Küçük çocuğun zihnindeki ev… Dağhan Dönmez

Dışarıda yağmur, ürkek adımlarla yağıyor. Camlarda kesif bir buğu… Pencereye yanaşıyor küçük çocuk. İşaret parmağıyla, dumanı andıran cama ev resmi çiziyor. Altı yaşında; plazalarla, gökdelenlerle, hiç olmadı toplu konutlarla büyümüş bir çocuk “Bak anne” diyor; “Ev çizdim!” Dikkatinizi çekmiş midir bilmiyorum; bugünün çocukları hala tek katlı, bahçe içinde bir dağ evi çizerler resim defterlerine. O evleri görmemiş, o evlerin bahçesinde koşturmamış olsalar bile… Ne zaman biri bana şiir nedir diye soracak olsa, bunu anlatırım. Küçük çocuğun zihnindeki ev hayali…

Shakespeare’ın Macbeth’inde şu sözler geçer: “Olmayan bir şey olandan çok sarsıyor beni. Tek o kalıyor ortada, o olmayan şey!” Şairin olmayana yolculuğuyla başlar şiir. Ciddi, asık suratlı adamların dünyasında, büyümüş çocuklardır şairler. Gerçek hayatın sınırlarından taşan ve hatta ondan büsbütün ayrılan “olmayan” bir yaşamın melankolisini yaşarlar. Kafalarının içinde daima bir müzik… Dilin olmayana yolculuğuyla devam eder şiirin serüveni. Dile yeni mecralar açan; kelimeleri soyup, tekrar giydiren bir söz ülkesidir zira.

Şair/yaşam ve şiir/dil karşıtlığında, takınılan tavır; her koşulda devrimcidir. Şair, yaşamın; şiirse, dilin kıyısında gezinir durur. Ne hepten kopabilir ondan, ne de dahil olabilir tüm varlığıyla. Bir mültecilik halidir, belli belirsiz yaşanan. Devrimcilikse mutlaktır! Ahmet Hamdi Tanpınar’ın öğrencileri tarafından tutulan ve “Edebiyat Dersleri” adıyla, kitaba dönüştürülen ders notlarında, Tanpınar şunları söyler: “Şiir evvela taklitle başlar; şiirin çıraklık devri yoktur… Neden şiir öğretilemez? Şiir hislerin sanatı zannedilmiştir ve bu yüzden de hisler de öğretilemez denmiştir… Şiir bir çalışma oluyor. Bu, hislerin çalışması mıdır? Taklit devri geçince muntazaman bir inkişaf ve genial bir sıçrama başlıyor. Şiir, hislerin ve fikirlerin dünyasından ayrılır mı olgunluk çağında? Hayır. Başkalarının tesirinden kurtulup şahsiyetini bulur.” (Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Dersleri, YKY, sayfa:51)

Şairin devrimciliği bu noktada başlar. Mukallitten, müellif olma basamağında. Devrimcinin yazgısı ise şüphesiz mutsuzluktur! Mutlulara, ağız tadı olanlara has bir kalkışma değildir devrim. Dile yön vermek işi de, enikonu çileli bir iştir. İtalyan şair/yazar Cesare Pavese’nin intihar ettiği otel odasında ortaya çıkan günlüklerde, “Ne var ki –bunu bilmem gerek- yeni eser ancak acının sonunda başlayacak. Şu anda yapabileceğim tek şey, estetik üzerinde, birlik sorunu üzerinde durmak ve boğuntuya son verecek yanıtlar bulmaya çalışmak.” (Cesare Pavese, Yaşama Uğraşı, Can Yayınları, sayfa: 36) diye yazdıkları bizlere ufuk aralar. Sahi şiiri ortaya çıkaran acı mıdır? Şiir, mutsuz adam işi midir?

