Bir milletin kimliğinin sorgulandığı ve yok edilmeye çalışıldığı durumlarda, o milletin dili milliyetçi hissiyatlarının ilgi odağı haline gelir. Diğer bir değişle dil, kimliğin inşasında ve yayılmasında en temel malzeme haline gelir. Bunun örneklerini görmek için, çok uzaklara gitmeden, Cumhuriyet?in kurulma aşamasında Türkiye?ye bir göz atmak yeterli olur. O dönemlerde, Türkçenin muhafaza edilmesine yönelik adımlar, Atatürk?ün oluşturmaya çalıştığı Türk milleti ülküsünün bir parçasıyken, 1932?de kurulan Türk Dil Kurumu da şüphesiz bu ülkünün en iyi göstergesidir (Bakınız: Güneş Dil Teorisi)
Cumhuriyet döneminin Türkçesinden türlü badireler atlatmış bugünün Kürtçesine dönecek olursak, Kürtçenin arılaştırılması, Türkçede olduğu gibi bir kurum aracılığıyla elbetteki olmadı. Kürtçeyi belirli disipliner yapıda incelemek ve tabiri caizse Kürtçenin saf Kürtçeleştirme atılımları, Kürt şair ve yazarların sorumluluğuna kaldı. Diğer yandan birçok yayınevi de adeta bir kurum gibi çalışıp kendi dilsel mevzuatlarını oluşturmaya çalıştılar. Daha çok o yapıya uyan yazarlarla işbirliği içinde bulundular. Böylesi bir durumda bazı soruların gündeme gelmesi de gecikmez. İyi bir Kürt dil bilimcisi aynı zamanda iyi bir yazar mı demektir? Ya da içerik ve biçem ne olursa olsun aslolan salt Kürtçe yazmak mıdır? Artık Kürtlerin bu ve benzeri sorgulamalara girmesi ve birçok düşünce biçimini elekten geçirmesi gerekir.
Bu sorular bağlamında, edebi türler içerisinde ulusal anlatı bakımından öne çıkan Kürt romanlarına bakıldığında, dile dair iki önemli unsur öne çıkıyor. Birincisi sürgün yazarları olarak nitelendirebileceğimiz ve aslında başlangıcını Hawar ekolüne kadar götürebileceğimiz dilsel bakıştır. Bu bakış gündelik dilin kullanımına önem vermişler ve dolayısıyla anlaşılma kaygısı gütmüşlerdir. Bu kaygıyı taşıyanlar dilsel meseleyi kendi kavillerince çözdükleri için eserlerinde tekniğe, biçim ve üsluba daha çok önem vermişlerdir. Örneğin Mehmed Uzun, her romanında dilini daha da sadeleştirse de tekniğinde her defasında türlü değişikliklere gitmiştir. Bazen fotoğraf tekniğini kullanmış, bazen geriye dönüşlere ağırlık vermiş, bazen de dengbêj geleneğindeki teknikleri yazıya uygulamıştır. Hakeza Firat Cewerî?de de aynı durum söz konusudur. Cewerî her iki romanında da tekniğini değiştirmiş, geriye dönüşlere, tesadüfi hayatlara, sürpriz karşılaşmalara, yabancılaşmış bireylere öncelik vermiştir. Hesenê Metê ve Jan Dost?ta da durum değişmez. Mahmud Baksi?nin romanlarını Kürtçe bilen herhangi biri rahatlıkla okuyup özümseyebilmektedir. Ancak son dönem roman yazarlarının, özellikle Türkiye?de yaşayan Kürt yazarların, Arapça, Türkçe, Farsça gibi dillerden Kürtçede kullanılan kelimelerden uzak durma adına, oldukça zor ve anlaşılması güç, yapay bir dile yönelmesi (ki bazı yazarları anlamak için Zana Farqînî?nin muazzam sözlüğüyle epeyce zaman geçirmek gerekir.) dikkat çekicidir. Diğer yandan roman içerisinde yazarların doğrudan veyahut dolaylı olarak Kürtçenin kullanılması gerektiğine dair didaktik bir söylem içerisine girmeleri de göze çarpar. İbrahím Seydo Aydoğan, Yaqob Tilermenî, Xurşîd Mírzengî, Mîr Qasimlo ve Hesen Huseyîn Denîz gibi yazarların romanlarında, Kürtçenin arılaştırılması adına, gündelik Kürtçede kullanılmayan yapay bir dil ve üslubun kullanılmasının yanı sıra, Kürtçenin roman için araç olmaktan ziyade bir amaç niteliğinde olduğunu söylemek gerekir. Roman yazarlarının bir kısmının Kürt dil bilgisine yönelik çalışmalar yaparken, bir kısmı da çeşitli yayınevlerinde editörlük yapıyor. Burada bir nevi Kürtçeyi muhafaza etme kaygısının birer ürünü haline geliniyor. Romanların içeriklerine de dönüp baktığımızda yazarların bu kaygıları dilsel meselenin dışına çıkıp, karakterlerin birer özellikleri haline geliyor ve yazarlar çoğunlukla burada kendilerini ele verip bakışlarını karakterlerine yedirmeye çalışıyorlar. İbrahîm Seydo Aydoğan?ın Reş û Spî (Siyah ve Beyaz, 1999) romanında, ana kahraman Robîn, Kürtçe okuyup yazabilme yetisinin altını tekrar tekrar çizerken, uzun yıllar sonra gittiği memleketi Diyarbakır?da konuştuğu güzel Kürtçesiyle takdir toplar. Yaqob Tilermenî?nin Mardin üçlemesinden ilk iki cildini oluşturan, Kitim (2005) ile, Qerebafon (Gramafon, 2009) romanlarındaki anakarakterlerden Fendo, kendini Kürtçe bir roman yazmaya adarken, Ronahî ise, Kürtlerin çığlığını piyanodan çıkaracak tınıya dönüştürme çabasındadır. Hesen Huseyîn Denîz?in, Hevî Her Dem Heye (Her zaman Umut Vardır, 2008) romanında, Türkçe, askerlerin dili olarak görülürken, romandaki isimsiz kahraman, gün içerisinde Kürtçe konuşmasına rağmen, rüyasını Türkçe görmesini, bilinçaltına yerleşmiş kendi anadilini konuşamama korkusuna bağlar.
Kürtçe konuşmaya özen gösterenler
Türkiye?ye oranla, daha az bir siyasi sarmalın içinde olan Avrupa?daki Kürt yazarlarda böyle bir eğilimin neredeyse olmaması dikkat çekici. Firat Cewerî, Mehmed Uzun, Mahmud Baksi, Mustafa Aydoğan, Süleyman Demir ve Hêlîm Yûsiv gibi uzun yıllardan beri sürgün bir hayat yaşamış yazarların romanlarında, halkın anlayabileceği sade bir dil kullanılıyorken, Kürtçe konuşulup yazılmasının önemi bir şekilde Türkiye?deki Kürt yazarlarında olduğu gibi mutlaka belirtiliyor. Mustafa Aydoğan?nın siyasi bir sürgünün bir gününü konu aldığı Pêlên Bêrikirinê (Özlem Dalgaları, 1997) adlı romanında, anakarakter, Kürtler gibi milletlerin de anadilinde yazmasının, o dilin yaşatılmasının önemine değinir. Firat Cewerî, gerek ilk romanı Payiza Dereng (Geç Bir Sonbahar, 2005), gerekse geçen sene çıkan son romanı Ez ê yekî Bikujim (Birini Öldüreceğim, 2008) adlı romanında ana karakterler, roman boyunca Kürtçe konuşmaya özen gösterirken, Kürt olup da konuşmayanlar eleştiriliyor. Mehmed Uzun hem Kader Kuyusu?nda hem de Yitik Bir Aşkın Gölgesinde adlı romanlarında dilin önemine vurgu yapar ama bunu didaktik mânâda değil karakterlerinin özelliklerine sindirerek yapar. Helîm Yûsiv?in Gava Ku Masî Tî Dibin (Balıklar Susayınca, 2008) adlı son romanında olayların geçtiği ülkede dilsizlik bulaşıcı bir hastalık gibi sunulurken, Yûsiv, Kürtlerin ana dillerinde konuşamamasını lâl olma durumuyla özdeşleştiriyor. Hesenê Mete?nin Labîranta Cînan (Ecinni Labirenti, 2000) romanında, uzun yıllar büyük şehirlerde yaşayıp öğretmenlik yapmış Kevanot, sadece Kürtçenin konuşulduğu bir köye tayini çıktığında, köylülerle hiçbir iletişim sorunu yaşamamanın yanında, eşi Nergîs, sırf Kürtçe konuşabildiği için köylülerin sevgisini anında kazanabiliyor.
Eski Sovyet Kürtlerine dönüp baktığımızda ise durum biraz daha farklıdır. Otuzlu ve kırklı yıllarda Türkiye?deki Kürtler büyük bir asimilasyon politikasıyla karşı karşıya iken, Eski Sovyet Ermenistanı?nda Kürt edebiyatı ilk nüvelerini vermeye başlar. Bu dönemde şiir ve öykünün yanısıra azımsanmayacak derecede Kürtçe romanlar da yazıldı. Roman sanatı, Eski Sovyet Kürtleri arasında Sovyetler Birliğininin çöküşüne kadar devam etti. Başta Erebê Şemo olmak üzere, Egîdo Xudo, Eliyê Evdirehman gibi yazarların romanlarında kullandıkları dil, Serhad dengbêjlerinin kullandıkları dildir. Oradaki romancılar, yüzyıllar boyunca sözlü anlatım geleneğinden beslenen, halk arasında da varlığını diri tutan, Serhad şivesini temel aldılar. Diğer Kürtlerden izole yaşadıkları için, Serhad şivesini sadece romanda değil, diğer edebi türlerinde de standart bir dil olarak kullandılar. Özetle denilebilir ki, Eski Sovyet Kürtlerinin romanlarında kullandıkları dil Halk arasında konuşulan, halkça bilinen, yapmacık sözcüklerden arındırılmış bir dildi.
(*) Abidin Parıltı ve Özlem Galip ‘in 16/10/2009 tarihinde Radikal Gazetesi Kitap Eki’nde yayınlanan yazısı