Kuşatma / ABD’nin Truva Atı Fethullah Gülen Harekatı – Nurettin Veren

KuşatmaFethullah Gülen Hareketi, Türkiye’nin kuşatılmasının hikayesidir. Dün, Türkiye Cumhuriyeti’nin her kurumuna sızarak yerleşen hareket, bugün muazzam bir güç haline gelmiştir. Medyadan, polis teşkilatına, ticari alanlardan, eğitim kurumlarına; hatta orduya kadar inanılmaz örgütsel ağlar oluşturmuştur.
Bu son derece iyi düşünülmüş, iyi hesaplanmış ve büyük bir soğuk kanlılıkla hayata geçirilmiş bir kuşatma stratejisidir, islam, Fethullah Gülen Hareketi’nin bir yayılma taktiğidir. Dinin ulviliği terk edilmiş, din dünyevi bir araç, hatta rant haline getirilmiştir. Bir ülke “toplu hipnoza” sokulmak istenmiştir. Nurettin Veren bu hareketin kurucularındandır. Fethullah Gülen ile 35 yıl boyunca birlikte hareket etmiştir. Hareketin tüm taktik ve stratejilerinin ilk ağızdan tanığıdır. Nurettin Veren, yaşadıklarını, gördüklerini ve tanıklıklarını bir hareketin anatomisini çıkartarak anlatmaktadır. Bu yönüyle kitap aynı zamanda Fethullah Gülen Hareketi’ni “içeriden” inceleyen ilk çalışmadır. Kitap sarsıcı, yıkıcı ve tedirgin edicidir. “Toplu hipnoza” karşı bir duruş ve uyarıdır.
(Tanıtım Yazısından)

YAYINEVİNİN NOTU
Nurettin Veren, Fethullah Gülen’in 1966’dan itibaren çok yakınında olan ve son dönemde verdiği röportajlarla, yaptığı açıklamalar ve gerçekleştirdiği televizyon programlarıyla dikkat çeken bir isim. Otuz beş yılı aşkın bir süre Nur Cemaati içinde giderek öne çıkan Fethullah Gülen Grubu’nda Gülen’in çok yakın çalışma arkadaşı olarak ‘çekirdek ekip’ içerisinde yer almış. Veren, devleti ve toplumu kuşatan, daha da ötesi emperyalist uluslararası senaryolarda rol alan bu aktörü üç evrede ele alıyor. Birinci Evre, 1966’dan 1986’ya kadar olan yirmi yıllık dönem… İkinci Evre, 1986-1996 arasındaki on yıllık dönemi kapsıyor. Üçüncü Evre ise, 1996’dan sonraki ve bir yerde de Gülen’in hareketi ABD’den yönettiği yıllardır. 1996’yla başlayan son evre, aynı zamanda Nurettin Veren’in Fethullah Gülen Hareketi ile yollarını da iyice ayırma ya başladığı bir dönemdir. Nitekim, Veren, bu süreçte son olarak Gülen’i ABD’deki imtiyazlı ortamında ziyaretinden helmen sonra fiili olarak bu hareketten kopacaktır. Elinizdeki çalışma, Fethullah Gülen Hareketi’nin çekirdek kadrosu içerisinde yer alan ve özellikle ışık Evleri, yurt-dersane-okulları ve finans kuramlarını örgütleyen; yurt dışında ki okulları hayata geçiren ve siyaset dünyasıyla hareket arasındaki diyalogu kuran kişi olan Nurettin Veren’in ilk elden verdiği panoramik bir bilgi ve değerlendirmedir. Fethullah Gülen Hareketi’nin takiyeci kimliği, yurt dışı çalışmaları, dinlerarası diyalog (!), işadamları, spor, ordu ve polis gibi ortamlara sızma çalışmaları; medyadaki adımlar ve ABD’deki konuşlanmaya ilişkin ilk elden bilgi ve değerlendirmeleri kamuoyuna aktarmakla önemli bir bilgilendirmeyi yaptığımızı düşünüyoruz. Çalışmanın ikinci bölümünü oluşturan “Ekler” ve özellikle devletin yargı kuruluşunun iddianamesi, Veren’in verdiği bilgiler ve yaptığı değerlendirmelerle paralellik oluşturmakta, fotoğrafı tamamlamaktadır. Yayınevimizce daha önce yayınlanan ve gazeteci-yazar Merdan Yanardağ’ın Kanaltürk’teki “Yolsuzluk ve Yoksulluk” programında iki kez konuğu olan Nurettin Veren’in anlatmışlarından oluşan “Fethullah Gülen Hareketinin Perde Arkası/Türkiye Nasıl Kuşatıldı?” başlıklı kitapla birlikte, bu çalışmanın kendi alanında önemli bir işlevi yerine getireceğine inanıyoruz. Çabamız, gerçeğin anlaşılmasına katkıda bulunmak; gökkubbenin altında hiçbir şeyin gizli kalmamasını sağlamak içindir. Gerçekleri karartmak isteyenlerin değil, aydınlatmak isteyenlerin yürüdüğü yoldayız. Keşke, Nurettin Veren’in yazdıklarına, iddialarına; dahası yargı kuruluşlarınca düzenlenen iddianamelere karşı muhatabı bir yanıt verse de, gerçeğin ortaya çıkarılmasına katkıda bulunsa… Kuşkusuz, yayınevimiz böylesi bir adımı görmezden gelmeyecektir.

BİRİNCİ BÖLÜM
DÜNDEN BUGÜNE FETHULLAH GÜLEN HAREKETİ GİRİŞ
Fethullah Gülen Hareketi’nin Evreleri Fethullah Gülen Hareketi üç evrede ele alınmalıdır: 1966’da olayın ilk başladığı dönemden 1986’ya kadar olan biteni evre, 1986’dan 1996’ya kadar olan ikinci evre, 1996’dan 2006’ya uzanan üçüncü evre. Söz konusu evreler, çok değişik noktalardan birbirine geçişi ifade ederler ve her dönem farklı karakteristikler çizerler. 1966 yılında, Fethullah Gülenle İzmir’deki Kestanepazarı Camii’nde tanıştık. O zaman, ben henüz 16 yaşındaydım; Fethullah Gülen ise 27 yaşındaydı. Ben 1948, o ise 1941 doğumludur. Buna rağmen, kendisi 1938 doğumlu olmayı tercih ediyor! Bu çelişkiyi dile getirdiğimde aldığım cevap; “O öldüğü zaman ben doğmuşum,” oluyordu. “Kim öldüğü zaman sen doğmuşsun?” diye sorduğumda ise; “10 Kasım’da, belki de aynı gün,” cevabını veriyordu. Yani, Atatürk ile bağlantı kuruyordu. Şimdi de kendisi asıl doğum tarihinin 10 Kasım 1938 olduğunu söyleyerek dikkat çekiyor. Nitekim, Cemaat’te de herkes Fethullah Hoca’nın bu tarihte doğduğunu bilir. Bu tarih oyununun nedeni, tabii ki büyük kurtarıcı Atatürk’ün İslamı yok edecek bir İslam düşmanı olduğunu vurgulamaktır. Yani, Gülen, güya İslam?ı yok edecek olan ‘büyük kâfir’, ‘deccal’ olarak mecazen Atatürk’e gönderme yapıyor. Kendisi de aynı gün doğduğuna göre, ‘yapılan tahribatı’ ve İslama verilen zararı’ telafi edecek büyük kurtarıcı olarak dünyaya geldiğini ima ediyor. Kendisini Cemaat’e bu şekilde lanse etme yokluna gidiyor. Gülen, doğum tarihiyle ilgili bilgilerden bana söz ettiğinde, İzmir?deki Kestanepazarı Camii’ndeki tahta barakasında yaşıyordu. Yine ilk tanıştığımızda kendisiyle ilgili olarak kullandığı ifadeler ilginçti. Gülen, “Ben Erzurumluyum, ama 1314 yaşındayken çıkmışım memleketten. Edirne, sonra Kırklareli ve sonra da İzmir…” diyordu. Gülen, Nasıl Birisiydi? Gülen İzmir’e ilk geldiğinde 26-27 yaşlarında genç, sakalsız biriydi. Hatta, görünümü bana göre hocadan çok kamyon şoförünü andırıyordu. Hoca gibi görünmüyordu. Kim bilir, belki genç oluşundan, belki de sakalsız halinden… Bir tek valizi vardı eşya olarak. Gariban bir gençti, elbiselerini de yatağın altına koyarak ütülüyordu. Gülen, Erzurum’dan 13-14 yaşında çıkmış, Edirne’de Hüseyin Top adlı bir cami hocasının yanma gitmiş. O da pek ilgi göstermeyince, senelerce caminin penceresinde kalmış… Gülen, o yüzde Hüseyin Top Hoca’yı sevmez. Ama, ne var ki, şimdilerde yaptığı yayınlarda ise Top’u kendilerinden biri gibi göstermeden de edemez. Oysa, o dönemlerde ne diyordu Fethullah Hoca; “Senelerce caminin penceresinde kaldım.” Amcası da evine almamış Fethullah Hoca’yı… İşte, o dönemlerde Edirne’den Kırklareli’ne gelmiş… Sonra, eski Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Yaşar Tunagür, “Ben keşfettim,” diyor, “o sırada Edirne’de müftülük yapan, şimdiki Sakarya Üniversitesi’nde ilahiyat profesörü olan Suat Yıldırımla çalışıyordu.” Onunla birlikte ev tutup oturuyorlar. Ve orada resmi bir din adamlığı hüviyeti kazanmak için sınava giriyor. İlkokul mezunu olarak müezzinlik, hocalık görevi alıyor. O zaman şimdiki kadar ilahiyat fakültesi de imam hatip okulu da yok, okumuş din görevlisi de az bu nedenle. Daha sonra, Tunalıgil, Fethullah Hoca’yı dini bilgisi var diye, eğitimi olmamasına rağmen basit bir sınavdan geçirerek “vaiz” olarak görevlendiriyor. İlkokul mezunu, onu da dışarıdan bitirmiş ve tahta çantasıyla gurbete çıkmış adam vaiz oluyor böylelikle. Düşünün, babası onu ilkokula bile ‘kâfir okulu’ diye göndermemiş, ailenin Atatürk’e bakışı bu… Fethullah Hoca, bu kadarcık eğitimine rağmen, “medrese eğitimi” aldığını söylüyor. Kendi kendine okuyarak, hayalleriyle ve duyduklarıyla bir ‘ütopya’ kurmuş ve böylesi bir kimlikle İzmir’de vaizliğe geliyor. Milletin, dinini bu nitelikteki ‘din adamları’ndan öğrendiğini düşünebiliyor musunuz? Hiçbir statüsü, eğitimi olmayan insanlar, bir heyetin verdiği sıramdan sınavlarla vaiz olabiliyordu o dönemlerde. O aşamada takıştığımızda, Fethullah Hoca 26 yaşındaydı. Tahta bir baraka, perişan bir yer… Belki biraz da acıma duygusuyla sahiplendik Fethullah Gülen’i. Ben de çocukluğumdan beri Cumalara gediyordum. Yanma gidip gelirken bir arkadaşlığımız oldu. Ben, İzmir Motor Sanat Lisesi’ni bitirdim. Üniversiteye gitmem gerekiyordu. Üniversitede gece mektebindeydim, çünkü gündüz çalışmak zorundaydım. Gece eğitiminin sıkıntısını bilirim. Fethullah Gülen de o günlerde devamlı sahabeyi anlatıyor. İslam Dini diye sahabe hikâyeleri… Hatta, kendisi için, “Bu adam kafasını sahabe ile bozmuş derler benim için…” diyordu. Kısacası, İslamiyetle ilgili bilgiler değil de, devri saadetteki hamasi destanları anlattı durdu bize… Ne yalan söyleyeyim, heyecanlanıyorduk tabii biz de… Yani, biz İslam diye sahabenin isimlerinin, onların hikâyelerini öğrenmiş olduk. Çevremizde kimsenin Kuranla ilgisi bilgisi yok. Zaten, kendisi de bilse bize anlatır, öğretirdi.

BİRİNCİ EVRE: 1966-1986 DÖNEMİ
Işık Evleri O dönemde siyasi atmosfer yoğundu. Kaos vardı. Üniversite ortamındaki siyasi ortamdan dolayı talebe yurtları da tehlikeli olduğundan aileler çocuklarını oralara göndermekte tereddüt ediyor, kalacak yer bulmakta zorlanıyorlardı. Çocuklarını zar zor okutan insanlar için kalacak yer konusu ciddi bir külfetti. Biz de birkaç arkadaşımıza gecekondularda ev tuttuk. Gülen de camiye gelen cemaata bu öğrencilere yardımcı olmaları için tavsiyelerde bulunuyordu. Üç-beş talebenin barındığı birkaç ev giderek 10-12’ye çıktı. 1970 yılma gelindiğinde bizim 12 civarında evimiz vardı. ışık Evleri olayı böyle başladı. Fethullah Gülen, evlerin sayısı bu noktaya varınca, bu evleri, öğrencileri belli bir sistem içinde eğitmek ve yönetmek gerektiğini söyledi.’ ışık Evleri, belli bir disiplin içinde namaz kılman, içki ve sigara içilmeyen, Risale-i Nur okunan evlerdi. Hatta, Fethullah Gülen’in kendisi de haftada bir defa gelip Risale-i Nur okuyordu evlerde. Gülen, bir süre sonra, bu evlerin disiplini için bizi yemin etmeye çağırdı. “Bakın, bu ciddi bir iştir. Bugün beş-on ev olabilir ama ileride sayı artabilir,” dedi. 18 maddelik kuralları kağıda kendisi yazmıştı. Bunun yanında bir de yemin metni hazırladı. Yemin edenler, hazırlanan prensiplere uymakla mükellef olacaktı. Hazırlanan metnin ilk maddesinde kendisine, yani Fethullah Hoca’ya biat etme vardı. Sonra onu çizdi ve Kuran’ın üzerine geriye dönüşü ve kefareti mümkün olmayan bir yemin koydu ortaya. Yani, bu yemin hiçbir kefaretle bozulamayacak bir yemindi. Kadro olarak, o yemini ettik. Ki, o zaman 12-13 kişilik bir arkadaş grubuyduk henüz. Türkiye’de eğitim faaliyetleri yapmak, fakir insanlara okul açmak, yurt ve burs temin etmek; talebelerin namusuna, şerefine, bayrağına dair duyarlı olmasına dair bir hizmet yeminiydi ettiğimiz… Böylece, bu prensipleri hepimiz kabul etmiş olduk. Yani, bir yerde ülke insanımızın eğitimine katkıda bulunacağımıza inandık. Fethullah Hoca, her meselede tartışmamız, kendi başımıza hareket etmememiz gerektiği şeklinde örgütledi bizi… Örneğin, kimse kendi kafasına göre evlenmeyecek, iş yapmayacaktı. Hayatına dair her şeyi bu heyetle konuşarak karara bağlayacaktı. Bu şekilde 1970 yılma kadar geldiğimizde, Gülen’in Kestanepazarındaki talebelerle ilgilenmesi Kuran Kursu Derneği’nde rahatsızlığa neden oldu. Ali Rıza Güven ve etrafındakilerin kurduğu dernek, sadece yazın gelen fakir talebelere Kuran kursu hizmeti veren bir kuruluştu. Bu derneğin bünyesinde Fethullah Hoca’nın üniversite talebeleriyle ilgilenmesi, örgütleme yapması ve Risale-i Nur okutması dolayısıyla rahatsızlığa neden oldu ve Hoca buradan uzaklaştırıldı. Bu sefer, biz de başka bir yerde ev kiraladık. Tanışarak evini kiraladığımız Nefi Akyazılı, bir süre sonra faaliyetlerimizi öğrendiğinde; “Benim, Pembe Köşk denilen Çalıkuşu romanının geçtiği yer atalarımdan kalmış bir yerim var. Burasını size vereyim, benim adıma bir dernek kurun ve dağınık şekilde oturan talebelerinizi bu yerde topluca barındırın…” dedi. Biz de bunun üzerine 1972’de bu araziye bir yurt kurmak üzere çalışmalara başladık. Tam beş yılda, cami cemaatinden toplanan paralarla ve bazen kendimiz de çalışarak o yurdu inşa ettik. Bu yurt camiye giden herkesin katkılarıyla ortaya çıkmıştı. Bu talebe yurdunda hepimizin fiilen emeği vardı. İlk kurulan yurt, kurumsal yapı da zaten orasıdır. Sonradan, askeri ihtilal dönemlerinde dernekler el konulma tehlikesiyle karşılaştığı için demeği vakfa çevirme düşüncesi hasıl oldu ve böylelikle Akyazılı Vakfı kurulmuş oldu. insanlar, talebeye yardım, camiye yardım düşüncesiyle bu vakfı desteklediler. Menemen, Manisa, Aydın, Nazilli, Tire ve Ödemiş’te de bizimki örnek alınarak talebe yurtları yapıldı cami yapılır gibi… Fethullah Gülen, ailelere, çocuklarını dindar olmasının yadımda devletin ileri kademelerinde doktor, mühendis, asker vb. görevler almaları için tavsiyelerde bulundu. İnsanların hoşuna giden bu tablo sonucunda yurtlar da çoğaldıkça çoğaldı. Yedi Yıllık Kaçak Dönem O sırada 12 Eylül ihtilali oldu. İhtilal dönemi, Cemaat olarak önemli gelişmeler katettiğimiz bir döneme denk geldi. Bu organizasyon “dini bir güç”tü. Bunun üzerinde durulunca Fethullah Gülen saklanmak, kaçmak zorunda kaldı. Tam yedi yıl duvar ilanıyla arandı ve kaçtı. Gülen, bu dönemde Türkiye’deydi ve hiç kimse yerini bilmiyordu. Çünkü, kaçaktı, aranıyordu. Fakat, devlet istese bulurdu, bulamadı. Gülen, kaçak olduğu süre içerisinde de faaliyetini sürdürdü. Hatta, askere giden talebeler dönüşte tekrar hizmet etsin diye, arandığı süre içinde askeri birliklerin içerisine bile giriyor, talebelerle piknik yapıyordu. Talebelere para veriyor, yurtların dağılmaması için askerlikleri bittiğinde tekrar bu yurtlara sahip çıkmalarını istiyordu (Bu bilgilerin, o dönemin askeri raporlarında yer aldığını tahmin ediyorum). Kaçaklık dönemlerinde, Gülen, “Abdullah” ismini kullanıyor ve kendisini “gıda uzmanı” olarak lanse ediyordu. Ben de bunun canlı şahidiyim. O dönemlerde, biz onun kötü bir adam olmadığına inanıyoruz. Yaptığı işlerde bir suç unsuru göremiyoruz. Belki, sadece sorgulanıp bırakılacaktı ama bundan çekindi, korktu ve kabul etmedi. Kaçmayı tercih etti. Bizler de o dönemde Fethullah Gülen’in kaçmasını büyük bir başarı olarak görüyorduk. 1966’dan 1986 ya kadarki süreçte talebe yurtları ve ışık Evleri ki, o zamanlar cemaat içinde medrese deniliyorduşeklindeki örgütlenmeye adı farklı olsun diye “dershane” deniliyordu. Bunun nedeni, Gülen’in kendisini eski Nurculardan ayırmak istemesiydi. “Medrese” kavramını onlar kullanıyordu. Eski Nurcular, haftada bir gün birisinin evinde toplanırlar ve okumasını bilen birisi de Risale-i Nur okurdu. Güllen ise talebe eğiterek onlardan bu yönüyle ayrıldı. Ancak, bu 20 yıllık dönemde kızlara, kadınlara dönük hiçbir faaliyeti yoktu. Oysa, eski Nurcuların kadınlar arasında faaliyeti vardı. Gülen ise, bu dönemde kadınları insandan bile saymıyordu. Hatta, Gülen, “40 yaşına kadar kimse evlenmesin, evlenmek ve askere gitmek bile bu işten bizi koparır,” diyordu. Yine Gülen, camideki vaazlarında bir usul icat etmişti. Vaazları soru-cevap şeklinde yapıyordu. Bir gün, vaaz sırasında kendisine şöyle bir soru yöneltildi: “Risale-i Nur’da, 81 yılında mühim bir olay olacağına dair işaretler var… 1981’de ne olacak?” Gülen, bu soruyu “81 yılına geldiğimizde inşallah 81 tane yurdumuz olur,” diye cevapladı. Arananlar listesindeki Gülen, 1981 yılına gelindiğinde, “Biz 1981 yılına geldiğimizde 81 yurt düşünüyorduk ama 100’ü geçtik…” diyecekti.

İKİNCİ EVRE: 1986-1996 DÖNEMİ
Fethullah Gülen’in Turgut Özal’la hiç ilişkisi yoktu. Özal, sadece Devlet Planlama Teşkilatı (DPT)’nda görev yaparken bir kez Hoca’nın vaazını dinlemeye gelmişti. Sonradan bir kez de özel olarak ziyarete gelmişti yine memuriyeti sırasında. 1986’da, Özal’ın Başbakan olduğu dönemde, “Kendi okulunu kendin yap” kampanyası başlamıştı ve kampanyayı dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren açmıştı. Özal, vakıfların, derneklerin de özel teşebbüs olarak okul açabilmesi için yasal düzenlemeye gidince ben de yurtlardan bir kaçının okul yapılması hususunda Fethullah Hoca’ya teklif götürdüm. Ancak, eski Nurcular ve Gülen okul önerisine sıcak bakmadılar. Atatürk’ün Resmine Bile Tahammülü Yoktu Okul önerilerime şöyle itirazlar oldu: “Atatürk büstü koymadan okul açılmaz. Okul açıp Atatürk büstlerini koyarsak millet bize ne der? Allah bize gazap verir.” Gülen, söz konusu tepkileri gerekçe göstererek okullara tereddüt gösterdi. Fakat, dışarıya karşı şu açıklamayı yaptı: “Biz yapamayız.. Öğretmenimiz yok, okul idaresinden anlamayız. Yetişmiş elemanımız, idari ve eğitim kadromuz yok..? Buna rağmen, İzmir’in Bozyaka semtindeki talebe yurdunu “Yamanlar Koleji” adıyla koleje çevirdik ve böylece ilk kez bir okulu hayata geçirmiş olduk. Ne var ki, Gülen hâlâ rahatsızdı; nasıl ‘putu’, yani Atatürk’ün büstünü ve resmini oraya koyarız, diye… Nitekim, okulun bir tarafında arkadan lambayla aydınlatıldığında görülebilen camdan bir siluet halinde yapıldı Atatürk portresi.. Bir yetkili okula geldiğinde, lamba yakılıyor ve Atatürk portresi görülüyordu. Yetkili gittiğinde ise, duvarda siyah bir cam, görülüyordu yalnızca!.. 1980’lerin ikinci yarısındayken, Atatürk’ün resmine bile tahammül düzeyi bu kadardı. Atatürk düşmanlığının boyutunu ifade etmek için şu örnek ilginç olacaktır: Bir gün, yukarıda anlattığım Atatürk portresinin bulunduğu yerde, kablo ateş aldı ve yangın çıktı. Fettullah Gülen o derece Atatürk düşmanıdır ki, bu yangını bile şöyle açıklamaktan alıkoyamadı kendini: “İşte, ‘bu adamın’ yüzünden! Allah’ın hoşuna gitmedi ve o da yandı. İşte görüyorsunuz, Allah razı değil!” ‘Bu adam’ dediği, tabii yüce Atatürk’tü. Fethullah Gülen, Kestanepazarı’nda da kayıt yapacağı öğlencilere soru olarak, “Atatürk’ü sevip sevmediklerini” sorardı. Sevdiği cevabını veren öğrencilerin kaydını da tabii ki yapmıyordu. Gülen, şimdilerdeyse, örneğin televizyonda Reha Muhtar’a “Atatürk’ü çok sevdiğini, onun büyük bir asker olduğunu” söylüyor. Ama biz, onun seneler boyu Atatürk düşmanlığı yaptığını çok iyi biliyoruz. Hepimize bunu aşıladığını da.. O günlerde onun ağzına baktığımız için, doğruları dile getirdiğini sanıyorduk aldanarak.. Hoca, CHP’yi de ‘cehennem partisi’ olarak adlandırıyordu! Hatta, Reha Muhtarla olan canlı televizyon yayınında Gülen, ABD’den telefonla bağlanarak Atatürk’ü sevdiğini söylemiş; İhsan Kalkavan da “Ben Gülen’in Atatürkçü olduğunu ispatlarım,” demişti. Ben de diyorum ki şimdi, “Gelsin de ispatlasın…” Bir çok insan, Gülen’in dününü bilmediği için bugününe göre değerlendiriyor. Oysa, bir de dünü var. Sürekli takiye yapan bir Gülen söz konusudur. Güne göre değişen ve takiyeyi hedefi doğrultusunda kaçınılmaz gören bir adamla karşı karşı yayız. Ziyaretçi Akını Gülen’in Altunizade’de kaldığı yere çeşitli kesimlerden bir çok ziyaretçi geliyordu. Örneğin, spor ve medya sektöründen.. Galatasaray’dan gelenler; yönetici Ergun Gürsoy, futbolculardan; bir dönemin kaptanı İsmail, Hakan Şükür… Zaten, Gülen, aynı zamanda Hakan Şükür’ün nikâh şahididir. Kısacası, yöneticisinden oyuncusuna herkes geliyordu. İspatlanamayacak şekilde para yardımı yapıyorlardı. Oysa, cemaatin televizyondan bile maç izlemesi yasaktı, haramdı yakın dönemlere kadar.. Kestanepazarı’nda çoraplardan top yaparak oynayan talebelere bile falaka uygulardı Gülen! Hoca’nın yelkeninin rüzgârından yararlanmak isteyenler yaklaşıyordu. Hakan Şükür, “Fethullahçıyım,” diyor, Kalkavan çıkıp “Ben yanında olmaktan mutluyum,” diyor, Nazlı Ilıcak “Ben onun yanında huzur buluyorum, ” diyor. Nevval Sevindi, birden bire huzura eriyor ve “Birden büyük bir ilham aldım kendisinden,” diyor! Biz dün Gülen’in sağ koluyduk, şimdi onlar oldu! Bizim siyasetçilerle görüşmemizin çok büyük prim yaptığım görenler, sanatçıları getirmeye başladılar Gülen’e. Örneğin, Samanyolu TV’ye gelenler var.. Perihan Savaş, Engin Noyan gibi.. Samanyolu’na gelenlerin hepsi Gülen’in onayıyla çağrılır. Gülen, onları vitrinde bir ‘maske’ olarak kullanır, insanları etkilemek için, yoksa, çağrılanlara kıymet verdiği için değil. Gülen, Takiye Yapıyor Okulların açılmasıyla bir ihtiyaç giderilmiş oldu. Millet, çocuklarını koleje göndererek kaliteli bir eğitimle buluşturmak istiyordu. Bu okullar, böylelikle beklenenden daha fazla ilgi gördü. Bu arada, okulun başına ünlü pop müziği bestecisi ve şarkıcısı Sezen Aksu’nun emekli İzmir Milli Eğitim Müdürü olan babası Sami Yıldırım getirildi. Burada da şu hedefleniyordu: Dindar okul imajının önüne popüler bir isim geçtirmek ve milli eğitim tecrübesinden faydalanmak. Gülen, esasında hoşgörüyü bir takiye olarak ele alıyor ve bunun bir ‘harp stratejisi’ olduğunu cemaatine açıklıyordu. Örneğin, vaazlarında şunu söylemekteydi: “Fatih, İstanbul’dan Avrupa’ya sefere çıktığında hedefini gizler. de bir çok vaazı vardır. Bunları cemaate yıllarca anlatan birisinin Vatikan’la temas kurup, dahası birlikte hareket etmesini anlamak çok zordur. Gülen, ya usta bir manevracı, ya usta bir takiyeci ya da… Daha ötesini söylemek istemiyorum. Avrupa’ya doğru gider ama hedefini gizler. İşte o seferideki yılanın başı Vatikan’dır.” Gülen’in, “Dünyadaki bütün fitnenin başı Vatikan’dır,” diye ABD konusu da aynı… Vatikan gibi o da. Hareketin birinci evresinde cemaat mensupları içki satan bir dükkandan ekmek almazdı. Aç kalsa dahi almazdı. Kola içmek, şarap içmekten bile daha günah sayılırdı. Kot pantolon giymek, kâfir olmak demekti. Ki, hiçbir gencin giymesi mümkün değildi. Yine, kolonya sürünmek, sidikle abdest almakla birdi. Kadınlarla tokalaşılmaz, yüz yüze gelinmez, konuşulmaz, misafirliğe gidildiğinde bile kadınlar çayı kapının arkasında bırakırlardı. Hatta, o dönemde yeni kaymakam arkadaşlar sorduğunda, onlara ellerine bant sararak yaralı oldukları için tokalaşamadıklarım belirtmeleri tavsiye ediliyordu. Yasal Bir Statü Arayışı Gülen, cemaatteki arkadaşlara, örneğin subay adaylarına içki içmedikleri gibi bir durum doğmaması ve rapor edilmemeleri için gerektiğinde içki şişelerine vişne suyu gibi şeyler koyup yanlarında getirmelerini tavsiye ediyordu. Gülen, takiyeyi bu kadar mubah gören bir anlayış içindeydi. Gülen, o karlar ileri gidiyordu ki, 80li yılların devamında askeri okullara cemaatten talebe sokmak için, çocukları eğiterek gerekirse kulaklarına küpe bile taktırtarak sınavlara girmeleri tembihleniyordu. Böylece fark edilmeyecekler, dindar oldukları anlaşılmayacaktı. Bu çocuklardan askeri mahkemelerde tutuklananlar var. Biz, o dönemde bu olayların ilerisini sezemediğimiz için Gülen’in ne yapmak istediğini, amacını bilemedik. “Mühim yerlere gelmelerinde sakınca yok,” diye algıladık. 1986 yılı itibariyle, okulların ve okullardan mezun olanların önce çok masum, fakir talebe okutma, onları barındırma; arkasından gelinen bu noktada bir çok okulun açılması ve okullardan mezun olanların mühim noktalara gelmesi… Bu aşamaları masum bir eğitim faaliyeti olarak değerlendiriyorduk. Sonra, mezunlar üniversitede okurken yönlendirmeler başladı. Biz bunları niye sezemedik, diye düşündüğümüzde şunu gördük: Öğretmen olurlar, yeni nesillerin yetişmesinde faydaları olur; askeriyede de vatana ve millete faydalı insanlar yetişir, dedik. Bunlarda bir mahsur görmedik. Bu insanlar kaymakam, emniyet müdürü vb. noktalara geldiğinde irtibatın devam edip tekrar Fethullah Gülen’in onları yönlendirmeye devam edeceğini hiç düşünmedik. Bende sadece, çocukların iyi bir yerde okuyarak bir yerlere gelmesi düşüncesi vardı. Fakat, daha sonra Gülen, bu yetişmiş ve mühim noktalara gelen cemaat çevresindeki insanlarla ilişkileri sürdürdü ve onlara birtakım talimatlar vermeye başladı. Yasal Bir Statümüz Olsun 1986-1996 döneminde, yani hareketin ikinci evresinde bu kadar büyüme karşısında ve hareket illegal bir konumdayken şunu düşündüm: “Biz esasında, bir hayır demeği, cami derneği olarak kurulduk.. Şimdi, gelinen noktada, yani 20 yıl sonra bu olay devleti rahatsız edecek bir hale geldi. Biz, bu aşamadan sonara devletle karşı karşıya gelip yanlışlar yapmamak için gidip kurumumuzu devlete anlatalım. Olay çok gelişti, artık devlerin yönetimine girmesi lazım. Kızılay gibi..” Bu düşünceye nereden vardım; o arada, Milli Güvenlik Kurulu’nda PKK ile Fethullah Gülen’in organizasyonuna aynı derecede potansiyel tehlike atfediliyordu. Bu yüzden kendimizi anlatmamız gerekiyordu. Bu aşamada, Gülen’e şunları söylemek gereğini hissettim: “Başbakan Çiller’e konuyu anlattım. Ondan önce Turgut Özal’ın da cemaate yakınlığı vardı zaten Tansu Hanım’a, sizin tarafınızdan başlatılan bu okulların yurt, okul, cami gibi organizasyonların yardımlarıyla kurulan kurumlar olduğunu belirttim. Bu aşamada, olayın boyutlarının büyüdüğünü, devletin artık bu kurumları takibe alarak bir kimlik kazandırmadı gerektiğini; olayın bir tarikat ya da cemaat olayı olmadığını ifade ettim.” Gerçekten de devletin bu cemaat etrafında gelişen okullara, yurtlara bir kimlik kazandırması gerekiyordu. Bu görüşümü okulların dünya şampiyonluğu kazanması nedeniyle düzenlenen törenlerde, ziyaretlerde Tansu Çiller’e, Hikmet Çetin’e, Turgut Özal’a, Süleyman Demirel’e anlattım. “Bu yapılan işe bir statü kazandırın,” dedim. Bir yandan da Fethullah Gülen’e mevcut pozisyonda durumun hangi tehlikeleri içerdiğini anlattım. Gülen, anlatımlarımdan rahatsız oldu. Bunun üzerine, ona şunları söyledim: “Bu işler, ödül verilecek işler olduğu halde, biz niye devlere karşı suç üzerimizden bu yükü atmakla devlete karşı sorumluluğumuzu yerine getirmiş olacağımızı, bizim devletten kaçmadığımızı anlatmak gerektiğini düşünüyordum. Sonuçta, Gülen’i Tansu Hanımla görüşmeye razı ettim. Buna rağmen Ankara’da yine vazgeçmek istedi. Ancak, uzun ısrarlarımdan sonra akşam üstü konuta gittik. Konutta iki saat süren uzun bir görüşme oldu. Tansu Hanım çok dikkatli, saygılı davranarak Hoca’yı dinledi ve mutlu oldu. Benim de maksadım bunları anlatmaktı. “Devlet bu işlere el atar da biz de illegal olmaktan kurtuluruz,” diye düşündüm. işlemiş ve gizli işler yapan bir teşkilat konumunda kalalım. Siyasilerle görüşerek yapmaya çalıştığımız bu işi bizzat çıkıp kendinizin yapması daha yerinde olacaktır. Benim vasıtamla değil, bizzat gidip anlatmalısınız.” Bunun üzerine Gülen, “Siyasilerle görüşürsek bizi siyasallaştırırlar, siyasete bulaştırırlar,” dedi. Halbuki, ben de Ancak, anlatılan olaylar onları o kadar çok etkiliyor ki, onlar değil durumu bir statüye kavuşturmak, bu kadar büyük bir potansiyeli, bu kadar saf insanı kendilerine çekme hesabı yapıyorlardı. Konuyu Yekta Güngör Özden’e de, Karadayı Paşa’ya da götürdüm. Mutlu olduklarını ve tebrik ettiklerini söylediler. Bu gelinen noktada devlet olaya sahip çıksın diye anlattım her şeyi. Çıkışımız Doğruydu… “Okul yapmak cami yapmaktan daha iyidir,” dedi, fena mı yaptık?… Üç-beş ihtiyara ibadet yeri yapmaktansa sokakta okuyamayan gençlere okul yapmak daha iyiydi. Burada suç unsuru yok.. Gülen, bu okullardan mezun olan ve devlet kademelerinde görev alan insanları organize etmeye devam etti. Olayın mahsurlu kısmı zaten oradan sonra başlıyor. Oraya kadar herkes buna destek verdi, Demirel de, Cindoruk da, Özal da, Ecevit de destek verdi. Mahsurlu olan şu kısmı onsların görmesi gerekirdi: Bu okullar güzel ama, bu okullardan mezun olanlar Gülenle manevi ilişkilerini sürdürüyorlar. Dini ve siyasi içerikli bir yapı oluşturuyorlar. Ne yapacakları hakkında Gülen’den talimat alıyorlar. Yargı mensupları, askerler, hükümet ve devlet yetkilileri hayret ve takdirle dinlediler cemaati; ödüller verdiler, fotoğraflar çektirdiler. Fakat, kurumsallaştırıp statü belirleme yoluna gitmediler. Bu arada, 90?lı yıllarda Sovyetlerin yıkılmasıyla bir boşluk daha doğdu. Gülen’in maharetinden değil de, yıllarca ihtiyaç olan bir konuya çare bulunamadığı için doğan boşluğun değerlendirilmesine millet fevkalade destek verdi. Cemaatçe kaliteli eğitim arayışına cevap verildi. Milletin istediği buydu. Okullardan Sonra Hazırlık Kursları Her ilçede okullar açıldı neredeyse bu sistemde. Yine buğrada bir boşluk daha fark edildi: Üniversiteye girecek çocuklar için hazırlık kursu. Bu da okullar kadar büyük bir ihtiyaç ve devletin halledemediği bir problemdi. Ve Fırat Eğitim Merkezi böylelikle kuruldu. Açılan kurslar da okullar kadar ilgi gördü. Kursların kısa adı olan FEM’in açılımı ‘Fethullah Eğitim Merkezi’ sanılır ama öyle değildir. Cemaatte esnaf bir arkadaş vardı; Mustafa Fırat. Onun üzerinden paravan bir şirket kuruldu. Maliye’den para kaçırmak için, Vakıf, binayı şirkete kiraya veriyordu. Böylece, yarın öbür gün devletin el koyma ihtimaline karşı, şirketin itiraz etme ve binayı 30 yıllığına kiraladığını söyleyerek kimsenin el koyamayacağını, işletme hakkının kendisinde olduğunu belirtme zemini oluşturuluyordu. Yani, yasal kılıf uyduruluyordu. Sonra, giderek ülkenin her yerinde okullardan çok hazırlık kursları açılmaya başladı. Her yörede dikkat çekmemek için değişik isimler altında ve vergi kaçırmak için paravan şirket kuruluşlarıyla.. Okul kadar, kurslar da çok büyük para getiriyordu. Çünkü, millet fakir çocuklar okuyacak diye yaradım ediyor, bu okulların her şeyi bedavaya getiriliyordu. Oysa, kurs talebelerinden para almıyordu. En düşüğü de 5-10 milyar.. Toplanan paralar ise başka kılıflarla sürekli olarak Fethullah Gülen’in gösterdiği yerlerde kullanılıyordu. Holdingleşiliyordu.. Kâğıt ticareti, boya ticareti, elektronik eşya ticareti, gazete ve dergileri yayınlayan şirketler; Zaman Gazetesi, Aksiyon, Sızıntı ve bunların baskı tesisleri.. Yani, Fethullah Gülen Cemaati’nin Türkiye’de ve dünyada hiçbir cemaatin olmadığı kadar, belki de Vatikan seviyesinde mal varlığı vardır. Bu sistem öyle bir kurulmuş ki, kimse ona dokunamaz. Yani görünmez bir sistem ve görünmez bir adam. Ama her şey Gülen’in talimatlarına göre yapılır. Ne kadar?.. Mesela, Zaman Gazetesi’nin manşetine kadar!.. Bunların hepsi Amerika’ya her gün fakslanır ve sayfalar onaylandıktan sonra baskıya girer. Orada tam yedi yıl noter belgeli yetkili olarak görev yaptım. Gördüm ki, ayrıntılara kadar her şey onun denetiminde. Bir çok kimse, Gülen’in yanlışlıklarının kendinden olmadığını, hastalığından kaynaklandığına inanıyor ve Gülen de sürekli olarak bu şekilde aklanıyor. Halbuki, ben de diyorum ki, “Bir kapıya bekçi alınacak olsa dahi Gülen’e sokulup onayı beklenmeden alınamaz!” Bu derece sağlıklı bir insan.. Bir yandan derviş, mistik bir din adamı; adeta ‘Mevlana’! Bir yandan bakıyorsunuz, Türkiye’ye mesaj gönderiyor Amerikalardan; “Üst düzey bir devlet yetkilisinden aldığım bilgiye göre, Türkiye yakında kan gölüne dönecek. İstihbarat kuruluşlarının bu durumu önlemesini istiyorum. Buradan haber veriyorum…” diyor. Ertesi gün Nazlı Ilıcak, “Fethullah Gülen iyi bir istihbaratçıdır, bu bilgiyi değerlendirin,” diyor. Yine ertesi gün Emin Şirin, TBMM’ye bir soru önergesi veriyor ve diyor ki; “Gülen bu bilgiyi kimden almıştır?.. Kimdir bu üst düzey devlet görevlisi?.. Ve hasta halinde hastane köşelerinde anjiyo yaptırdığını söyleyen, bu görüntüleri Samanyolu TV’den yayınlatan adam nasıl oluyor da dünyanın her meselesi ona gidiyor ve oradan Türkiye’yi yönetecek fikirler üretiyor. Bu görevlinin kim olduğunu, bilgiyi kimden aldığımı açıklasın. Nurettin Veren’in açıklamalarına TBMM cevap versin.” İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu da “Araştırıldı, mühim bir şey yok,” diyor. Bunların hepsi TBMM zabıtlarında vardır. Aksu, zaten Gülenle sürekli görüşüyordu.

ÜÇÜNCÜ EVRE: 1996’DAN SONRASI VE ABD’Lİ YILLAR
Gülen, ABD’de Bana Kastetti! Gülen beni istemediği halde ABD’ye gittim ve orada 30 gün kaldım. Türkiye’deki olaylara ilişkin,1998’de yayınlanan kasete ilişkin izah yapsın diye.. Bununla ilgili olarak düzeltme yapsın diye.. ABD’ye sığınmasın, yönetimi de, parayı da ABD’ye taşımasın; Türkiye’ye gelip hesap versin,insanıyla devletiyle hesaplaşsın, gerekirse yargılansın ve aklansın diye.. Buna karşılık, Gülen, 50 kişinin huzurunda “Sen beni öldürmeye geldin, suikasta geldin!” diyerek üzerime yürüdü. “Bunu FBI’ya, CİA’ya söyleyin, götürsünler,” dedi ve Arif isimli korumasına dönerek ekledi: “Arif, çek silahını bu adam buraya suikast yapmaya gelmiş, bunu anlamadıysam” diye bağırdı. Oradakiler harekete geçmeyince, bizzat kendisi şöminenin önündeki bir buçuk metrelik demirle üzerime hücum etti. Ve beni yaklaşık 20 kişi tartaklayarak aşağıya indirdiler. Şahsi eşyalarımı bile alamadan Necdet Başaran’ın arabasıyla gecenin bir yarısı Pensilvanya’dan alıp New York’un ortasına bıraktılar. 137 Dönümlük Arazide Saltanat 137 dönüm bir çiftlik ve içinde 8 tane villa var üçer katlı. Aynı yerde kalıyor. Giriş çıkışlarda üst arama, kontrol cihazları, zırhlı araçlar.. İçeriye üst araması yapılmadan kimse alınmaz. Telefon dahi alınmaz. Bu şekilde bir saltanat sürüyor Gülen Amerika’da. Bu bir hezeyan ve cinnetse, bunun tedavisi gene Türk devletine düşer. Eğer bu kadar büyük bir oluşumun başında bu derece bir cinnet sahibi, ne dediğini bilmeyen bir insan varsa yine Türkiye’nin dış ticaretini, dış siyasetini ilgilendiren bir konumdaki bu insanın Türkiye’nin kontrolünde olması gerekir. Fethullah Gülen meselesine, Türkiye’nin birinci derecede politik ve uluslararası ilişkisini ilgilendirecek bir olay olarak bakmak gerekir. Çünkü, 100 ülkede 500 civarında okul var yurt dışında. Yurt içindekiler, ayrı.. Işık Sigorta, Asya Finans, hazırlık kursları, okullar, Samanyolu TV, Zaman Gazetesi.. Yurt içi ve yurt dışındaki bu derecedeki bir oluşumun mutlaka masaya yatırılıp her yönüyle şeffaf bir şekilde incelenmesi gerekir. Bu tablo başbakanı da, genelkurmay başkanını da, Maliye Bakanını da, bütün birimleri ilgilendirir. Pakistan’a Gülen’in bir işaretiyle Kızılay’ın on katı bir yardım gönderiliyorsa, “10 adet okul hemen, 10 milyon dolar da nakit yardım yapılsın,” diyebiliyorsa, bu araştırılmalıdır. 10 milyon dolar hangi yasal statü içinde kimlerden toplanmıştır? Hani, Gülen’in cemaati örgüt değildi?.. “Benim hiç alakam yok,” diyordu. Gülen’in sadece 2004 yılındaki röportajlarından önceki dış saha reklamları, renkli ve ışıklı panolar, televizyon reklamları incelensin… Eğer 10 milyon dolardan az bir bütçeyle yapılmışsa, bütün söylediklerimi geri alacağım. 1986’ya kadar cemaatin ‘masum’ görüntüsü devam etmişti. Küçük bir oluşumdu. Bir hayır cemiyetiydi, ama 1986-1996 arasında ne oldu?.. 1988’de Altunizade’de beraber kaldığımız için ayda üç kez evime gidiyordum. Hatta, Gülen, bazen kendi evimin geçimi için yaptığım ticareti bile, “Asker ticaret yapmaz!” diyerek engellemiştir. Böyle bir ortamda, Altunizade’de elinde bir kâğıt olduğu halde heyecanla odasından çıkarak, “24 ülkenin parçalanması kararlaştırılmış,” dedi. Beni ilgisiz bir tavır içinde görünce, “Ama, Türkiye de parçalanacak ülkeler arasında, “diye ekledi. Bunun üzerine, ben de “yapacak bir şeyimizin olmadığını, bunu devletimiz yetkililerinin düşünmesi gerektiğini” söyledim. Aradan çok kısa bir süre sonra, Gülen, bir gün İzmir’de vaazda; “Çok yakında Rusya’nın gümbür gümbür yıkılacağını göreceksiniz,” dedi. Hakikaten de altı ay sonra Rusya çöktü. Sonra da herkes, “Gülen’in kerametinin çıktığı” yorumunu yaptı. Oysa, sonradan anladık ki, bu bir keramet değil, istihbarat meselesiymiş!.. Cemaat Asya’ya Açılıyor Gülen, yıllarca komünist sistemin dinini, milletini, bayra ğını yok ettiğini, kardeşlerimize ulaşmanın sevap olduğunu anlattı. “Burada okullar açtığınız gibi, oralarda da açmanız sevaptır,” derdi. Millet, bu işleri Allah rızası için, Türk kardeşlerimin ıslama bağlılığı için yapıyordu. Gülen’in kafasında hangi maksatların olduğunu millet nereden bilsin? Rusya, bunların hüviyetini yok etmiş, dünyada sadece Amerikan emperyalizmi! yok ki, Rus emperyalizmi de var. Merhamet duygusuyla millet Azerbaycan, Türkmenistan derken, Asya’da da okullar açılmaya ve çoğalmaya başladı. Bu işe ön ayak olduk. 1991-92’de Özal’ın vefatından önce 5 ülkeyi ziyaret ettik. Buralardaki okullar o kadar çok büyük başarılar elde etti ki, dünya bilgi olimpiyatlarında temsil edildiler. Ben de iyi niyetle Cumhurbaşkanı’na çıktım anlatmak için. O dönemde Naim Süleymanoğlu için bile büyük gümbürtü kopmuştu. Dünya olimpiyatlarındaki bizim okullarımızın fizik, matematik gibi dallardaki başarısı neden dikkati çekmesin? Özal, önce anlamadı beni, sonra bir daha anlattım. ”Bu çocuklar dünya şampiyonu, bunlara sahip çıkın,” demdim. Özal, söylediklerimi iyi dinlememiş olacak ki, “Hoca Efendi’ye selam söyle, bunları çok iyi yapmış… Bu Kuran kurslarına bir iki tane de bilgisayar alın… Çocuklar biraz da onunla meşgul olsunlar…” şeklinde cevapladı. Özal’la görüşmemde, Fatih Üniversitesi profesörlerinden Ş. Ali Tekalan da yanımdaydı. “Bu çocuklar zaten bilgisayar şampiyonu, siz bunları Kuran kursu olarak görüyorsunuz, bizi dinlemiyorsunuz,” demdim ben de. Özal’dan önce de Orta Asya da birkaç okul açmıştık. Be-nim sözlerimden mahcup oldu ve “O zaman, Orta Asya gezisine sen de gel, o okulları birlikte ziyaret edelim,” deme gereği duydu. Biz 5 ülkeye Özal’la birlikte gittik. O ülkelerin parlamentolarında Özal bu okulları anlattı. Beni de o okulların temsilcisi olarak parlamentolarda konuşturdu. Ben orada, “Türkiye’de özel bir eğitim sistemimizin olduğunu, buralarda da aynı sistemle okullar açmak istediğimizi” söyledim. Ancak, beni devletin resmi temsilcisi zannettiler! Yani o noktada bir karambol yaşandı ve bize her imkânı sundular. İşte bu aşamalarda büyük bir boşluk vardı. O boşluk alanlarında bu ülkelerde büyük açılımlar oldu. Gülen, bu başarıları görünce, kendisinin ‘gerçekten de büyük bir insan olduğunu’ düşünmeye başladı! Zaten başından beri böyle bir zaafı vardı. Kendisini dünyayı idare edecek gibi görüyordu. Bu başarılan kendisine atfetti. Örneğin, Aktüel’de “Fethullah Gülen’in eğitim imparatorluğu” haberi vardı.. Halbuki, daha önce bizim, ne onun ne de benim gazetede resmimiz basılmamış, hakkımızda yazı çıkmamıştır. Niçinine ilişkin olarak da şunu ileri sürüyordu: “Çünkü, yaptığımız işlerin üstüne çıkıp önünde görünmek şöhrettir, riyadır… Biz Allah, ahret için çalışıyoruz, kenedimizi nazara vermeyelim.” Oysa, şimdi, Gülen Aktüel’de “Gülen imparator” olarak takdim ediliyor ve buna ses çıkarmıyordu. Artık, Gülen’in namaz ve oruç görüntülerini Samanyolu’nda izlemek mümkündü. “Hasta olmasına rağmen oruç tutuyor,” deniliyordu. Fotoğrafı bile makbul görmeyen Gülen, namazını reklam etmeye başlamıştı. Tablo, ikilem yaratıyordu kamuoyunun ve cemaatin gözünde. Benim çocuklarımın okula gidene kadar fotoğrafları yoktu (Sadece benim değil, bütün cemaatin tabii). Neden? Putperestlik ve şirk koşmadır. İslamda fotoğraf çektirmek, kravat takmak, kısa kollu giymek, maça gitmek, kola içmek, margarin kullanılan yemekleri tatmak yoktur çünkü.. Besmelesiz et alınıp yenmezdi. Bu derece katı uygulamalar söz konusuydu. Bu uygulamalar Gülen’in o günkü katı ve bağnaz yönleriydi. Bugün hoşgörü edebiyatı yapan Gülen’in dünü böyleydi işte. Atatürk fotoğrafı var diye, cebinde para varken namaz kılmak bile haramdı ona göre! Hatta, tükenmez kalemin içinde alkol var diye, cebinde kalem varken bile namaz kılınmazdı! Bir Nevi ‘Tanrı’ Gülen! Kaç tane Gülen var?.. Amerika öncesi, Amerika sonrası; ihtilal öncesi, ihtilal sonrası… İşte, ben 1986-1996-2006 derken, Gülen’in saklı kişilik ve kimliğini millet mukayese edebilsin diye belirtiyorum. Gülen o gün mü Kuran’ı tersinden okuyordu, yoksa bugün mü?… Biz ilk yirmi sene, yani 1986’ya kadar böyle devam ettik. Gülen o dönemde “Burgu” giyerdi. Kadının kalktığı koltuğa oturulmazdı. “Onun sıcaklığı insanı günaha sokar,” derdi. Kadınların kendi vaaz kasetlerini izlemesine bile karşı çıkardı. Bu durumdan rahatsızlık duyduğunu ifade ederdi. Bu şu anlama geliyordu: “Ben her yerde ve her zaman sizin yaptığınızı görürüm, duyarım ve sizi kontrol ederim.” Şimdi bu ne demek; böyle bir ‘molla, böyle bir ‘kutsiyet atfedilen adam’ artık ‘yarı tanrı’ demektir! İşte, maalesef cemaat buna inanmış durumda. Yardımlarınızı Allah’a yöneltin. Gülen’e inanarak yaptıklarınız sevap olmadığı gibi, sizi şirk’e Allah’a ortak koşmaya götürür. Bir frankeştayn yaratırsınız, yüz tane Usame Bin Ladin’den daha büyük bir tahrifata neden olur.” Niçin, Türkiye’deki sistemin görevlileri maaşını devletten alır da itaatini Gülen’e yapar? Dünyanın her yerinde iki başlılık, iki yüzlülük, gizlilik, içeriden kuşatma bir münafıklık olarak görülür. Bir tuzak, bir hile olarak görülür. Gülen’in her yaptığı, her dediği sorgulanmadan kabul edilme noktasında. Bu çok fena bir şey.. Gülen, vatanımız, milletimiz için en kötü şeyi yapsa bire, cemaat; “Bunda bir hikmet vardır,” diyerek atılan adımı doğru görmektedir. Burada tepki duyduğum konu, bu kadar itaatin ancak ve ancak Allah’a yapılabileceğidir. Dinimize göre, Peygambere bile bu derecede mutlak itaat ve güven şirk koşmaktır. Oysa, rehber ağabeyler küçük talebelere, “Namaza kalkmazsanız Hoca sizi görür. Yanma girerken kalbinizi düz tutun. Çünkü, o sizin kalbinizi de okur.” diyebilmektedir. Bu edimler ancak ve ancak Allah’a mahsustur. Ancak, Allah “Her yerde hazır ve nazırdır.” Şimdi biz de millete diyoruz ki, “Ey millet! Yaptığınız yardımların takipçisi olun. Gülen’in idareye, siyasete talebi varsa, kendisinde liderlik vasfı görüyorsa, gelir siyasete girer.. Bir siyasi başarı elde eder veya etmez. Ama bunu açıkça yapması gerekir. Yurtdışındaki Okullar Ajanlıkla Suçlanıyor Ülke içinde olduğu gibi, yurtdışındaki okullarla ilgili olarak negatif tepkiler ortaya çıktı. Okulların yurtdışında adeta bir ‘Amerikan Üssü’ gibi çalıştığını ve Amerika’nın buralarda kendi ideolojisini yaymaya çalıştığı ifade edildi. Hatta, Özbekistan yönetimi bu okulları kapattı ve yöneticilerini de casuslukla suçlayarak hapse attı. İnsanlarımız, yaptığı iyiliğin ötesinin kendisini ilgilendirmediğini düşünür. Ancak, bu tutum bırakın sevap kazandırmayı, ileride onu daha büyük sıkıntılara sokacaktır. Yurtdışındaki okullara yardım edenler, iyilik yaptığını, fakir insanlara yardım ettiğini sanıyor. Uluslararası güçlerin buraları bir atlama tahtası olarak kullandığını hesaplayamıyor. Ne var ki, yapılan iyilik, yardım Allah rızasına ve insanlık yararına değilse, bunun değil sevabı, çok büyük bir günahı vardır. ABD, söz konusu okulları Asya’nın enerji kaynaklarımı kontrol etmek, kendi hâkimiyetinin önünü açmak amacıyla Rusya’nın ve Çin’in önünü kesmek için destekliyor. Bunun kanıtı da görüldüğü kadarıyla nedir? Bütün okullarda ‘İngilizce Öğretmeni’ kimliği içinde, yeşil ve kırmızı pasaportlu Amerikan vatandaşı öğretmenler vardır. Ne işi var Amerikan, İngiliz pasaportlu sözde öğretmenlerin bizim okullarımızda? Hani biz fakir öğrencilere yardım için okulları kuruyorduk?.. Bahsettiğimiz kırmızı pasaportlu öğretmenleri ilk fark eden Özbekistan lideri Kerimov oldu. Biz bunu reddettik ama, baktık, olay aynı.. Bu noktada bir şeyi anlatmak istiyorum: Bir gün, birdenbire bir haber geldi. Kerimov okulları kapatmış, bizim öğrencilerimizi ve öğretmenlerimizi hapse atmış!.. Fethullah Gülen, hemen bana, “Kalk, hemen bir özel uçak bul, kirala… Git, 1 milyon dolar para bul ve Kerimov’a ver.. Bir de araba al..” dedi. Gülen, yukarıdaki talimatı bana verdiğinde yanımızdaki en az on-on beş kişi duymuştur. Altunizade’de kalan arkadaşlarım hepsi vardı yanımızda. Cevdet, Barbaros var, Burhan ve Ahmet var.. Tabii, afalladım talimatı duyunca.. Şu anda nereye gidiyorsun?.. Özbekistan şurası değil ki.. Uçakla bile dört-beş saatte gidebiliyorsun. Gece gidilmez. Üstelik bir de 1 milyon dolardık bir araba al ve hediye et, diyorsun. Bu kadar değerli bir arabayı nasıl alıp hediye edeceksin?.. Yani fevkalade bir abartı ve panik hali söz konusu.. Hoca, panik atak ruh hali içinde.. “Nasılsa, Demirel ile sık sık görüşüyorum. Her an yanına gidebiliyorum. Yarın Sayın Cumhurbaşkanımıza gidip konu sayım, konuyla ilgili tavsiyelerini alayım. Nedir, ne değildir, anlayalım.” dedim. Sabahı zor ettik. O gece, Ankara’ya yola çıktım. Ertesi gün Demirel’e ulaştım. Demirel, “Kerimov, çok yakın bir tarihte Ankara’ya geliyor. Buraya geldiğinde ben olayı düzeltirim,” dedi. Olayın vehametinin ya Demirel farkında değil, ya da meselenin çözümünü kolay sandı. Demirel’e on-on beş gün sonra tekrar gittim. Yine aynı konu için.. Bir süre sonra, İstanbul’da, Kerimov’u Demirel’le birlikte VİP salonunda karşıladık. Demirel ile Kerimov’un ilk buluşması gerçekleşiyordu. Ben, Kerimov’u Özal’la birlikte tanımıştım. Özbekistan’da beraber çekilmiş onlarca fotoğrafımız vardır. Hatta, Yeşilköy Havaalanındaki karşılamada Kerimov, Demirci’den önce yanlışlıkla bana sarıldı. Daha evvelden tanıdığı için bir refleksti herhalde uçaktan iner inmez… Hatta, Demirel, “Sen cumhurbaşkanı değilsin, önce sana sarıldı, herhalde çok yakınısın,” dedi. “Efendim, biz daha önce görüşmüştük, tanışıyoruz, ondan herhalde,” şeklinde karşılık verdim. İstanbul’dan Ankara’ya gidildi. Tabii, ben de takipteyim. Zaten beraberiz. Bir süre sonra, Demirel’le Ankara’da görüştük. Demirel çok heyecanlıydı. “Sizin konuyu söylediğime söyleyeceğime pişman oldum!” dedi. “Nurettin Veren’in okulları niye böyle oldu?…” diye sormuş Demirel, Kerimov’a -Fethullah Gülen demiyor, çünkü o zaman Gülen ortada gözükmüyor… Dışarı çıktığında bana, “Siz üç tane önemli yanlış yapmışısınız,” dedi. “Birincisi, öğretmen olarak gönderdiğiniz adamlar öğretmen değil, casusmuş!..” “Sayın Cumhurbaşkanım, siz bizi biliyorsunuz, biz casus gönderir miyiz?” dedim. Demirel, diyalogu sürdürdü: “Kerimov’un bana söylediğini aktarıyorum, onlar öğretmen değil, casusmuş… İkincisi, siz kız çocuklarını İran gibi örtmüşsünüz okulda. Üçüncüsü, orada dini içerikli bir toplantı yapmışsınız. Bütün sakallı, sarıklı adamlar toplanmış, gelmiş… Bu yüzden benim yapacağım bir şey yok Nurettin.” Cumhurbaşkanı Demirel, Kerimov’un bu konudan dolayı çok rahatsız olduğunu, belki Hikmet Çetin’in bir şeyler yapabileceğini, onunla görüşmemin yararlı olabileceğini ekledi. Bu gelişmeleri daha sonra Gülen’e aktardım. geriye itmek isteyen bir çalışma var. Bu işin başında da Anna Maria Şinel adlı bir İngiliz kadın var. İslamiyeti gölgede bırakmak için Mevleviliği bir din haline getirmek işetiyorlar. Biz de Ebedi Risale sempozyumu yapalım.” Türkiye’de bu içerikte birkaç çalışma yapmıştık. Peygamberin ebedi yüceliği, kutsallığı adına… İstanbul ve Ankara’dan sonra Taşkent’te yapılmak istendi, ben buna karşı çıktım. “Orası henüz Ben meseleyi şöyle algılamıştım: Bizim oraya gönderdiğimiz çocukların çoğu, okumaya gittiklerinde aynı zamanda rehberlik de yapıyorlardı. Ancak, öğretmen formasyonları yoktu. Yani, üniversiteyi okurken bu arada oradaki Özbek talebelere ağabeylik yapacak, rehberlik yapacak ve onları böylelikle cemaate kazandıracaklar. Kerimov, bu rehberleri casus olarak telakki etmişti anlaşılan. Belki de ortamda gerçekten casus vardı ki Kerimov casus meselesini ortaya attı. “Öğretmen formasyonundaki casus var,” dedi. İkincisi, biz orada “Ebedi Risale” adlı bir sempozyum düzenledik. Bunu Gülen istedi. Gerekçesi şuydu: “Burada Mevleviliği öne çıkarmak, Hz. Muhammedi ve İslam dinini bu çalışmalara uygun değil. Böyle bir eylem olmaz. Biz eğitimciyiz. Bu nitelikte bir şey yapmayalım,” dedim. Başbakanı Görevden Eden Toplantı Buna rağmen, oradaki Naci Tosun adlı arkadaşımız benden sonra televizyonun başına geldi. Gazetenin başına da geçtirdiler, Özbekistan’a bakıyor.. Cemaatin sorumlusu.. Her ülkenin cemaatte bir sorumlusu var. Orada kalan bir yetkili ‘ağabey’ var. Veya bazen gidip geliyor devamlı kalmasa da. Mesele organize edilmiş ve kalabalık, birkaç bin kişi.. Özbek köylerinden, yaylalarından gelen molalar da var. Onların katılmasıyla yer yerinden oynamış! Hatta, Özbekistan Başbakanı Karabayev gelişmeler karşısında askeri önlemlere başvurmuştu. Askeri kuşatmada bir şey olmasın, bir çatışma, bir fiyasko olmasın diye.. askeri oyalarken, toplanan kalabalığa da, “Çabuk burayı terk edin, Kerimov çok tepkili,” şeklinde haber salmıştı Başbakan. Bu istenmeyen toplantı Başbakan’m başını yedi. Adam, Başbakanlıktan azledilmişti. Fethullah Gülen Hareketi’nin kendi hezeyanlarıyla, kendi yöntemiyle okul açtığı ülkelerin istikrarlarına etkisi böyle işte. Uluslararası rolü bu şekilde. Bahse konu olan Başbakan, bir gün Ankara’ya geldi resmi heyetle. Benimle tokalaşmadı. “Nurettin Bey, ben şu anda başbakan değilim. Üniversitemde öğretim üyesiyim. Bu sizin yüzünüzden oldu,” dedi bana bakarak. Oysa, bu adam Türk dostuydu. Türkiye ile Özbekistan’ın yakınlaşması için çırpmıyordu. Türkiye ile Özbekistan’ın arasını açan ise bu olaylar olmuştu cemaatin yüzünden çıkan. Fethullah Gülen’in kendi stratejisi ve uluslararası ilişkiler çizgisi, Türkiye için, ülkemizin imajı için büyük bir risktir. Çünkü, devletin bakış açısının dışında, ayrı bir müstakil strateji uyguluyor. Türk devletini ilgilendiren konularda, bakıyorsunuz, Gülen daha üst bir organizatör! Fark Etmedeki Zamanlama Şunu söylemek istiyorum: Önemsiz görünen, Türkiye’de burs almış, Ankara’da okumuş Abdullah Öcalan nasıl oluyor da bir devlet görevlisinin kızıyla evlenebiliyor? Bu tablo, Öcalan, Türkiye’nin en büyük problemi haline geldiği zaman fark edilebiliyor. Yine, ABD’de 15-20 yıl yaşamış Usame Bin Ladin… Terörist olarak lanse ediliyor. Orada yaşıyor, okuyor ve birden dünyanın başına bela olunca fark ediliyor. Şimdi, bu noktada ben de diyorum ki, Özbekistan ile Türkiye arasında krize neden olan Özbek muhalif lider Muhammet Salih gazeteye geldiği için Kerimov düğmeye basmıştır. Ne işi var Gülen’in Özbekistan muhalif lideri ile?.. Türkiye’nin Orta Asya’daki laik Türki cumhuriyetlerde kredisinin düşmesinde Fethullah Gülen’in faaliyetlerinin rolü olmuştur. Esas olarak bundan sonra daha da olacaktır. Okullar ve İhaleler Fethullah Gülen okullarının kitabıyla ilgili açıklamalarda deniliyor ki, Arnavutluk Cumhurbaşkanının veya falanca ülke genelkurmay başkanının, Tanzanya, Kenya parlamento başkanının, falanca savunma bakanının çocuğu, yeğeni bizim okulda. Bunlar planlı olarak gerçekleştiriliyor. En fakir ülke olan Kenya’daki okulda bin 500 dolar para almıyor talebe başına. Muazzam para.. Devlet başkanı veya öteki üst düzey kesimin çocukları özellikle bu okullara almıyor. Böylelikle, kolaylıkla üst düzey idarecilerle ilişkiye girilebiliyor. Bu ilişkilerden sonra, okul, bir yerde paravan olarak kullanılmış oluyor. Türk iş adamları da buradaki potansiyeli ve ilişkilerin kolaylığını görünce, bu okullara daha fazla destek veriyorlar. Dolayısıyla, okullar aynı zamanda ticaret için de bir paravan, atlama tahtası olarak kullanılmış; Fethullah Gülen’in hâkimiyeti, otoritesi ve ‘imparatorluğu’ iş adamları tarafından da desteklenmiş olmaktadır. Bu yapı, gittikçe büyüyen bir güç halinde… Öğretmenler, okulların olduğu ülkelerden Türkiye’ye gemlen iş adamlarının, okulların referansıyla geldiklerinde ihalelere girebildiğini belirtiyorlar. Bunlara ticari kolaylıklara da sağlanıyor. Bu tabloda, Fethullah Gülen’in iş adamlarının da cazibe merkezi olacağı açıktır. Türkmenistan örneğine bakalım. Ben oraya gittiğimde, Ahmet Çalık, Nema Holding istifade etmek istiyor ilişkilerimizden. Nema Holding, buradaki Londra Camping ile ilişkili. Özbekistan, Türkmenistan, Gürcistan’da iş yapmak isteyen arkadaşlar var. Onların benden istedikleri görev ve mukaveleleri var. Ben bunu fark edemedim. Bunlar, ilişkilerden istifade etmek için mesela okulun referansını kullanarak meclis başkanına, sanayi bakanına, ticaret bakanına, Gürcistan Cumhurbaşkanı Şeverdnadze’ye ulaşmada okulu kullandılar. Beni kullandılar. “Senin çok yakınlığın var yetkililerle, bizi onlara gönder, alt yapı, su, arıtma gibi ihaleler alalım,” dediler. Şimdi anlıyorum ki, bizim bu okulların sempatisi, okullarla elde edilen ilişkiler ve diyaloglar, üst düzey ilişkiler iş adamlarının dikkatini çekiyor ve iştahını kabartıyor. Bunun için iş adamlarının hepsi okulların itibarını, kredisini kullanıyorlar. Kullanmak işlerine geliyor. Dolayısıyla okullar destekleniyor. Tabii, Fethullah Gülen de Türkiye’de bu adamların desteğini alıyor. İş adamları da onun çizgisine geliyorlar. İki tarafın da işine geldiği için al gülüm ver gülüm sürüyor. Fethullah Gülen onaylanıyor, “iyi işler yapmış” diyorlar. İş adamları koskoca Türkiye Cumhuriyeti’nin itibarını, kredisini kullanamıyor da Gülen’in kredisini kullanarak iş yapıyor. Dışişleri’nin, devlet kademelerinin hantal yapısı, Gülen’in işine yarıyor. Boşluğu o dolduruyor. Yani, iş adamları devletten alacağı desteği Gülen’den alıyor. Dolayısıyla, cemaatin okullarının etkinliği, gücü, şöhreti gittikçe yayılıyor. Bunlar kötü değil, diyoruz. Yurt dışında 500 civarında okul var. Geçen yıl Koç diyor ki, “Biz üç tane okul açınca tersliyoruz ama nereye gitsek Fethullah Gülen’in okulları…” 100 ülkede eğitim dili İngilizce 1000’den fazla okul. Beş de üniversite. Türkiye’dekiler hariç. Yurtdışındaki beş üniversite hariç. Afrika’daki okullarda mecburi dil İngilizce… Peki, Asya’dakilerde neden Türkçe değil? Şirket ilişkileri cabası.. Eğer, bu derecede uluslararası ilişki devletin kontrolü ve denetimi altında değilse veya bu boşluk Fethullah Gülen tarafından dolduruluyorsa, o zaman devleti de ona ihale edelim ve yönetsin! Üniter devlet?.. Böyle mi olur, devlete rağmen devlet mi vardır üniter devlette? O zaman demokratik ve laik sistem iyi işlemiyor demektir. Bir milli servet söz konusu. Binlerce beyin var iyi üniversitelerimizde okuyan ve öğretim üyesi olan, çok kaliteli bir grup ve onlardan oluşan kadrolar; ayrıca milyar dolarlarla ifade edilen sermaye ve mal birikimi.. Bu gücün stratejik kullanımı, Türkiye’nin menfaatleri doğrultusunda kullanılması Fethullah Gülen’in belirsiz sistemi içinde söz konusu olamaz. Güç, milletin gücüyse Türkiye’nin menfaatleri için kullanılmalıdır. Bu demek değildir ki okullar olmasın; mesele bunlarım Türkiye’ye hizmet etmesidir. Türkiye’nin milli menfaatleri doğrultusunda çalışmasıdır. Stratejik yönelimler, Gülen’in hezeyanlarına ve hegemonyasına bırakılmamalıdır. “Nedir bu sistem, cemaat mi?” “Hayır,” diyor, “bu okullar benim değil,” diyor ve devam ediyor: “Bu gazete ve holdinglerle hiçbir alakam yok.” Peki nasıl oluyor; yönetim onun elinde, tayinler onun elinde, para, hâkimiyet ve strateji belirlenmesi onun elinde ve yine de alakası olmuyor?.. Dünyayı enterese eden, devletleri sallayabilen bir sistemin belirsizlik içinde, illegal ve kayıt dışı olmaması gerekir. Düşünün, 500 okul var ve bunun bir idari taksimatı yok. Bir çok ilde bile Milli Eğitim’in daha az sayıda okulunda bile idari bir taksimat var. İl Milli Eğitim, İlçe Milli Eğitim.. 500 okulun organizasyonu nedir? Hangi strateji içinde hizmet vermektedir? Bunların yurt dışında yapacakları bir gaf, bir yanlış Türkiye’den neler götürebilir? İşte, Özbekistan örneği ortada.. Örneğin, Ahmet Çalık; bir tekstilci ve bankacıdır. Aynı zamanda Türkmenistan Cumhurbaşkanı Yardımcısı’dır. Resmi statüsü var. Şimdi, Sayın Çalık iyi bir insan.. Ama ya kötü bir insan olsaydı ve bazı kötü işler yapsaydı ne olacaktı o zaman Türkmenistan ile Türkiye’nin ilişkisi?.. İhtilallerle Bağlantı Yurt dışındaki üst noktadaki ilişkiler mutlaka devlet zemininde yürütülmelidir. Milli menfaatlerimize uygun ve şeffaf olmalıdır. Hükümetimiz, Dışişlerimiz, Genelkurmayımız, Milli İstihbaratımız muvacehesinde yürütülmelidir. Hemen her iş adamının bu okullarla ilişkisi vardır. Çünkü, bu okullar değişik vilayetlere abone edilerek faaliyeti sürdürülmektedir. Mesela, cemaatte Adapazarı, Kırgızistan’la ilgileniyor. Kırgızistan’la ilgili şirket Sebat Şirketi o da Kırgızistan’ı idare ediyor. Parasal kaynaklar için belki 20 şirket var. İzinin belli olmaması için mesela, Denizli Gürcistan’a ve Arnavutluk’a bakıyor. Kırgızistan’a Adapazarı bakıyor. Ankara, Özbekistan veya Kazakistan’a bakıyor. Her vilayetin bir kardeş ülkesi ve buna göre paravan şirketler var. Bu şirketler hem para transferini hem öğrenci hem de öğretmen transferini, ayrıca iş adamlarının organizasyonlarını yapıyor. Bunun olması mahsurlu değil, ancak, kazanımlarının ve artılarının Türk milletlinin ve devletimizin olması kaydıyla. Politik olarak da devleti olumlu yönde rahatlatacak olması kaydıyla. Türkiye, devlet olarak devreye giremediği ve bu alanı kontrolüne alamadığı için, boşluğu ABD dolduruyor. Fethullah Gülen okullarının çeşitli kıtalarda ve ülkelerdeki konumunu ABD kendi lehine pekala kullanıyor. ABD, kullanabiliyor.. Çünkü, Türkiye, bu noktada söz konusu birikimi değerlendirmek için politika üretemiyor. Ama, ABD, Çin ve Rusya’nın önünü kesmek için bu birikimi kullanmak istiyor. Kırgızistan’da bir ihtilal oldu; ‘Kadife Devrim’.. Gürcistan’da bir ihtilal oldu; Şeverdnadze gitti, Asparakayev gitti.. Özbekistan’da da ihtilal oluyordu; Kerimov’un uyanıklığı sayesinde bertaraf edildi. Bütün bu aksiyonu okullarla ilgisi olan Soros Vakfı yapmaktadır. Gülen’in bu kesimle stratejik bir ortaklığı vardır. Sonra, bakıyorsun, ABD Büyükelçiliği mensupları Zaman’a geliyor ziyarete. Zaman yetkilileri de iade-i ziyaret yapmıyorlar mı? İngiliz ve Amerikan pasaportu taşıyan okullardaki görevlileri kim buluyor? Büyükelçiliklerin bu konudaki rolü nedir? Para ve insan nasıl toplanıp da ihtilaller yapılabiliyor okulların olduğu ülkelerde? Bu konuda bağlantılar nasıl kuruluyor? Asparakayev niçin gitti? Ülkenin en sevilen adamı, bir ekonomi profesörü.. Türkiye’ye de çok sıcak bakan birisi. Keza, Şeverdnadze, Türkiye’ye yakın bir isimdi. Amerikan politikalarına yakın olmadıkları için devrildiler. Kendi ülkelerinin menfaatlerini öne aldılar. Kabahatleri buydu! Şeverdnadze, ABD’ye askeri üs verme konusunda ayak diredi. Çin ve Rusya ile yakın durdu. Yerine gelen Sakaşvili’nin eşi Amerikalı. Üstelik bizim açtığımız Türk Üniversitesi’nde öğretim üyesi! Bu Ne Perhiz, Bu Ne Lahana Turşusu! Fethullah Gülen, ABD’de ikâmet ederek, “Burası dünyanın en adaletli, en güvenli adresidir,” mesajını vermek istiyor. Çıkıp da açıktan yayın yapmasına gerek yok ki, olay ortada.. Mesela, Fethullah Gülen, şunu söyleyebilir mi: “ABD politikalarını onaylıyor demektir. ABD’de ikâmet etmesi, faaliyetini oradan sürdürebilmesi ABD’nin yaptıklarını onaylamak demektir. ırak’ta bombalanan camileri görüyor, ama eleştirmiyor. Burada da, örneğin, Cem Karaca ölüyor, taziye gönderiyor. Cenazelere taziye gönderiyor… Ama bir Yaser Arafat için taziye göndermedi ve Filistin halkına başsağlığı dileyemedi. Gülen, “ABD teröristlik yapıyor, terörist bir devlettir,” diyemedi. “ABD, dünya gemisinin kaptanıdır,” diyebildi ama… Anlamak mümkün değil, daha önce kâfirlik diyerek Amerikan kotu giymeyi, Amerikan malları kullanmayı yasaklayan adam, şimdi vaazlarında “Amerika, dünya gemisinin kaptanıdır,” diyebiliyor! dünyadaki enerji kaynaklarını, Avrasya coğrafyasını, enerji yollarını tutmak için büyük bir yalanla Afganistan’ı ve ırak’ı işgal edip yüz binlerce insanı öldürmüştür.” Söyleyemez! O halde, Amerikan Amerika’nın yaptıklarının insanlık için faydalı olduğunu öne sürebiliyor! 1996 öncesiyle ı996 sonrası arasındaki fark bu. Oysa, Gülen’in bir Türk ve Müslüman din adamı olarak şöyle demesi daha uygun olmaz mıydı: “Kuran’ı Kerim’i helaya atan, Guantanamo esir kampında esirlerin görmüyor. Ona ABD’nin yaptığı her şey ‘normal’ geliyor! Gülen’in Green Card’a yönelik başvurusu, yani ABD vatandaşlığına başvurusu, bilindiği gibi Sabah’ta manşet olmuştu. Yine bilindiği gibi, ABD vatandaşı olanlar ABD bayrağı ve İncil üzerine yemin etmektedir! Hoşgörüden, Hoşgörüsüzlüğe… ‘Hoşgörü’ ödülleri dağıtan, farklı dinlerin temsilcileriyle oturup ‘hoşgörü ve diyalog’ toplantıları yapan Fethullah Gülen, kendisine katılmayan bütün gazeteci ve aydınları mahkemeye vererek susturuyor. Hikmet Çetinkaya, Mustafa Balbay, Zekeriya Beyaz ve bana, daha pek çok kimseye ceza davaları açıyor. İşte hoşgörüsüzlüğün bir kanıtı.. Bir zamanlar Vatikan için “yılanın başı” diyen Gülen, Vatikan’a gidip Papa’yı ziyaret etti. Nasıl oluyor da oraya ziyarete gidiyor? Yılanın başına ne oldu? ırzına geçen, Avrupa ülkelerindeki CİA merkezlerince işkence kampları kuran ABD’yi kınıyorum ve bütün din adamlarının da kınamasını bekliyorum.” Gelin görün ki, Vatikan’ın bile kınadığı olayları ‘bizimki’ kınamadı! Nobel ödüllü İngiliz sanatçı bile, “Bush, uluslararası mahkemede yargılanmalıdır. Bush, uluslararası teröristtir, insanlık suçu işlemiştir,” dedi. Bütün dünyanın kınadığı katliamları, Gülen terör olarak Bu tablo da bir uluslararası ilişkiler ağının parçası. Bir zincirin halkası. Vatikan’a gidip Türkiye’de bir şeyler vaat ediyorsun. Açıklanan dokuz maddelik bildiriyle Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılmasına destek veriyorsun. Harran’da bağımsız bir üniversiteye onay veriyorsun. Ortodoks Patriği’ni destekliyorsun. “Vatikan’a talebe gönderelim, onlar da bize göndersin,” diyorsun. Bunların hepsi devlet bazında uluslararası ilişkiler alanına girdiği için, devletten devlete yapılacak tekliflerdir. Oysa, Güllen, sadece emekli bir vaizdir. Bir cami hocasıdır. Bütün bu konuların bir stratejik, politik vb. bir yönü vardır. Masaya yatırılıp sorgulanacak konulardır. Bu konuların gizli örgütlerin elinde başka maksatlara alet edilmesini önlemek gerekir. Türkiye’de 1000’den fazla aydına, gazeteci ve yazara dava açmış; Cumhuriyet ve Kanaltürk gibi kuruluşların yayınlarını mahkemelere başvurarak durdurabilmiştir. Hasta ve emekli bir vaizin gücünü çok aşar bu işler. Millet Kolundaki Bileziği Verdi Zaman Gazetesi, Samanyolu TV, bu ülkenin insanlarının alyanslarıyla, emekli maaşlarıyla, kolundan çıkarıp bağışladığı bileziklerle kurulan ‘ Kızılay vari kuruluşlardır. Şifa Hastaneleri de öyledir, Işık Sigorta da öyledir. Türkiye’nin, milletin kendi öz varlığıdır bunlar. Fakat, ne var ki Fethullah Gülen’in saltanatına hizmet için kullanılmaktadırlar. Bir takım numaralarla, elden ele kâğıt geçirilerek kurulan şirketlerle ve birtakım mali oyunlarla devleti devre dışı bırakan bir teşkilat… Halbuki, bütün bu kuruluşlar milletin cami yapması gibi imeceyle kurulmuştur. Milletin malıdır, ama gelin görün ki pasta Gülen’in olmuştur. İşin ilginç yanı, Gülen’in ekibi de yoktur. Çünkü, belli bir insandan oluşan sabit bir ekip işine gelmemektedir. Okullar, paralıdır. Hem de talebe başına 10-15 milyar. Bu lüks kolejlere nasıl yardım alınır, nasıl yardım edilir?.. Yardım, fakir fukara içindir, kursağından et girmeyen içindir. Fakat, bu okullara, kolejlere yardım yapılır. Bu okullar SPK tarafından, maliye tarafından inceleniyor mu acaba? Nereye gidiyor toplanan o kadar para? İlkel Yaşam Tarzı Gülenle yaşadığımız 19661986 döneminde yaşam tarzımız çok farklıydı. Evimizde mobilya yoktu. Yatak odamızda yer döşekleri vardı. Evlerde yemek için kullandığımız kaşıklar armut yada şimşir ağacından yapılmıştı, tahtaydı. Bu dönemle ilgili o kadar çok yazılacak şey var ki. Sadece bu dönem için beş cilt kitap yazılabilir. Cebimizde parayla namaz kılınmadığı için bir keresinde cüzdanımı bile çaldırmıştım. Yine bu dönemde hocaların ve müezzinlerin çok salih olmadığı düşüncesiyle camiye de sık gitmiyorduk. Hocaların birçok noktaya dikkat etmediğini söylüyordu Fethullah Gülen bizlere. Hoca, Mevlit’e de karşıydı. Bu dönemde kimse evlenirken fotoğraf çektirmezdi. Evlendikten sonra da öyle.. Öyle ki, Risale-i Nur kitaplarının içinde Said-i Nursi’nin birçok fotoğrafı vardı. O fotoğrafları bile kestirip attırırdı. “Peygamberimizin resmi olmadığına göre, resim haram,” derdi. Bu nedenle ben evde anne ve babamın, fotoğraflarının da bulunduğu aile albümünü yırtıp attım. Annem bunu öğrendiğinde, “Artık seninle yaşanmaz oğlum,” diyerek evi terk etmişti! Düğünlerde müzik çalınmaz, mevlit okunmazdı. Kadına tahammülsüzlük o düzeydeydi ki, Hoca, “Kadın sesinden Kuran dinlenmez,” derdi. Bir keresinde arabamda Malezyalı bir kadının okuduğu Kuran kasetini dinliyorum diye o kaseti attırmıştı bana! Yine bu dönemde, cemaatten hiç birimizin evinde televizyon yoktu. Oysa, şimdi öylemi? Gülen’in aksırmasından öksürmesine her anı kamerayla kaydediliyor. Hatta bu işin ticareti bile yapılmaya başlandı. Gülen odaklı bir çok ses ve görüntü kaseti vardı. Muazzam paralar dönüyordu bu işte ama ortalıkta para yoktu! Dolayısıyla, 1986’ya kadar fotoğraf çektirmeyen Gülen, 1986’dan bu güne ise en çok fotoğraf çektiren insan oldu! İş Adamları Çevresi Cemaatle her kesimden iş adamları arasında müşterek menfaatler doğuyordu. ı986’dan sonraki döneme bakıldığında, uluslararası bir ‘ajan’, bir ‘aktör’ gibi ortada dolaşan, kâh Vatikan’la görüşen kâh Ermeniler ya da Süryanilerin cemaatiyle ilişki kuran, çok büyük bütçeleri kontrol eden bir Gülen portresi çıkmaktadır karşımıza. Bu yüz seksen derecelik dönüş bizleri okumaya, araştırmaya ve düşünmeye sevk etti. Yani, Gülen’in şimdiki konumuna, duruşuna yönelik ileri sürdüklerimiz, ithamlarımız sübjektif değil.. Olabildiğince objektiftir. İş adamları olayın sosyal ya da politik yönüyle değil de, daha çok ticari yönüyle ilgilendikleri için konuya pek girmeydiler. Üzerinde durduğum kesim gazeteciler, yazarlar, yani aydın kesim… İş adamlarını bir ölçüde mazur görebilirim, çünkü onlar işini, kârını düşünür. Ancak, ülkenin menfaatini ve selametini düşündüğünü ileri sürenlerin, örneğin görevi gereği titiz olması gereken aydınlar ve kamu görevlilerinin Gülen’i alkışlaması hiç bir şekilde affedilemez. Necmettin Erbakan, kesinlikle tehlikeli değildir. O siyasette giriyor ve geldiğinde nasıl bir idare şekli istediğini ortaya koyuyor. Ancak, Gülen, onun gibi yapmıyor. Takiyeci bir gidiş yolu izleyerek ‘içeriden’ kuşatmak istiyor ve bu temelde fethe yönelik bir çizgi izliyor. Türk okullarıyla ilgili bir kitap çıktı. 40 civarında iş adamı buna destek verdi. Aydınlara sormak gerek; “Bunları Türk okulları olarak mı destekliyorsunuz, yoksa Gülen okulları olarak mı?..” Gülen’in kendi okullarıysa, Türk okulları’ dememek gerektir. Gülen’in kendi ifadesiyle belirttiği gibi, “Bu okullarla hiçbir bağım yok,” diyorsa, buna rağmen neden Gülen okulları denmektedir? Aslında, okullar devlet okulu da değil, gülen okulu da.. Türk milletinin özverisiyle ortaya çıkmış okullardır. Ama bir gerçek var ki, bunlar Gülen denetiminde ve onun kadrosu tarafından yönetiliyor. ABD bağlantılı birtakım görevlilerin cirit attığı okullardır. Cengiz Çandar’dan Toktamış Ateş’e, Abdullah Gül?den Abdülkadir Aksu’ya, Mümtazer Türköne’ye, Etyen Mahçupyan’a, Eser Karakaş’a, Ahmet Altan’a, Niyazi Öktem’e, Mehmet Altan’a, Cemil Çiçek’e kadar bir sürü insan bu okulları ziyaret ediyor. Övgü dolu sözler söylüyorlar. Oysa, bu insanların görevi sıradan insanların göremediklerini fark ederek yorumlamak olmalıdır. Sadece okulların önündeki maskeyi dikkate alıp arka tarafta ne olduğuna bakmamaları ilginçtir. Hastalık Bahane: “Keşke İşe Amerika’dan Başlasaydık!” Gülen’in hiç yurt dışı fikri yoktu. Nasıl oldu da ABD planı çıktı, ABD’ce el üstünde tutulan bir konuma geldi?.. Daha önce irtibatı yoksa, ABD tarafından bu iltifata birdenbire nasıl mazhar olabildi?..Gülen’in yanına her ay takriben 200 kişi gidiyor ziyaretçi olarak. Bunların biletleri, masrafları kimler tarafından karşılanıyor? Tabii ki, Samanyolu TV ya da Zaman tarafından… Böyle bir saltanatın aydınlar tarafından sorgulanması gerekir. ”Niçin ABD’desiniz, nasıl bir hastalık bu?..” diye sormaları gerekir. Gülen, ABD’ye gidişini neden sakladı? Bu da önemlidir. İki yıl sonra gelen baskılara dayanamadı. Orta Asya’daki faaliyetlerden sonra ABD’de gördüğü ilgi ve ABD’nin sunduğu imkânlardan, oradaki faaliyetlerden sonra bana şunları söyledi: “Keşke, biz bu işlere Türkiye ve Orta Asya’dan önce Amerika’da başlasaydık.” Bir vatan, bir millet kavramı yok… Sadece kendi hâkimiyetinin, imparatorluğunun hayalinin peşinde. Aydınlar bu durumu sorgulamalı ve şunu demeliler: “Hocam, niçin dünya çapındaki bu 500 okulu kendi ülkenizde, doğduğunuz yerde yapmadınız?” Ülkemizin köylerinde ahır gibi evlerde, perişan yaşayan yurttaşlarımız var ayağında lastik ayakkabılarla.. Yapılan işler Nijerya, Tanzanya, Kenya’ya değil de Anadolu’nun doğu ve güneydoğusuna yapılsaydı mesela, fena mı olurdu? Anadolu’nun batısındakilerin şefkatli elleri, merhameti doğuya uzansaydı çok güzel bir köprü olmaz mıydı? Ülkeye çok büyük faydası olmaz mıydı? Telafer’de onbinlerce insan öldürüldüğünde, bu kentin yüzde 95’i boşaltıldığında, Gülen zerre kadar yardım etmedi. Pakistan’daki deprem yardımına ise 4 milyon dolar nakit yardımda bulundu. 10 okul yapılması için emir verdi. 250 bin battaniye gönderdi. İlaç ve gıda yardımı yaptı. Uluslararası yardım kuruluşlarının, devletin yapacağı çaptaki yardımları fakir insanımızın elinden alarak yapmak doğru mudur? Bu okulların belki bir tanesi sembolik olarak Türk milleti adına yapılabilirdi. Gülen, bu noktada adeta Kızılay ile rekabet eder bir tutum takındı. Bütün bu işler Gülen’in putlaştırılması, dünya hâkimiyetinin perçinlenmesi, İslam coğrafyasına ve bütün dünyaya üç dinin temsilcisi olarak sunulması için programlanmaktadır. Gülen’in arkasında aynı zamanda onunla daha önce bir araya hiç gelmemiş olan Yahudi lideri Davut Oseya var. Bunlar, birlikte iş tutuyorlar. Diğer dinlerin temsilcileri bir araya gelmezlerken, Gülen’e destek söz konusu olduğunda toplanıyorlardı. Altunizade’ye dini kisveleriyle gelen bu yabancı din adamlarıyla sürekli toplantılar yapılıyordu. Birbirini ‘kâfîrlikle’ suçlayanlar, her nasılsa gayet güzel anlaşıyorlardı! Gülen’in elinde bir sihirli değnek mi vardı? Vatikan’a gitti… Vatikan’la nasıl bağ kurdu, orada ne oldu ve sonra da ABD’de hüsnü kabul gördü?.. Bildiğimiz, Gülen’in Vatikan’a dokuz maddelik bir mektup verdiği, bağlılığını bildirdiği ve ondan sonra da ABD’nin kendisine kucak açtığıdır. Gülen, 1998’de ABD’ye gitti. Cemaatten gelecek tepkilerden çekindiği için ‘hastalık’ yalanını uydurdu. Bu yalanı daha fazla saklayamayınca, bu kez orada “Hıristiyan din adamlarını Müslüman yaptığı” yalanını uydurdu. ılımlı İslam, ılımlı İşgal Fethullah Gülen yerleşmesinden sonra, ABD, İslam dün-yasma saldırmaya başladı. O kadar büyük yalanlarla, hamasetle, ütopik anlatımlarla insanlar aldatılıyor ki, televizyonda Müslüman olduğu iddia edilen ailelerle röportajlar yayınlanıyor… “İyi ki ABD’ye gitmiş de oradakileri Müslümanlaştırıyor” izlenimi verilmek isteniyor. Açıklamalarımdan sonra sarsılan cemaat, bu şekildeki yalanlarla yeniden yapıştırılmaya çalışılıyor. Gülen, kendi dindaşlarının hayatı ve ülkesi mahvedilirken, o sırada birkaç Hıristiyanı Müslümanlaştırmakla övünüyor. Cemaat, Gülen’in ‘masumiyetine’ inanmakla birlikte, buna inananların sayısı gittikçe azalıyor. Sorgulama süreci artık başladı. İşte, cemaat içindekiler kadar aydınların da bunu sorgulaması ve halkı aydınlatması gerekiyor. Biz, uluslararası diyalogu ve barışı savunuyorsak, ABD ülkeyi parçalayacağını size deklare etmişse, bu bir çelişki değil mi? ABD, öyle bir devlet ki, kendisi için potansiyel tehlike olanak gördüğü ulus devletleri parçalıyor, bölüyor. Bu yoldan zayıflatıyor. Yugoslavya, Rusya, Irak ve şimdi de hedef Suriye ve İran bir yana, Türkiye… Önce Türkiye, sonra Suriye ve İran! Öncelikli hedef, “ılımlı işgal”e uğrayan Türkiye’dir. İş galiler ille de askerle, topla ve tüfekle olmaz. Eli çantalı, dolar milyarderleriyle de işgal yapılabilir. Osmanlı’da da işgal topla ve tüfekle olmamıştır. Osmanlı’da çöküşün başlangıcı askerle olmamıştır. Önce, borçlandırma, sonra borçtan kurtarmak için özelleştirme ve mali kıskaç, en sonunda tekelleştirme… Son adım da köleleştirme tabii… Şimdi, bırakın Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılmasını, Ayasofya özelleştirilirken bile toplum uyutulmaktadır. Gelendleeek bütün tepkiler “ılımlı İslam” sayesinde yok edilmiştir. “Bir insanın bayrağı ve namusu için öldüğünde şehit sayılacağından” bahseden Gülen, ırak savaşında ölenler ya da Türkiye’deki ılımlı işgalden tek kelime bahsetmemektedir. Bunları karşılaştırdığımızda her şey ortaya çıkacaktır. Gülen’in önceden ve şimdi hangi konuda ne söylediğine bakmak gerekir. Gülen ve aynı zamanda birlikte iş tuttuğu AKP Hükümeti’ni sorgulamayan aydınları tarih affetmeyecektir. Gülen ABD’den, AKP buradan ılımlı İslam projesine destek vererek Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)’ne katkıda bulunuyorlar. AKP Hükümetinin başbakanı çok enteresandır. Bir Şiirle halkın nazarında ‘mağdur’ pozisyonuna sokulmuş, yarandan bir kahraman haline getirilerek, belediye başkanlığından başbakanlığa sıçratılmıştır. Buna “ılımlı İslam” değil de “ılımlı işgal” demek daha doğru olacaktır. Kemal Derviş döneminde tahkim getirilmiştir. Neden tahkim?.. Türkiye’nin adalet mekanizması yok mu? Bu dönemde 15 yapısal ‘reform’ gerçekleştirilmiş ve devletimizin elindeki yetkiler tahkime verilmiştir. Şimdiki hükümet ise, o dönemin devamı olan politikaları aynen sürdürmekte ve başkanının ağzından da açıkça; “Ben bu ülkeyi pazarlamakla görevliyim,” diyebilmektedir! Başkanından aldığı cesaretle de şimdiki Kemal, yani Unakıtan da, “Sermayenin dini imanı olmaz, ben babalar gibi satarım!” demiştir. Bundan daha açık bir ihanet olamaz! Gülen, sekiz yıldır ABD’yi adres gösteriyor. Örneğin, Doğu Perinçek ne yaptı? ‘Ermeni soykırımı’ yalanını emperyalistlerin yüzüne çarpmak için tutuklanmak ve kovuşturulmak pahasına eline Türk bayrağını aldı ve Lozan’a gitti. İkisi de Türk vatandaşı bunların. Bir Gülen’e bakın, bir Perinçek’e… Fethullah Gülen ve cemaati değişik paravan şirketlerle çok rahat bir şekilde kayıtdışı paraları transfer edebiliyorlar. Mesela, “Pakistan’da 10 tane okul açılsın,” dendi. Bu okullar, tanesi 300 bin dolardan 3 milyon dolar yapar… Bu şirketlerin defterlerinin incelenmesi gerekir. Bu şirketlerin vakıflarla ilişkisi nedir? Çağ, Gülistan, Sebat, Film, Mars, Şifa Hastaneleri, Zaman Gazetesi, Samanyolu TV, Nil, Tuna, Asya Finans, ışık Sigorta ve bu şirketlere bağlı diğer şirketler… Zorunlu Olan Başörtüsü Teferruat Oldu! Önceki dönemlerde milliyetçi ve dindar kesim birbirinden uzaklaştırılmıştı. Türban şeklindeki başörtüsü konusunda bir uçurum söz konusu. Düne kadar kadına peçe taktıran Gülen, bugün ABD’nin ılımlı İslam projesine uygun adımlar atıyor. Mesela, diyor ki; “Ey millet, Gülen, bu tutumuyla modern kesimlere ve Batı dünyasına sivriliklerini törpülediği mesajını vermek istiyor. Aslında, vermek istediği ana mesaj şudur: “Başörtüsü kutsal değil, cami de, bayrak da, vatan da kutsal değil… Dünya kardeşliği ve dünya barışı kutsal…” Böylesi bir toleransla ülkenin işgal edilmesine zemin hazırlanmaktadır. Altı çocuğumun altısının da adını Gülen koymuştur. O kadar yakın olduk… 20 yıl şehitliği, gaziliği anlatan Gülen, simidi ne oldu da şehitlikten, gazilikten, vatandan vazgeçti? İslamı sulandırıp ülkeyi teslim edecek bir çizgiyi seçiyor… Gülen, her şeyi kabullenen bir İslam ortaya koymaya çalışıyor. Hz. Muhammed’i iptal etmeye çalışıyor. Onun yerine, üç dinin rahatlıkla kabul edebileceği Hz. İbrahim’i öne sürüyor. İslam’ın temel bir prensibini iptal ediyor. başörtüsü teferruattır. Dini inanç kapsamındaki bir konu değildir. Başörtüsüz namaz kılınabilir. Yani, İbrahimî dinlerin hepsi kardeştir.” Bu kadar toleransçı gözüken Gülen’e şu soruyu sormak gerekiyor: “Görüştüğünüz din adamlarına ‘Siz Hz. Muhammed’i kabul ediyor musunuz? Etmiyorsunuz…’ diye soruyor musunuz? Peki, o zaman, hangi noktada diyalog ve uzlaşı olacak?” Gülen, bu soruyu onlara soramaz! Oysa, biz bütün peygamberleri kabul ediyoruz. Hepsi de Allah’ın hak peygamberidir. Ama, onlar başka dinlerin temsilcileri olarak sadece bir tek adım atıp “Muhammeden Resulullah” demezler. Bunların din adamlığına “din adamlığı” denilebilir mi? Erkek erkeğe, kadın kadına nikâh kıyan kiliselere dini bir hüküm verilebilir mi? Bu kiliselerle “dinlerarası diyalog” adına İslam’a yazık edilmiş olmaz mı? Kadınlar Başı Açık Camide! Gülen ile AKP Hükümeti, ABD ortak paydasında New York’ta buluştular. UNESCO, Gülen’e Romanya’da hoşgörü ve diyalogla ilgili bir ödül verdi. Erdoğan’a da BM tarafından resmi görev verildi. Dinler arası diyalogda resmi görev aldı ve Antalya’da “Dinler Bahçesi” adıyla kilise, havra ve cami inşa edildi. Bilindiği gibi, BOP, Sünni, Alevi, Şii, Maliki, Hambeli mezheplerindeki Müslümanların bir araya gelmesindeki ortak paydayı sulandırmakta, hatta bu alanda gerilim ve çatışma yaratarak İslam?daki birlik beraberliği bozma peşindedir. O zaman, insan merak ediyor; bu nasıl ‘hoşgörü ve diyalog’?.. Tabii, bu soru bizimkilere!.. Bunlar, bu işte görevli olduklarını Türk toplumuna da deklare etmekte sakınca görmediler. Gülen de “Bundan onur duyarım,” diyerek Papa’nın elini öptü. Erdoğan da bu resmi görevi dünya kamuoyuna deklare etti. Bu görevler, çok açıktır, üzerinde tartışmaya bile gerek yoktur. Bu konuda yapılacak tahribata zemin hazırlamak için bir şeyhler yapılıyor. Bir camideki kadınların başörtüsüz namaz kılma olayı iki yıldır sürdürülüyor. Bu gibi olayların aynı zaman denk getirilmesiyle toplumun rahat bir Müslümanlıkla tepkisizleştirilmesi, milli şuurun zayıflatılması amaçlanıyor. Yeni bir ‘din’ sunuluyor. İslam coğrafyasında ABD’nin işlerini kolaylaştıracak yeni bir İslam modeli oluşturulmaya çalışılıyor. ABD, bu konumda büyük bir bütçeyi devreye sokmuştur. Sadece 400 milyon doların medya için ayrıldığı açıklandı. Irak’ta ABD’yi destekleyen din adamlarına da parasal destek sağlandığı açıklandı. Başata Gülen olmak üzere, değişik ülkelerdeki değişik din adamları ABD’ye karşı mukavemetin kırılması için görevlendirildi. Gülen’e ise “bütün dinlerin birleştiricisi” deniliyor ve o da bunu kabulleniyor. Gülen’e biçilen rol, ‘dinlerarası diyalog’… Barthelemeos ise, statü olarak Fatih Kaymakamlığına bağılı Fener Rum Kilisesi papazıyken, Gülen’in de desteğiyle Ortodoks aleminin ‘Ekümenik’ liderliğine soyunmaktadır. Başbakan Erdoğan, Altunizade’deki Cuma namazlarına birkaç kez gelmişti. Ali Talip Özdemir’le, Ali Coşkun?la geldiğini hatırlıyorum. Yalnız geldiği de oldu. Belediye başkanlığı döneminde gelip giderdi. Erdoğan, bir açıklamasında, “Milli Görüş gömleğini çıkardığını” ifade etti. Bir insan, ideolojisini, hayallerini, emellerim bir ceket gibi çıkarabiliyorsa, başka şeylerini de çıkarabilir demektir. Erdoğan, yaptığı değişime Gülen’i referans gösterdiği için işi kolaylaştı. Ayasofya, özelleştirilerek teslim edilmek isteniyor, bakın bir tepki yok… Çünkü, bunun ortamı sağlandı ve bu da medeniyet olarak sunuldu. Faizsiz Bankacılık Asya Finans fikri benden çıktı. Böyle bir düşünce, Gülen’in rüyalarında bile yoktu. İş adamlarının alakasından sonra, gazete ve televizyonlardan sonra, 1992’den itibaren kayıtdışı ve gayri resmi yapının şeffaflaşması ve legalize olması gerektiğini, devletle bütünleşmesini ısrarla ileri sürüyordum. illegaliteden kurtulmalıydık. Çünkü, yukarıda da bahsettiğim gibi, sürekli olarak MGK’da gündeme geliyorduk. Bu aşamada, kimin elinin kimin cebinde olduğunun belli olmadığı bir organizasyonla yürütülen yapının yağmalanmasını önlemek için bu işler legalize olmalıydı. Paraların da bir yerde toplanması gerekliydi. Ancak, faiz konusu nedeniyle bankalara sıcak bakılmıyordu. Elimizde çok yüksek paralar dönmeye başladığında suistimalleri önlemek için bir teklifte bulundum. Asya Finans kurulurken, Gülen, önce büyük bir tepki gösterdi. Bana karşı ilk tavrı da o zaman başlamıştır diyebilirim. Aylık toplantılarda sık sık bu teklifimi gündeme getirdim. Bu ısrarlarımın sonucunda, “O zaman, yap bakalım!” dedi. Bir yerde, istemeye istemeye “evet” demiş oldu. O sıralar, Tansu Çillerle eşi Özer Uçuran Çiller’i birçok kez Altunizade’ye getiriyordum. Bu tutumumla yapmak istediğim, Tansu Çiller’e, Hoca’nın Humeyni kılıklı bir adam olmadığım, modern görünümlü ve aydın bir din adamı olarak ülkeye faydalı olabileceğini göstermeye çalışmaktı. O ziyaretlerden sonra Tansu Hanım’ın kendisine gösterdiği saygı, Hoca’yı rahatlattı. Çiller, “Hükümet olarak cemaat için ne yapabiliriz?” demekle kalmadı, “Gazetenize reklam verelim,” yaklaşımında bulundu. Beni Halk Bankası ve Emlak Bankası müdürleriyle tanıştırdı ama cemaat gazetedeki banka reklamlarıma karşıydı. Bankanın sandalyesine oturulmaz, çayı içilmezdi. Düşündüğümüz finans kurumu için Özer Bey; “Devlet size dokunursa, hükümetimiz zamanında bu finans kurumunu oluşturmazsanız, bir sonraki hükümet döneminde bunun kurulması için 10 kat sermaye gerekecek. Çünkü, bankalar finans kurumlarına karşı, bir an önce kurmanız iyi olur.” Özer Bey’in fikrini cemaatin önde gelen isimleriyle, arkadaşlarla paylaştım. Kuruluş akçesi olarak Mehmet Hasırcırar?dan 500 bin dolar aldım ve Gülen’e götürdüm. Paralar toplandı. O zaman, Hazine’nin başında Yaman Törüner vardı. Çiller’in talimatıyla her türlü kolaylık sağlanmıştı. Bu arada Gülen’i Bülent Ecevit’e götürdüm. Rahşan Hanım’ın elinden çay içti. Ecevit, Gülen’e dindar olduğunu ifade etti. Şiir kitabını imzalayarak Gülen’e hediye etti. ilk vurulacağınız nokta kayıtdışı paralardır. Bunları kayıt altına almanız gerekir.” dedi. Ayrıca bir de uyarıda bulunmayı ihmal etmedi: “Bizim Bizim verdiğimiz isimler cemaatin içinde daha önceden itibar yitirdikleri için, Asya Finans’ın kuruluşunda bazı sıkındılar yaşadık. Verdiğimiz isim listesindekilerin bir kısmı ticari itibara sahip olmadığından liste onaylanmadı. Yeni isimler arandı. Sadece isimleri geçecekti. Önceleri bu isimlere tereddütle bakanlar, sonra şubeler açılınca ve millet paraları götürmeye başlayınca, Asya Finans’a karşı müthiş bir ilgi patlaması oldu. Faizin adı ‘kâr payı’ oldu! Milletimiz daha hâlâ uyanıp anlamadı. İnsanlar, bu kurum tarafından bankalardan daha çok sömürüldü. Bankalarınki sömürü ise, finans kurumlarınınki sömürünün ağababası… Birkaç çizgi daha aktaralım cemaatten… Şifa Hastanesi’nin yeri, Zirai Donatım’ındı. Çok düşük bir fiyatla Ufuk Söylemez zamanında Halk Bankası’ndan aldık. Çillerin emriyle sadece 71 milyara Tabipler Vakfı’na satıldı ve sonra da malûm yöntemlerle iç edildi ve hastaneyi kurduk. Işılay Saygın, hiçbir özelliği olmamasına rağmen sayemizde Kültür Bakanı oldu. Tahsin, vardı… İflas etmiş eski bir tüccar… Gülen’in araya girmesiyle Çiller’in desteğini aldı ve 74 milyon dolarlık kredi sağlanarak Özbekistan’da yatırım yapmasına imkân tanındı. Bu kişinin Gülenle hiçbir alakası yokken, bu para akışı sonrasında cemaate yaklaştı. Işık Sigorta’nın Enteresan Konumu Gazetenin altında kâğıt deposu vardı. Kâğıtlar, yanma ve bozulma tehlikesine karşı sigortalanıyordu. Hem de oldukça yüksek değerlerden… Şu anda AKP Milletvekili olan Fazıl Karaman’a bir görev verildi; sigorta şirketi kurulması… Karaman, o sıralar mali müşavirdi. ışık Sigorta, böylelikle kuruldu. Adını da Gülen koydu. Karaman, rahat bir iş adamı pozisyonunda davrandı. Ancak, işleri bitince Karamanı azlettiler. Bunun üzerine Karaman, “İşi bana kurdurdunuz ve şimdi yürüyor… Bırakmamı istiyorsanız, 500 bin dolar vermeniz gerekir,” deyince, “Sen Hoca’dan haraç mı istiyorsun?” diyerek adama baskı yaptılar. Gönül Adamlığından Ticaret Adamlığına… Gülen, beni kıskanıyordu. Bunun nedeni ise, cemaat eksenindeki ilişkilerde onun önüne geçer bir konum elde etmemdi. Çünkü, onu bütün önemli kişilerle ben görüştürüyordum. Gülen, yaptığım işlerin öne çıkmasından ve Asya Finans’ın da kurucusu ben olduğum için kendisinin önüne geçeceği endişeliyle beni aforoz etme kararı aldı. Bu doğrultuda, cemaatteki iş adamlarına benimle görüşmeyeceklerine dair yemin ettirdi. Bir anda herkes benimle irtibatını kesti. Kendi gücünü kaybetmemek için yaptı bunu. Beni sinsi bir şekilde aforoz ederek devre dışı bıraktı. Bunlara niçin değiniyorum? Böyle bir adama, ‘yarı tanrı’ bir adama karşı cemaatin uyanması için… Söylediklerimin doğru olmadığına kanaat getirmeyen varsa da Gülenle de onunla irtibatta olan herkesle de her yerde her zaman tartışmaya