O büyük şairlerin, büyük acıları vardı. Bedeni acılardı bunlar aynı zamanda. Nazım’ın cezaevi günlerinde yazdığı, “Bugün pazar… / Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar. /Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün /Bu kadar benden uzak /Bu kadar mavi /Bu kadar geniş olduğuna şaşarak /Kımıldamadan durdum./Sonra saygıyla toprağa oturdum /Dayadım sırtımı duvara / Bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım / Toprak, güneş ve ben… / Bahtiyarım…” şiiri, iliklerine kadar acının şiiridir. Veya Orhan Veli’nin soğuk kış günlerinde, sevdiği kadına yazdığı mektuplarla “Ankara’ya gelmeyi çok istiyorum. Tekrar etmeye lüzum var mı, bilmem; yalnız senin için. Seni günden güne daha fazla arıyorum. Ne zaman geleceğimi soruyorsun. Bunu daha ziyade sen bilirsin. Müsait zamanı bana sen bildirecektin. Bir pardösü, bir ayakkabı, bir de yol parası tedarik edebilirsem ilk fırsatta gelmek isterim. Gerçi bunları tedarik etmek pek o kadar kolay değil. Fakat bazı ümitlerim var.” (Orhan Veli, Yalnız Seni Arıyorum Nahit Hanım’a Mektuplar, YKY, sayfa: 99) diye seslenişi birer acı vesikasıdır. O çaresizliğin hemen peşine, şu satırlar dökülür Orhan Veli’nin kaleminden: “İçkiye benzer bir şey var bu havalarda / Kötü ediyor insanı, kötü / Hele bir de gariplik oldu mu serde / Sevdiğin başka yerde / Sen başka yerde…”

Bu çağın şairleri, bu denli bedeni acılar yaşamıyorlar belki. Gel gelelim yaşama biçimleri, Don Kişot’un devasa yel değirmenleriyle mücadelesini andırır.Tüketim değerlerinin hanelere kadar sirayet ettiği, mutluluk kelimesiyle kamufle edilmiş “hazcılık” anlayışının tek gaye edinildiği bir dünyanın biçareleridir şairler. Her bireyin tek tipleştiği bu devr-i alemde, Tanpınar’ın değindiği taklit aşamasını geçebilmek; her yiğidin harcı olmaktan da çıkmıştır. Günümüz şairini besleyen yegane acı, işte bu çokeşliliktir. -Kimi zamanda kısırlaştıran!- Keza, bu şair kalabalığının arasından sıyrılmak isteyen kalem tutucuları, formülasyon şiirler ortaya çıkarabilmekte ve anlamsızlık çukuruna düşebilmektedir. Sıklıkla kullandığım biçimiyle söylemek gerekirse, “kelime kazıcılığı” Türk şiirinin üzerine karabasan gibi çökmüştür. Kelimeleri, imgeye dönüştüremeden yan yana sıralamak suretiyle yazılan zorlama şiirler; bir kazıcılık uğraşıdır. Oysa arkeolog başka, şair başkadır!

Yücel Kayıran “Felsefi Şiir” adlı eserinde, Türk şirinin temel sorunu ve bolca yazılan manifestolar üzerine şunları kaleme alır: “Son dönemde kaleme alınan manifestolar, manifesto geleneğinin iddiası bakımından bu geleneğin dışında. Daha çok eleştiri yerine kaleme alınmış deneme yazıları türünden makaleler bunlar. Eleştiri yerine yazılmış diyorum, çünkü, eleştiri yazısı sığası içinde yer alan meselelerin dile getirilmesi söz konusu bu yazılarda. Ama eleştiri göbekten bağlı olmamakla ilgili bir şeydir; göbekten bağlı olduğunuz bir şairi veya söz konusu şairin durumunu eleştirmeyi nasıl göze alabilirsiniz ki? İşte bu göbek bağını da koruyarak, sözünü ettiğim eleştiri meselesini dile getirmenin adı oldu son yıllarda manifesto. Daha önemlisi bu makaleler, şiirin bugünkü asli sorunlarına matuf değiller ve cılkı çıkmış meseleleri yeniden şiir ortamına taşıma peşindeler. Şiirin bugünkü temel sorunu, insanı yitirmiş olmasıdır.” (Yücel Kayıran, Felsefi Şiir, YKY, sayfa:377)

Ülkü Tamer, geçtiğimiz aylarda Aydınlık Kitap Eki’ndeki köşesinde “saf şiiri özlüyorum” diye yazmıştı. Günümüz şiirine inceden bir sitem de seziliyordu, bu yazıda. İnsanı temel alan ve bireyi maddileştiren kapitalist dünya görüşüne karşı duran saf şiir, yeniden tesis edilir mi bilmemekle beraber; bildiğim, cama tek katlı ev çizen çocuklar var oldukça, şiirin de var olacağıdır!

Dağhan Dönmez
daghan_donmez@mynet.com

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir