Yakaladığını öptü!
– Müsaadenle Nastya, uyduruyorsun.
– Müsaadenizle, uydurmuyorum hanımcığım. Elinden zor kurtuldum ben. Söylediğim gibi, bütün gün bizimleydi.
– Fakat nasıl olur? ÂAşık olduğunu, kimseye yüz vermediğini söylüyorlar.
– Onu bilmem hanımcığım ama, bana pek yüz verdi doğrusu. Tanya’ya da öyle. Kâhya kadının kızına da bakıp durdu. Söylemesi ayıp, hiç kimseyi gücendirmedi. Böyle bir çapkın işte!
– Şaşılacak şey! Evde ne diyorlar onun için peki?
– Çok seviyorlar kendisini. Beyin altın gibi kalbi vardır, çok neşeli bir delikanlıdır diyorlar. Tek kötü yanı kızların peşinden gezmeyi pek sevmesiymiş. Fakat bana sorarsanız dert değil, bu da zamanla geçer.
Liza içini çekerek:
– Ah, onu görmeyi nasıl isterdim! dedi.
– Bundan kolay ne var? Tugilova uzak yer değil ki, topu topu üç verst. O yana doğru ister yürüyerek, ister atla bir gezintiye çıkın, hemen görürsünüz onu. Çünkü her sabah erkenden tüfeğini alıp ava çıkıyor.
– Olmaz, iyi değil bu. Peşinde dolaştığımı sanır sonra. Zaten babalarımız da kavgalı olduğu için tanışmamız büsbütün olanaksız… Nastya, dur bakayım! Aklıma ne geldi, biliyor musun? Köylü kızı kılığına girerim ben de!
– Niye olmasın. Kalın bir mintan, üstüne de sarafan giyip, korkmadan Tugilova’nın yolunu tutun. Berestov’un gözünden kaçmayacağına garanti veririm.
– Zaten buralılar gibi konuşmasını da çok güzel becerebiliyorum. Ah Nastya, sevgili Nastya! Ne güzel bir buluş bu!
Liza bu eğlenceli tasarısını mutlak gerçekleştirmek niyetiyle yatıp uyudu. Ertesi gün de planını uygulamaya girişti. Pazardan kalın keten, mavi renkli kaba pamuklu bez, bakır düğmeler aldırttı. Nastya’nın yardımıyla kendisine bir mintanla bir sarafan biçti. Bütün hizmetçi kızları dikiş işiyle görevlendirdi. Akşamleyin her şey hazırdı. Liza ayna önünde yeni giysilerini ölçünürken hiçbir zaman bu kadar sevimli olmadığını itiraf etti kendi kendine. Yürürken yerlere kadar eğilip selamlar vererek, çamurdan yapılmış oyuncak kediler gibi başını sallayarak, köylü ağzıyla konuşarak ve gülerken yenleriyle yüzünü kapayarak rolünü tekrarlayıp Nastya’nın tam bir takdirini kazandı. İşini güçleştiren tek şey, yalın ayak yürüme zorunluluğuydu. Bunu bahçede denedi, fakat çimenler nazik ayaklarına battı. Kumlara ve çakıllara ise dayanamayacağını anladı. Nastya burada da imdada yetişti. Liza’nın ayaklarının ölçüsünü alıp, tarlaya, çoban Trofim’e koşarak bu ölçüde bir çift örme sandal ısmarladı. Ertesi gün Liza uyandığında şafak sökmemişti daha. Bütün ev henüz uykudaydı. Nastya avlu kapısı dışında çobanı beklemekteydi.
Küçük boru çaldı ve köyün sürüsü beyin evinin avlusunun önünden geçerken küçük alacalı sandalları verip mükâfat olarak elli kapik aldı ondan. Liza sessizce köylü giysilerine büründü. Nastya’ya fısıltıyla Miss Jackson’a değgin bazı yönergeler verdikten sonra arka kapı önündeki taş merdivenden geçerek bostan yoluyla tarlalara doğru koştu.
Şafak sökmeye başlamıştı. Bulutların altın renkli dizisi saray hademelerinin Çarı bekleyişleri gibi güneşi bekliyor gibiydiler. Duru gökyüzü, sabah serinliği, çiğ taneleri, hafif sabah rüzgârı ve kuş cıvıltıları, çocuksu bir sevinçle dolduruyordu Liza’nın yüreğini. Genç kız bir tanıdıkla karşılaşmak korkusuyla, koşmuyor da, uçuyordu sanki. Babasının yurtluğunun sınırında bulunan koruluğa yaklaşınca, yavaşladı. Aleksey’i burada beklemek zorundaydı. Nedenini kendisi de bilmeden yüreği hızla çarpıyordu. Gençlik yaramazlıklarımıza eşlik eden bu korku, onların başlıca güzelliğidir zaten. Liza koruluğun karanlığına daldı. Genç kızı boğuk, dalga dalga bir uğultu karşıladı. Koruluğun sesiydi bu. Sevinci dağıldı. Yavaş yavaş tatlı düşlere kaptırdı kendini. Düşüncelere daldı. Fakat bir ilkbahar günü, sabahın altısında korulukta tek başına dolaşan on yedi yaşında bir genç kızın aklından geçenleri tam tamına kim bilebilir? Liza iki yanı yüksek ağaçlarla kaplı yolda işte böylece düşüne düşüne giderken ansızın çok güzel bir av köpeği havlayarak ona doğru koştu. Genç kız korkuyla bir çığlık attı. Aynı anda: ”Tout beau, Sbogar ici…” (19) diye bir sesleniş duyuldu ve genç bir avcı, çalıları aralayarak ortaya çıktı. Liza’ya:
– Korkma güzelim, dedi. Köpeğim ısırmaz.
Liza kendini toparlayarak durumdan yararlanmasını bildi. Yarı ürkmüş, yarı utanmış bir tavır takınarak:
– Yok bey, dedi. Baksana ne fena köpek. Korkuyorum, bir daha üstüme atılmasın?
O bunları söylerken Aleksey (okuyucularımız avcıyı tanımışlardır artık) genç köylü kızını tepeden tırnağa süzüyordu. Kıza:
– Eğer korkuyorsan gideceğin yere kadar ben götüreyim seni, dedi. İzin verir misin geleyim seninle?
Liza:
– Sana engel olan mı var? diye yanıtladı. Allahın yolu, isteyen istediği gibi gezer.
– Nereden geliyorsun?
– Priluçino’dan. Demirci Vasili’nin kızıyım ben. Mantar toplamaya gidiyorum. (Liza sicimle bağlı küçük bir sepet taşıyordu kolunda.) Ya sen bey? Tugilova’dan geliyorsun değil mi?
Aleksey:
– İyi bildin, diye yanıtladı. Küçük beyin uşağıyım ben.
Aleksey kızla kendi arasında bir eşitlik sağlamak istiyordu böylece… Fakat Liza delikanlıyı yukardan aşağı süzerek güldü:
– Yalan söylüyorsun, dedi. Beni aptal mı sandın? Sen küçük beyin kendisisin.
– Peki, sen nereden biliyorsun bunu?
– Bilmeyecek ne var bunda?
– Vay canına! Söyle de biz de anlayalım hele!
– Beyle uşağı birbirinden ayıramayacak mıyız artık? Giyimin kuşamın başka türlü bir kere, sonra bir tuhaf konuşuyorsun, köpeği çağırman bile bizimkine benzemiyor.
Aleksey gittikçe daha çok hoşlanıyordu kızdan. Güzel köylü kızlarına karşı teklifsiz davranmaya alışık olduğu için kucaklamak istedi onu. Fakat Liza öteye sıçradı ve öyle sert, öyle soğuk bir tavır takındı ki Aleksey’i hem güldürdü, hem de ileri gitmesine engel oldu bu.
Genç kız çok ciddi bir tavırla:
– Eğer ilerde dost olmamızı istiyorsanız kendinizi unutmayın lütfen, dedi.
Aleksey bir kahkaha atarak:
– Sana kim öğretti bu bilgelikleri? diye sordu. Yoksa küçük hanımının oda hizmetçisi, şu benim ahbap, Nastenka mı? Bak hele, bilim hele, ne yollarla yayılırmış meğer.
Liza, rolünü aştığını anlayarak hemen kendini toparladı:
– Sen ne sanıyorsun? dedi. Sanki ben bey evinde bulunmuyor muyum hiç? Merak etme, her şeyi de bilirim, her şeyden de anlarım. Fakat (diye sürdürdü sözlerini) seninle çene çalmakla mantarlar sepete girmez. Bey, sen kendi yoluna git, ben de kendi yoluma gideyim. Sağlıcakla kal, haydi…
Liza ayrılıp gitmek isterken Aleksey kızı elinden tutup durdurdu:
Liza parmaklarını Aleksey’in elinden kurtarmaya çalışarak:
– Adım Akulina, dedi. Fakat bırakın beni bey. Eve dönme zamanım geldi.
– Eh, dostum, Akulina; baban demirci Vasili’ye mutlaka konuk geleceğim.
Liza telaşla karşı çıktı:
– Sen ne diyorsun? Allah aşkına böyle bir şey yapayım deme. Eğer küçük beyle başbaşa, korulukta çene çaldığımı evden öğrenecek olurlarsa yandığım gündür. Babam demirci Vasili kemiklerimi kırar.
– Fakat ne pahasına olursa olsun seninle yeniden görüşmek istiyorum ben.
– Nasıl olsa yine mantar toplamaya geleceğim buraya.
– Fakat ne zaman?
– Hemen yarın.
– Sevgili Akulina, seni öpmek geliyor içimden ama, cesaretim yok buna. Öyleyse yarın tam bu saatte burada buluşuyoruz, tamam mı?
– Tamam, tamam.
– Beni aldatmayacaksın değil mi?
– Yok, aldatmayacağım.
– Yemin et.
– Kutsal cuma üstüne yemin ederim ki geleceğim yarın.
Gençler birbirlerinden ayrıldılar. Liza ormandan çıktı, tarlayı geçti, bahçeye süzüldü ve hızla, Nastya’nın kendisini beklemekte olduğu çiftlik binasına doğru koştu. Sabırsız gözdesinin sorularını dalgın bir tavırla yanıtlayarak giysilerini değiştirdi ve oturma odasına girdi. Sofra kurulmuş, kahvaltı hazırlanmıştı. Pudrasını çoktan sürmüş, belini bir şarap kadehi gibi sıktıkça sıkmış olan Miss Jackson, yağ sürmek için ince ince ekmek dilimleri kesiyordu. Babası, yapmış olduğu sabah gezintisinden ötürü kızını övdü. ”Erken uyanmak kadar sağlığa yararlı bir şey yoktur” dedi. İngiliz magazinlerinden alınma bazı uzun yaşama örnekleri vererek yüz yılı aşkın yaşayan kimselerin votka kullanmadıklarını, yaz kış şafakla birlikte uyandıklarını belirtti. Liza onu dinlemiyordu. Bu sabahki buluşmada olanları, Akulina’nın genç avcıyla konuşmalarını bir bir aklından geçiriyor, vicdanı genç kızı tedirgin etmeye başlıyordu. Konuşmanın ölçüyü aşmadığı, bu oyunun hiç de önemli sonuçlar doğuracak bir şey olmadığı konusunda boş yere kendisine karşı koyuyor, vicdanının sesi mantığının sesini bastırıyordu. Onu her şeyden daha çok tedirgin eden de yarın için vermiş olduğu sözdü. Yeminini tutmamaya dünden hazırdı. Fakat onu boşuboşuna bekleyen Aleksey, demirci Vasili’nin şişman ve çilli kızı gerçek Akulina’yı arayıp bulabilir, böylelikle de Liza’nın bu düşüncesizce yaramazlığı ortaya çıkabilirdi. Bunu düşünerek fena halde korkan Liza, ertesi gün yeniden Akulina olarak koruluğa gitmeye karar verdi.
Aleksey’e gelince, kendisinden geçmiş gibiydi o da. Bütün gün yeni tanıştığı bu kızı düşündü. Geceleyin de esmer güzelinin hayali düşüne girdi. Tan yeri ağardığında giyinmişti bile. Tüfeğini dolduracak kadar bile sabretmeden, sadık Sbogarını aldığı gibi tarlalara yollanıp kararlaştırdıkları buluşma yerine koştu. İçi içine sığmayarak yarım saat bekledi. Sonunda çalılar arasında mavi sarafanın görünmesiyle, Aleksey’in sevgili Akulinasına doğru atılması bir oldu. Kız, delikanlının minnettarlık dolu coşkunluğuna gülümsedi, fakat genç adam onun yüzündeki neşesizlik ve tedirginlik izlerini hemen fark etti. Nedenini öğrenmek istedi bunun. Liza, davranışını düşüncesizce bulduğunu, pişmanlık duyduğunu itiraf etti. Sözünü istemeye istemeye tuttuğunu, zaten bu görüşmelerinin son olacağını söyledi. Kendilerine hayır getirmeyecek olan bu tanışıklığa son vermelerini rica etti delikanlıdan. Hiç kuşkusuz, köylü ağzıyla söylenmişti bütün bunlar. Fakat sıradan bir kızda bulunmaması gereken bu düşünceler ve duygular Aleksey’i şiddetle etkiledi. Güzel söz söyleme yeteneğini sonuna kadar kullandı Akulina’yı niyetinden caydırmak için. Ona karşı beslediği duyguların içtenliği üzerine diller döktü. Pişmanlık duyması için bir neden bulunmadığını, ondan her zaman için af dilemeye hazır olduğunu kesinlikle belirtti. İster gün aşırı, ister haftada bir olsun, baş başa kalmak mutluluğunu kendisinden esirgememesi için yalvarıp yakardı kıza. İçtenlikle konuşuyordu. Ve o an gerçekten de âşıktı. Liza susarak dinliyordu delikanlıyı. Sonunda:
– Beni köyde hiçbir zaman aramayacağına, soruşturma yapmayacağına söz ver, dedi. Benim belirttiğim günlerin dışında buluşmak istemeyeceğine söz ver.
Aleksey Kutsal Cuma üzerine yemin ediyordu ki genç kız gülümseyerek durdurdu onu:
– Yemin etmeye gerek yok, dedi. Söz ver, o yeter bana.
Bundan sonra, Liza’nın gitme zamanı geldiğini söylediği ana kadar, yan yana ormanda dolaşarak dostça sohbet ettiler.
Ayrıldıklarında, yalnız başına ormanda kalan Aleksey, bir köylü kızının bir iki görüşme sonunda üzerinde nasıl olup da böyle sarsılmaz bir egemenlik kurduğuna bir türlü akıl erdiremedi. Akulina’yla olan ilişkilerinde bir yeniliğin çekiciliği vardı. Bu tuhaf köylü kızının buyrukları Aleksey’e çok ağır görünmekle birlikte verdiği sözü tutmamayı düşünmedi bile. Çünkü işin aslına bakarsak, parmağındaki uğursuz yüzüğe, esrarengiz adrese, düş kırıklığına uğramış insanlara özgü mahzun tavırlarına rağmen iyi yürekli, ateşli bir gençti o. Masumluktan zevk alabilecek temiz bir yüreği vardı.
Sadece içimin isteğine kulak verecek olsaydım bu genç insanların buluşmalarını, gittikçe güçlenen karşılıklı sevgilerini ve bağlılıklarını, uğraşılarını ve konuşmalarını bütün ayrıntılarıyla tasvir etmeye kalkardım. Fakat bunu yapmakla duyacağım zevki, okuyucularımın büyük bir çoğunluğunun benimle paylaşmayacağını biliyorum. Bu gibi ayrıntılar, yapmacık görünür genellikle. Böylece ben de onları bir yana bırakıp şunu söylemekle yetineceğim kısaca: Aradan iki ay geçmeden Alekseyimiz sırıl sıklam âşıktı. Aleksey kadar gürültücü olmamakla birlikte, Liza da kayıtsız değildi delikanlıya karşı. Her ikisi de yaşadıkları günlerin mutluluğuyla yetiniyor, gelecek üzerine pek az kafa yoruyorlardı.
Çözülmez bağlarla bağlanmak düşüncesi sık sık ikisinin de aklından geçiyor, fakat bu konuda hiçbir zaman tek söz etmiyorlardı birbirlerine. Nedeni açıktı bunun: Aleksey sevgili Akulinasına ne kadar bağlı olursa olsun yine de kendisiyle zavallı bir köylü kızı arasındaki uzaklığı çıkaramıyordu aklından. Liza ise babalarının birbirlerinden nefret ettiklerini biliyor, onların bir gün barışabileceklerini ummaya bile cesaret edemiyordu. Sonra, Tugilova derebeyini Priluçinalı demirci kızının ayaklarına kapanmış görmek gibi belli belirsiz, romantik bir düşünce, genç kızın bencillik duygularını kışkırtıyordu. Ansızın patlak veren önemli bir olay az kalsın değiştirecekti karşılıklı ilişkilerini.
Aydınlık, soğuk bir sabah (Rusyamızda sonbaharlar pek zengindir bu bakımdan) İvan Petroviç Berestov yanına ne olur ne olmaz diye, üç çift tazı, bir at uşağı, birkaç tane de, ellerinde kaynana zırıltıları bulunan hizmetçi çocuk alarak, atlı bir gezintiye çıkmıştı. Aynı anda, havanın çekiciliğine kapılarak Grigori İvanoviç Muromski de güdümen kısrağını eğerletmiş, hafif bir tırısla, İngilizleştirilmiş yurtluğunu gezmeye çıkmıştı. Ormana yaklaştığında, sırtında tilki derisinden bir kürk, at üstünde görkemli bir tavırla oturmuş, çocukların bağırışlarla ve kaynana zırıltılarıyla çalılıktan dışarıya uğratmaya çalıştıkları tavşanı beklemekte olan komşusunu gördü. Eğer Grigori İvanoviç bu karşılaşmayı önceden kestirebilseydi, hiç kuşkusuz, değiştirirdi yolunu. Fakat hiç beklenmedik bir anda Berestov’un karşısına düşmüş, kendisini birdenbire bir kurşun atımı uzaklıkta bulmuştu komşusundan. Yapacak bir şey yoktu. Eğitim görmüş bir Avrupalı gibi düşmanına yaklaşan Muromski, nezaketle selamladı onu. Berestov da tıpkı oynatıcısının buyruğuna uyarak bayları selamlayan zincirli bir ayı gibi, gayretle karşılık verdi bu selama. Aynı anda ormandan fırlayan tavşan tarlalara doğru koştu. Berestov’la at uşağı, avazları çıktığı kadar bağırdılar, köpekleri salıverdiler ve onların arkasından dolu dizgin sürdüler atlarını. Muromski’nin ava alışık olmayan atı gemi azıya aldı. Seçkin bir binici olmakla övünen Muromski hayvanı kendi haline bıraktı, bir yandan da onu hoşlanmadığı bir kimseyle sevimsiz bir sohbette bulunmak zorunda kalmaktan kurtaran bu raslantıya için için sevindi. Fakat önceden fark etmediği bir hendekle karşılaşan hayvan birdenbire yana fırladı. Muromski de tutunamayarak eğerden aşağı yuvarlandı. Donmuş toprağa oldukça kötü bir biçimde düşen Muromski, binicisinin yok olduğunu hisseder hissetmez aklı başına gelmişcesine zınk diye duran güdümen kısrağına lanetler savuruyordu yattığı yerden. Dört nala Muromski’nin yanına gelen İvan Petroviç, bir yanının incinip incinmediğini sordu komşusuna. Bu arada at uşağı da dizginlerinden tutarak suçlu atı getirdi. O Muromski’nin yeniden eğere tırmanmasına yardım ederken Berestov da evine çağırdı komşusunu. Kendisini minnet borcu altına girmiş saydığı için Muromski bu çağrıyı reddedemedi. Böylece yedeğinde avlanmış bir tavşan, bir de yaralı, hemen hemen savaş tutsağı denebilecek durumdaki düşmanı olmak üzere, Berestov şanla şerefle döndü evine.
Komşular kahvaltıda dostça sohbet ettiler. Vücudundaki berelerden dolayı eve kadar at sırtında gidemeyeceğini itiraf eden Muromski komşusundan bir araba rica etti. Berestov komşusunu kapı önündeki merdivene kadar geçirdi ve Muromski ondan ertesi gün öyle yemeğine (Aleksey İvanoviç’le birlikte olmak üzere) Priluçino’ya geleceklerine dair şeref sözü almadan oradan ayrılmadı. Böylece eski, köklü bir düşmanlık, güdümen bir kısrağın ürkekliği sayesinde hemen hemen son bulmuş gibiydi.
Liza koşarak karşıladı babasını. Şaşkın şaşkın:
– Bu da ne demek oluyor baba? dedi. Niçin topallıyorsunuz! Atınız nerede? Bu araba kimin?
Grigori İvanoviç:
– İmkânı yok tahmin edemezsin my dear (20), diyerek olup biteni anlattı. Liza kulaklarına inanamıyordu. O daha kendini toparlayamadan Grigori İvanoviç yarın her iki Berestov’un da öğle yemeğine geleceklerini bildirdi.
Liza sapsarı kesilerek:
– Ne diyorsunuz! dedi. Berestovlar yarın bize yemeğe mi gelecekler?! Olamaz baba, siz istediğinizi yapmakta özgürsünüz ama, ben asla görünmem onlara.
Babası karşı çıkarak:
– Sen aklını mı kaçırdın? dedi. Ne zamandan beri utangaç oldun böyle? Yoksa romanlardaki kızlar gibi aile kini mi güdüyorsun? Yeter, hoppalığı bırak…
– Olmaz baba, dünyada olmaz! Milyon verseniz çıkmam Berestovların karşısına.
Grigori İvanoviç kızının tartışarak yola getirilir cinsten olmadığını bildiği için omuzlarını silkti, sözü daha fazla uzatmadı ve bu olağanüstü gezintinin yorgunluğunu atmak üzere dinlenmeye çekildi.
Lizaveta Grigoryevna da kendi odasına giderek Nastya’yı çağırdı. Ertesi günkü ziyaret üzerine uzun süre kafa yordular birlikte. Akulinasının aslında iyi eğitim görmüş bir genç bayan olduğunu öğrenince Aleksey ne düşünecekti acaba? Liza’nın bu davranışını nasıl karşılayacak, genç kız hakkında nasıl bir yargı verecekti? Liza öte yandan da bu beklenmedik karşılaşmanın Aleksey üzerinde yaratacağı etkiyi görmeyi çok istiyordu… Ansızın parlak bir düşünce geldi aklına. Hemen Nastya’ya söyledi bunu. İkisi de bir keşifte bulunmuşçasına sevinerek buluşlarını mutlaka uygulamaya karar verdiler.
Ertesi gün kahvaltıda Grigori İvanoviç kızına Berestovlara görünmemek niyetinde ısrar edip etmediğini sordu.
Liza:
– Eğer bu gerekliyse sizin için tanışacağım onlarla baba, dedi. Fakat bir şartım var: Onların karşısına nasıl çıkarsam çıkayım, ne yaparsam yapayım, azarlamayacaksınız beni. En küçük bir şaşkınlık ya da hoşnutsuzluk belirtisi göstermeyeceksiniz.
Grigori İvanoviç gülerek:
– Yine ne şeytanlıklar tasarlıyorsun kimbilir! dedi. Peki olur, kabul ediyorum. Ne istersen yap kara gözlü yaramazım benim.
Bunları söyleyerek kızını alnından öptü. Liza da hazırlanmaya koştu.
Ev atölyesinde yapılmış altı atlı bir fayton saat tam ikide avluya girip sık çimenlerle kaplı yuvarlak tarhı dolanarak durdu. Muromski’nin üniformalı iki uşağının yardımıyla ihtiyar Berestov merdivenlerden çıktı. Berestov’un hemen arkasından bir ata binmiş olarak gelen oğlu sofranın çoktan hazırlanmış olduğu yemek odasına babasıyla birlikte girdi. Komşularını büyük bir nezaketle, çok sevimli, candan bir tavırla karşıladı Muromski. Yemeğe oturmadan önce bahçeyi ve yaban hayvanlarını göstermeyi önererek özenle süpürülmüş, kum dökülmüş yollardan geçirdi onları. İhtiyar Berestov boş hevesler uğruna harcanmış bunca emekle zamana için için acınıyor, fakat kabalık olmasın diye ses çıkarmıyordu. Oğluysa ne hesabını bilir derebeyinin hoşnutsuzluğunu, ne de kendini beğenmiş anglomanın hayranlığını paylaşıyor; ev sahibinin, hakkında çok şey işittiği kızının görünmesini bekliyordu sabırsızlıkla. Bildiğimiz gibi delikanlının yüreği doluydu ama, gene de bir dilberi düşlemekten hiçbir zaman geri kalmazdı.
Birlikte oturma odasına dönerek oturdular. İhtiyarlar geçmiş günleri, memuriyetleri sırasında başlarından geçen ilgi çekici olayları andılar. Aleksey ise Liza’ya karşı nasıl bir rol oynaması gerektiğini hesaplıyordu. Soğuk bir ilgisizliğin her duruma uygun düşeceğine karar vererek buna hazırlandı. Kapı açıldığında başını öylesine bir kayıtsızlıkla, öylesine gösterişli bir umursamazlıkla çevirdi ki en kasarlanmış bir yosmanın yüreği bile titrerdi bu tavır karşısında. Fakat ne yazık ki Liza’nın yerine, pudralanmış, korsesini sımsıkı bağlamış, gözleri yerde ve hafif bir referansla yaşlı Miss Jackson girdi odaya, Aleksey’in taktik hareketi boşa gitmiş oldu böylelikle. Kendisini yeniden toplayacak kadar bir zaman geçmeden de kapı bir daha açıldı ve bu kere Liza girdi içeri. Herkes ayağa kalktı. Muromski konuklarını kızına takdim etmek üzereydi ki ansızın durakladı, dudaklarını ısırdı… Liza, onun esmer Liza’sı kulaklarına kadar pudralanmış, Miss Jackson’dan daha koyu bir rastık çekmişti kaşlarına. Kendi saçlarından çok daha açık renkteki takma bukleleri tıpkı XIV. Louis’nin perukası gibi kabarmıştı. A l’imbecile (21) yenleri Mademe de Pompadour’un etekleri gibi sarkıyordu. Belini, vücudu X harfine benzeyecek kadar sıkmıştı. Annesinin henüz istikraz sandığına rehine konmamış bütün mücevherleri parmaklarında, boynunda ve kulaklarında parıldamaktaydı. Bu gülünç, parlak genç kızın, Akulinası olduğunu anlamak olanaksızdı, Aleksey için. Baba Berestov genç kızın elini öptü, oğlu da kederle izledi onu. Bu apak parmakçıklar, dokunduğunda titriyormuş gibi geldi ona. Bu arada, bilerek ileri doğru uzatılmış, çok hoppaca bir pabuç içindeki ayakçığı fark edebildi. Bu görünüm kızın tuvaletinin diğer yanlarını az çok bağışlattırdı delikanlıya. Pudrayla rastığa gelince, temiz bir yüreğe sahip olan delikanlı, itiraf edelim, ilk bakışta farkına varmadı bunların, sonradan da öyle pek kötüye yormadı. Verdiği sözü anımsayan Grigori İvanoviç bir şaşkınlık belirtisi göstermemeye çalışıyordu. Fakat kızının bu şeytanlığı ona o kadar eğlendirici görünmüştü ki gülmemek için zor tutuyordu kendini. İlkelere pek bağlı İngiliz mürebbiye ise hiç de gülecek durumda değildi. Rastıkla pudranın kendi çekmecesinden aşırıldığını anlamış olduğundan yüzünün yapay aklığının altında kıpkırmızı bir can sıkıntısı lekesi belirmişti. Genç yaramaza şimşek gibi bakışlar fırlatıyor, fakat Liza her türlü açıklamayı bir başka zamana ertelediği için görmezden geliyordu bunları.
Masaya oturdular. Aleksey, düşüncelere dalmış, dalgın adam pozundaydı. Liza kırıtıyor ve hep Fransızca olmak üzere şarkı söyler gibi dişlerinin arasından konuşuyordu. Babası kızının amacını bir türlü anlayamıyor, fakat bütün bunları çok eğlendirici bularak ikide bir Liza’ya bakıyordu. İngiliz mürebbiye öfkeden kuduruyor, fakat susuyordu. Sadece İvan Petroviç kendi evinde gibiydi. İki adammışçasına yiyor, büyük ölçüde içiyor, güldükçe gülesi geliyor, gittikçe daha candan konuşup kahkahalar atıyordu.
Sofradan kalkıldı. Konuklar gittiler. Grigori İvanoviç artık kahkahalarını koyuvererek:
– Nerden aklına eski onlara oyun oynamak? diye sordu. Fakat ne diyeceğim biliyor musun, pudralanmak çok yakıştı sana. Kadın süsünün gizliliğine karışmak istemem ama senin yerinde olsam her zaman pudralanırdım. Öyle pek fazla değil kuşkusuz, şöyle hafifçe.
Liza oynadığı oyunun başarısıyla sarhoş olmuş gibiydi. Babasını kucaklayarak, öğüdünü düşüneceğine söz verdi; sinirlenmiş Miss Jackson’ın gönlünü almaya koştu. Miss Jackson kapıyı açmaya, Liza’nın savunmasını dinlemeye güç bela razı oldu. Liza yabancı kimselerin karşısına kapkara suratıyla çıkmaya utanmış da; istemeye cesaret edememiş de; iyi yürekli, tatlı Miss Jackson’ın kendisini bağışlayacağından kuşkusu yokmuş da… vb., vb. Kendisiyle alay edilmediğine aklı yatan Miss Jackson’ın kızgınlığı geçti, Liza’yı öptü ve barıştığına kanıt olarak bir kutu İngiliz pudrası armağan etti genç kıza. Liza candan bir teşekkürle kabul etti bu armağanı.
Genç kızın ertesi gün şafakla birlikte buluşma yeri korulukta görünmekte gecikmediğini okuyucu kolaylıkla anlamıştır. Aleksey’i görür görmez:
– Bey, akşamleyin bizim efendilerdeydin, öyle mi? diye sordu. Nasıl buldun küçük hanımı?
Aleksey, onu fark etmediğini söyledi.
Liza:
– Yazık olmuş! diyerek üzüntüsünü belirtti.
– Fakat niçin! diye sordu Aleksey.
– Çünkü acaba söyledikleri doğru mu diye sana sormak istiyordum da…
– Ne söylüyorlar ki?
– Sözüm ona ben küçük hanıma benziyor muşum da…
– Ne saçma şey! Senin eline su bile dökemez o!
– Yapma bey, günah olur; küçük hanım öyle beyaz, öyle zariftir ki! O nerde, ben nerde!
Aleksey onun her türlü beyaz küçük hanımdan çok daha güzel olduğuna yeminler etti ve kızı tam anlamıyla buna inandırmak için küçük hanımını öylesine gülünçleştirerek tasvir etti ki Liza kahkahadan kırıldı. Fakat yine de içini çekerek:
– Küçük hanım gülünç olabilir belki, dedi. Ama ben yine de kara cahilin, aptalın biriyim onun yanında.
– Püf! Üzüldüğün şeye bak! Eğer istiyorsan hemen öğreteyim okuyup yazmayı sana.
– Sahiden de, bir denesek nasıl olur acaba?
– Sen emret sevgilim, hemen şu anda başlayalım.
Oturdular. Aleksey cebinden bir kurşun kalemle bir not defteri çıkardı. Akulina şaşılacak kadar kısa zamanda söktü alfabeyi. Aleksey anlayış gücüne hayran kaldı onun. Kız ertesi gün yazıya geçmek istedi. İlkin kaleme söz dinletemiyordu. Fakat birkaç dakika sonra yeterince düzgün çekmeye başladı harfleri. Aleksey:
– Bu bir mucize! dedi. Çalışmamız Lancester sisteminden de hızlı gidiyor. Gerçekten de Akulina daha üçüncü derste ”Boyarın Kızı Natalya”yı (22) heceleye heceleye okudu ve okurken arada bir ileri sürdüğü düşünceler Aleksey’i şaşkınlıktan şaşkınlığa sürükledi. Bu öyküden çıkardıkları özdeyişlerle de tam bir sayfa yazı karaladı.
Bir hafta sonra yazışmaya başladılar. Postanelik görevini ihtiyar bir meşe ağacının kovuğu yapıyordu. Postacılık görevini de gizlice Natalya yerine getiriyordu. Aleksey büyük harflerle yazdığı mektuplarını bıraktığı kovukta sevgilisinin mavi saman kâğıtlara kargacık burgacık harflerle yazılmış mektuplarını buluyordu. Akulina gittikçe güzel cümleler kurmaya alışıyor, düşüncesi görülür biçimde gelişip olgunlaşıyordu.
Bu arada İvan Petroviç Berestov’la Grigori İvanoviç Muromski arasında bir süre önce başlayan tanışıklık gittikçe sıklaştı ve kısa zamanda bir dostluk doğdu bundan. Bu dostluğu doğuran nedenler şunlardı: Muromski’nin aklına İvan Petroviç öldüğünde bütün servetinin Aleksey İvanoviç’e kalacağı ve bu durumda Aleksey İvanoviç’in o yörenin en varlıklı derebeylerinden biri olacağı, genç adamın Liza’yla evlenmemesi için hiçbir neden bulunmadığı düşüncesi geliyordu sık sık. İhtiyar Berestov’a gelince komşusunun bazı zirzoplukları olduğunu (ya da Berestov’un deyimiyle; İngiliz budalası olduğunu) kabul ediyor, fakat onun birçok seçkin yeteneklerini, örneğin az bulunur becerikliliğini yadsıyamıyordu. Bunun yanında Grigori İvanoviç, tanınmış, etkili bir adam olan Kont Pronoki’nin de akrabasıydı. Kont, Aleksey’e çok yararlı olabilirdi. Kızı için böyle elverişli bir evlenme fırsatı çıktığına Muromski’nin memnun olması gerektiğini düşünüyordu İvan Petroviç. İhtiyarlar bunları bir süre kendi kendilerine düşündükten sonra bir gün birdenbire de açtılar, kucaklaştılar, her şeyi kuralınca yapacakları konusunda sözleşip her biri kendine düşeni yapmak üzere ayrıldılar. Muromski bir güçlükle karşı karşıyaydı: Betsisine, yukarda sözü geçen yemekten beri hiç görmediği Aleksey’le daha yakından tanışması gerektiğini anlatmak. Gençler birbirlerinden pek hoşlanıyora benzemiyorlardı. En azından Aleksey o günden bu yana Priluçino’ya bir daha uğramamış, İvan Petroviç’in şeref verdiği zamanlardaysa Liza her keresinde odasına çekilmişti. Aleksey her gün kendilerine gelecek olursa Betsi’nin ona âşık olmak zorunda kalacağını düşünüyordu Grigori İvanoviç. Eşyanın doğasında vardı bu. Zaman her şeyi yoluna koyar.
İvan Petroviç amacına ulaşmak konusunda daha az kaygılıydı. O günün akşamı oğlunu çalışma odasına çağırdı, piposunu ateşleyip bir süre sustuktan sonra:
– Ne o Alyoşa, bakıyorum orduya girmekten söz etmiyorsun çoktandır? Yoksa hafif süvari subayı üniforması sana çekici gelmiyor mu artık? dedi.
Aleksey saygılı bir tavırla:
– Hayır, baba, dedi. Görüyorum ki subay olmamı istemiyorsunuz. Görevim size boyun eğmektir.
İvan Petroviç:
– Çok güzel, diye karşılık verdi. Söz dinler bir oğulsun sen, bu beni avutuyor. Seni zorlamak, hemen şu anda sivil bir göreve başlatmak istemiyorum. Şimdilik sadece evlendirmek niyetindeyim.
Aleksey şaşırarak:
– Kiminle baba? diye sordu.
– Lizavota Grigoryevna Muromskaya ile. Ondan iyisini mi bulacaksın? Öyle değil mi?
– Ben henüz evlenmeyi düşünmüyorum, babacığım.
– Sen düşünmüyorsun, senin yerine ben düşündüm. Hem de çok düşündüm.
– Siz bilirsiniz ama, Liza Muromskaya hiç hoşuma gitmiyor benim.
– Zamanla gider. Nikâhta keramet vardır.
– Onu mutlu edebileceğimi hiç sanmıyorum.
– Onun mutluluğundan sana ne! Ne o? Babanın isteklerini böyle mi yerine getiriyorsun sen? Çok güzel!
– Ne düşünürseniz düşünün ama, ben evlenmek istemiyorum. Evlenmeyeceğim.
– Evleneceksin, yoksa lanetlerim seni. Varımı yoğumu da (Tanrı hakkı için!) satar savar, har vurup harman savurur, kıymık bırakmam sana, iki gün düşün taşın, o zamana kadar da gözüme gözükme.
Babası kafasına bir şey koymuşsa Taras Skotinin’in (23) deyimiyle, onun çiviyle bile sökülüp çıkarılamayacağını biliyordu Aleksey. Fakat Aleksey de babasının oğluydu. O da kafasına bir şey koydu mu kolay kolay vazgeçmezdi ondan. Odasına çekildi. Anne baba egemenliğinin sınırları, Lizaveta Grigoryevna, babasının tumturaklı bir tavırla kendisine on para bırakmayacağı konusundaki tehdidi ve Akulina üzerine düşüncelere daldı. Kıza sırılsıklam âşık olduğunu ilk kez bu kadar açıklıkla görebiliyordu. Köylü kızıyla evlenerek hayatını kendi emeğiyle kazanmak gibi romantik bir düşünce geldi aklına. Düşündükçe böylesi kesin bir davranışı daha da akıllıca bulmaya başladı. Havalar yağmurlu gittiği için bir süredir kesilmişti buluşmaları. Akulina’ya en okunaklı harflerle bir mektup yazarak kendilerini tehdit eden felaketi ve kurtuluş çaresini bildirdi. Mektubu postaneye yani kovuğa bırakarak iç rahatlığıyla yatıp uyudu.
Düşüncesini ertesi gün de değiştirmeyen Aleksey, her şeyi açık açık konuşmak amacıyla, sabahleyin erkenden Muromskilere doğru yola koyuldu. Muromski’nin yüksek kalpliliğine seslenerek onu kendi yanına çekmeyi umuyordu.
Atını Priluçino şatosunun merdivenleri önünde durdurarak:
– Grigori İvanoviç evde mi? diye sordu.
– Yoklar efendim, diye yanıtladı uşak. Sabahtan çıktılar.
Aleksey ”Hay Allah!” diye düşünerek:
– Hiç olmazsa Lizaveta Grigoryevna evde mi? diye sordu:
– Evet efendim.
Aleksey sıçrayıp indi attan. Dizginleri uşağın eline vererek haber göndermeden içeri daldı.
Oturma odasına yaklaşırken: ”Böylece her şey çözümlenmiş olacak.” Doğrudan doğruya kapıyı açıp girdi ve… dondu daldı! Liza… hayır Akulina, sevgili esmer Akulinası, fakat sarafan değil de beyaz bir sabah giysisiyle pencere önünde oturmuş, Aleksey’in mektubunu okuyordu. İşine o kadar dalmıştı ki, delikanlının girişini işitmedi bile. Aleksey bir sevinç çığlığı koparmaktan kendini alamadı. Liza irkildi, başını kaldırdı, haykırarak kaçıp gitmek istedi. Delikanlı:
– Akulina!.. Akulina!.. diye bağırarak yakaladı genç kızı.
Liza onun elinden kurtulmaya çalışıyor, bir yandan da yüzünü öte yana çevirerek:
– Mais Laissez-Moi donc, monsieur; Mais étes-vous fou? (24) deyip duruyordu.
Genç adamsa:
– Akulina! Akulinam benim! diye tekrarlayarak genç kızın ellerini öpücüklere boğuyordu.
Bu sahneye seyirci olan Miss Jackson ne düşüneceğini bilemiyordu. Bu sırada kapı açıldı, içeri giren Grigori İvanoviç:
– Bak hele! dedi. Siz mercimeği çoktan fırına vermişsiniz yahu…
Okuyucularımın beni hikâyenin sonunu anlatmak zahmetinden kurtaracaklarını umarım.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Previous Story

Başkasının Karısı adlı öykü – Fyodor Mihayloviç Dostoyevski

Next Story

Avcı Gracchus adlı öykü – Franz Kafka

Latest from Öyküler

Tutku – YUSUF ATILGAN

Sağ ayağım izmaritin yanına gelince durdum. Yanıma yöreme baktım. Halkçıların kahvesi önünde Sabri Kâhya ile Yakacı oturmuş konuşuyorlar. Gözleri pek farketmez. Mayıs sıcağı. Köyde

Saatların Tıkırtısı – Yusuf Atılgan

Tabelâcı dükkânının önünde yaş yaş, kurusunlar diye duvara dayanmış iki levha vardı. Baktım birinde “Saatçı A. Yayladan” yazılı. İçimi bir hüzün bürüdü. Karşıda saatçınındı
Sait Faik Abasıyanık

Semaver – Sait Faik Abasıyanık

SEMAVER – Sabah ezanı okundu. Kalk yavrum, işe geç kalacaksın. Ali nihayet iş bulmuştu. Bir haftadır fabrikaya gidiyordu. Anası memnundu. Namazını kılmış, duasını yapmıştı.
Sait Faik Abasıyanık

Sait Faik Abasıyanık Hikayeleri

Karanfiller ve Domates Suyu ,Son Kuşlar ,Sokaktan Geçen Kadın ,Sivri Ada Geceleri ,Sinağrit Baba ,Semaver ,Meserret Oteli ,Lüzumsuz Adam ,İpek Mendil ,Hallaç ,Güğüm ,Dülger
MARK TWAIN

MARK TWAIN: 1.000.000 STERLİNLİK BANKNOT

1.000.000 STERLİNLİK BANKNOT[11] Yirmi yedi yaşımdayken San Francisco’da bir madencilik şirketinde komisyonculuk yapıyordum, hisse senedi trafiğinin bütün inceliklerinde uzman olmuştum. Dünyada yapayalnızdım, zekâmdan ve
Go toTop