hazırım. Gönül insanlığına yakışmayan, Allah adamlığına yakışma yan Gülen’i anlatıyorum. Finans kurumuyla birlikte ‘gönül insanı’ Gülen, ticaret adamlığına, Batı ajanlığına terfi etti!.. Fakir insanlar için çıkılan bu yol, bugün zenginlere hizmet eder oldu. Parası olmayan birisi gitsin bakalım bu cemaat okullarında okuyabilecek mi?.. Hastanede tedavi olabilecek mi?.. Küçük bir örnek vereyim. Gülen, okullarda bizim çocuk arımızın okumasına karşıydı. Gerekçe, insanların yanlış anlayacağıydı. Ben, erkek çocuklarımı devlet okullarında okuttum. Ancak, sürekli yurt dışına gidip geldiğim için, kız çocuklarımın güvenliği için özel izin aldım Gülen’den ve şimdi Sanayi ve Ticaret Bakanı olan Ali Coşkun tarafından arsası bağışlanan ve kazada kaybettiği eşi ile kızının adının verildiği okula yazdırdım. Bir ara ödeme güçlüğü çektim ve iki taksiti geciktirim diye evime haciz geldi! Zıtlığa bakar mısınız?.. “Saraybosna’ya yardım” adı altında düzenlenen maça Maradona’yı çağırdı. Oysa, aynı Gülen, çorapla top oynayanları falakaya yatırıyordu Kestanepazarı’ndaki Molla Gülen, bu kadar değişmişti! Demirel Resmi Tavsiye Mektubu Verdi Ali Katırcı’nın Çamlıca’daki misafirhanesinde kalıyorduk. Orada, bir gece cama sert bir cismin çarptığını gördüm. Sabah baktık ki, bir baykuş. Sabah haberlerde de duyduk ki, Turgut Özal vefat etmiş. Geldiğimizin üçüncü günüydü. Gülen o zaman, “Kuş onu haber veriyor herhalde… Nurettin Veren, meşhur adamın öldü, birlikte hareket ettiğin… Şimdi gene yalnız kaldın ve bana muhtaç oldun, ama sen şimdi Demirel’i geçiriyorsundur kafandan.” dedi. Gülen, benim büyük adamlara zaafım olduğunu ileri sürdü. Ben bu yaklaşımı bir işaret olarak algıladım ve bir şekilde Demirel’e ulaştım. Kendisine, Özal’ın bize destek olduğunu belirterek okulların durumunu anlattım. O da bize Özal’dan çok daha fazla destek gösterdi ve “Ne yapılması gerekiyorsa yaparım,” diyerek cemaati rahatlattı. Bunun üzerine, Demirel’e okullara için bize bir tavsiye mektubu yazılmasını rica ettim. Çünkü, gittiğimiz ülkelerde karşılaştığımız zorlukları bu tavsiye mektuplarıyla daha kolay aşabildiğimizi söyledim kendisine. Bu görüşme sonrasında, Demirel, 12 ya da 14 adet tavsiye mektubu yazdı hatırladığım kadarıyla. Bu noktada, Gülen’in kendi şöhreti için yapmayacağı davranış, girmeyeceği kılık olamayacağını belirtmek istiyorum. Açıkça doğruları karartan ve zıtlıkları kabul eden bir adam her şeyi yapar. Vatanına karşı da duyarsız olur, milletine karşı da… Hz. Muhammed’i bile lailahe illallah’tan çıkarır! Siyasi Manevralar Başbakan’ın eşi olan ve mühim bir kişiliği olan Özer Uçuran Çiller de şaşırmıştı Fethullah Gülen’in davranışına. Bu tarafta DYP ile dans ederken, öbür tarafta Gülen’in talimatıyla bazı cemaat mensupları ya da cemaate yakın olanlar ANAP’la iş tutuyorlar. Özer Bey, bu durum karşısında bana şunları sormadan edemedi tabii: “Yani, sizin Ben de biliyordum ki, birkaç gün önce Cemil Çiçek, Abdülkadir Aksu, Ali Coşkun, Ali Talip Özdemir Fethullah Gülen’e geldiler ve “Hocam, siz DYP’ye yakınsınız… DYP’ye mi girelim, yoksa ANAP’a mı?” diye sordular. Gülen de onlara “ANAP’a girin,” dedi. Bu insanlar, Gülen’in talimatıyla Tansu Çiller’e rağmen ANAP’a geçtiler. Özer Uçuran Çiller gibi bir adamı bile şaşırtan siyasi manevralar… Gönül insanı portesi çizmeye çalışan ve siyasete uzak olması gereken Gülen işte bu kadar takiyeci ve usta manevralar yapabilen bir siyasetçidir. CİA ve Vatikan’la bile flört edebilecek kadar siyasetçidir. Bütün bu tablodan sonra Gülen gönül adamı mı, siyasetçi mi, istihbaratçı mı, derviş mi; millet karar versin. Gülen, Tansu Çiller’in olumlu tutumundan sonra siyaset çileri kullanabileceğine inandı. Daha önce de belirttiğim gibi, Ecevit’i de evinde ziyaret etmişti. Ecevit’in, ona, “Ara sıra Hikmet Çetinle selamın geliyordu,” dediğini hatırlıyorum. dostluğunuz böyle mi?.. Biz size siyasi bir tekalifte bulunmadık. Çünkü, siz din adamısınız. Dini eğitim veriyorsunuz, dini bir kimliğiniz var. Sizden böylesi bir beklentiye de girmemiştik ama bu nasıl bir manevradır ki, bizimle bu derece yakın olurken Gülen’in talimatıyla bazı şahıslar ANAP’a gönderiliyor? Bunlar Gülen’in talimatıyla olmadı mı?” Hikmet Çetin, bizim okulları gördükçe takdirle karşılıyordu. Daha önce Fethullah Hoca ile hiç görüşmemiş olmasına rağmen, “Arkadaş, ısrarla beni Tansu Çillerle görüştürmek istediğinde ben çok yanlış buluyordum. Üç-dört randevu bile erteledim hastalık bahanesiyle. Şeker hastalığı var, diye… Büyüklerin yalanı yalan sayılmaz ya hani… O yalanların mahsuru olmaz… Ama sonunda görüştüğümüz çok iyi oldu. Bu insanlar bize çok yakın ve saygılılar.” Sonuçta, Samanyolu Koleji’nin sonra, nihayet, dördüncü randevu iptalinden sonra görüştü. Ve o görüşmeden çıktıktan sonra Samanyolu Koleji’nin üstünde bu görüşmeyi anlatan bir konuşma yaparak şunları söyledi: “Nurettin Bey, Hoca’ya selam söyleyin. Çok güzel işler yapmış. Ukrayna, Saraybosna, Moldavya veya işte Türkmenistan; nasıl yapmış bunları?..” diyordu. Gülen’e, “Bu insanlar size selam gönderiyorlar, bir görüşseniz,” dediğimde ise hep azar işitiyordum. “Siyasilere bulaşmayalım, uzak duralım,” diyordu. Tansu Hanımla görüşmesi için yaptığım ısrarlardan üstünde merakla bu görüşmenin neticesini bekleyenlere görüşmenin çok olumlu geçtiğini bildirdi ve bizim de büyük bir iş yaptığımızı, takdire şayan olduğunu belirtti. Benim için, “Hayırlı bir işe vesile oldu,” dedi. Hatta, molla arkadaşlara, ilahiyatçılara ders verirken, “Nurettin Bey’in bir saati, bazen sizin bir senelik ibadetinizden daha hayırlıdır,” diye beni övdüğünü bütün mollalar bilir. Gülen, işte bu işine gelen görüşmelerden sonra, “Hikmet Çetin’e gidelim, Ecevit’e gidelim,” dedi. Hikmet Çetin’in evine de gittik. Çetin, bizi çok iyi karşılandı. Çok olumluydu. Ülke meselelerinden, sağ-sol meselelerinden, dini meselelerden konuşuldu. Üç-dört kişilik bir heyet ziyaretiydi. Her Alanda Diyaloglar Başladı Çetin?le görüşmeden hoşnut kalan ve bunun önemli bir ‘getirişinin’ olacağını hesaplayan, cesaret bulan Gülen, daha sonra hemen Ecevit’le de görüşmek istedi. Randevu alarak evine gittik ve yukarıda da değindiğim gibi, mütevazı bir ev ortamında çay sohbeti yaptık. Bu görüşme sonrasında ise, “İstanbul’daki bütün medya patronlarıyla görüşme” düşüncesine girdi. Ben de bütün siyasilere ve günlük gazetelerin patronlarına gittim. Onlarla diyalog kurduk. Aydın Doğan’dan Nazlı ılıcak’a, Ertuğrul Özkök’ten Mehmet Ali ılıcak’a kadar gazete patronlarını ve yöneticilerini ziyaret ettik. Daha sonra da bu diyalog onların Altunizade’ye gelişiyle sürdü. Sohbetler, konuşmalar eksik olmadı. Gülen, bu gibi diyalogların getirişini gördükçe, başka arkadaşlar da futbolcuları, eski şarkıcıları, artistleri getirmeye başladılar. Mesela, daha önce de belirttiğim gibi Galatasaray’dan yönetici Ergun Gürsoy, kaptan İsmail, Hakan Şükür, Küçük Hakan, Emre ve başka futbolcular… Hepsi Gülen’e getirilerek mürit yapılmaya çalışıldı. Sempatizan yapıldı. Belki de yardımlar alındı. Beşiktaş’a sempatisi vardı Gülen’in, belki oramdan da gelmiştir birileri. Hızını Alamayan Gülen, Dünyaya Açılıyor… Tüm bu görüşmelerin iyi sonuçlandığını gören Fethullah Gülen, artık dünyaya açılmakta kararlıydı. Hızını alamadı ve Vatikan’a da nasıl ulaştıysa, ulaştı… Oradan da hızını alamadı ve şimdilik uzaya gitmeden önce ABD’de Pensilvanya’ya geçti. Gülen’in seçtiği hedef kitleyi görmek açısından şu anekdot yararlı olacaktır. Bir gün, Altunizade’den çıktık, arabaya biniyoruz. Gülen’in uçağa binemediği bir dönemdi. Alacakaranlıkta, namaz sonrası otoyolun kenarında Fenerbahçe’ye doğru akan insan kalabalığı gördü. Ben de korktum kalabalığı görünce. Sonradan aklıma geldi ki, Fenerbahçe Şükrü Saraçoğlu Stadı’na giden kalabalık. Otobüsler de henüz çalışmaya başlamadığı için millet yaya gidiyordu maça. “İşte,” dedi Gülen, “bizim de böyle sabahın bu vaktinde yaya olarak bir yerlere gidecek taraftar ve sempatizanlarımız olmadığı takdirde bir şey yapamayız. Biz bu işlerde daha çok yeniyiz. Sabahın köründe, böyle yaya olarak insanların koşarak bize gelmesi lazım.” Gülen, hedef kitle olarak futbolun taraftarlarına, sempatizanlarına göz dikmişti. Futbola karşı olmasına rağmen, futbolun dayanılmaz cazibesine kapılmış ve futbol dünyasına sızmayı da bir hedef olarak belirlemişti. Gülen, bir görüşmede İhsan Kalkavan’a şöyle dedi: “Bu kadar insanın, bu arada sizin de futbola olan alakasını anlayamıyorum? Nedir yani bu kadar o sıralar, Kalkavan, Beşiktaş’a başkan olduğu takdirde 50 milyon dolar bağış yakacağını söylemişti?.. Kalkavan da şöyle cevap verdi: “Hocam, bir futbol kulübünün başkanı olmak iki tane başbakanlık kadar bir güçtür Türkiye’de…” Gülen, bu ifadeden etkilenmiş olacak ki, bütün dünyaya futbol yoluyla mesaj verilmeye başlandı. Zaman’ın bütün yurt içi ve yurt dışı reklamını maçlarda görmek artık sıradan bir hal almıştı. İbret, hayret ve dehşetle izliyorduk olan bitenleri. Her yıl spor ödülleri de dağıtılıyor. Oysa, Gülen, ömründe hiç mana gitmeyen bir adamdır. 1990’lara kadar hiç kimse televizyon bile maç izlememiştir cemaatte. Bunları “günah” olduğu için yapmamıştır. Hatta, bırakın maç izlemeyi, stadın önünden bile geçmemiştir. Ama, şimdi öyle mi? Milyon dolarlık bütçelerle, her maçta Zaman gazetesinin reklamları maçlarda arzı endam etmektedir. Türk milletinin, fakir halkın paralarıyla, burs paralarıyla, zekât paralarıyla; futbola reklam adı altında, hâkimiyet adına bu paralar aktarılmaktadır. Maça gitmeyen, ömründe hiç gitmemiş Nurcular, Fethullahçılar bütün futbol maçlarına zekâtlarıyla destek veriyorlar. Bu noktada şunu söylemeliyim: Hoca Efendi’nin çok başarılı bulunarak Amerika’da staj gördürdüğü, İzzet Aker’in damadı olduğu için de gazetenin başına getirilen Ekrem Dumanlı var. Henüz küçükken, tanımıyorduk tabii. 1995 yılma kadar Dumanlı’yı hiç görmedim. Varlığından da haberdar değilim. Aker Eşarpları’nın sahibi İzzet Aker’in kızını aldıktan sonra şöhret oldu. Onlar da camiaya girdikleri zaman tezgâhta metreyle kumaş satıyorlardı. Şimdi, başörtüsü siyasi ticari simgesiyle trilyonlara kavuşup büyük iş adamı oldular. Ve, damat geçti Zaman’ın başına oturdu. Zaman’ın tirajı 500 bine yaklaştı. Gazetenin genel müdürlüğünü ı990-1995 arasında ben yaparken, tiraj 336 bindi. Bu dönemde gazetenin hiçbir yerde reklamı çıkmıyordu. Şimdi, bütün büyük maçlarda reklam veriliyor. Milyon dolarlık reklam bütçesi kullanılıyor. Gazete, buna rağmen 10 yıl sonra aynı tirajda… Bu tablo, ‘büyük bir gazetecilik başarısı’ olarak sunulmaya çalışılıyor. Gazetenin başındaki arkadaşımız da kendisini ‘büyük bir gazeteci’ olarak sanıyor. Gazeteciliğin nasıl yapılacağına dair sık sık mesajlar veriyor köşesinden. Ziyarete Gelen Siyasiler, Gönderilen Hediyeler Mehmet Ağar da Gülen’in, cemaatin sempatizanıydı. Ben dergâha geldiğini görmedim ama Ahmet Kara vasıtasıyla sık sık hediyeler gönderdiğini, Erzurum Valiliği ve Emniyet Genel Müdürlüğü dönemlerinde de hediye gönderdiğini biliyorum. Ben de onu bazen ziyaret ederdim. Beni yakından tanır. Bir gün de hiç unutmuyorum, Yalım Erez gelmişti. Hem de içkili olduğu halde!.. Bayağı da hoş bir sohbet olmuştu. O kafayla epeyce şeyler de anlatmıştı Erez. Gülen, artık zenginleri, siyasileri, iş adamlarını yakalamanın kulvarına girmişti bir kez. Bazı Subaylar da Sohbete Geliyordu Fethullah Gülen, din adamlığı kisvesini bir kenara bırakıp dışa açılmaya başladığında, Tansu Çiller gibi siyasetçilerle görüştüğü 1995’lerde, bu gibi temasları mühim bir görev olarak değerlendiriyordu. Böylesi bir planı önceden beri var idiyse de biz fark edememişiz. Sonradan açıkça bunu dile getirdi. Bu plan dahilinde, bazı emekli paşalar da okullar aracılığıyla gazeteye danışman olarak alındı. Yönetim kurulu üyesi ya da danışma kurulu üyesi statüsünde… Çünkü, okullar çok masum bir zemin ve kisve… Kimsenin kolay kolay hayır diyemeyeceği bir araç. Bu okullar vasıtasıyla gazeteye, televizyona, okullara ve okul aile birliklerine almanlar oluyordu. Okullar üzerinden gelen teklifler şirin görülüyordu. Böylelikle, emekli paşalar üzerinden de, devre arkadaşları, yakınlıkları olan muvazzaf parsalara mesaj verilmesi düşünülüyordu. Bir çok kişi de değişik yöntemler uygulanarak getirildi. Örneğin, Hüseyin Sezgin Paşa bir süre gazeteye geldi gitti. Sonra, arkadaşlarından gelen baskılardan dolayı mahsurlu olduğunu düşünerek ayrıldı. Ağabey Sungur’u tanıyorum; iyi bir insan, bölge danışmanı. Onu da gazeteye hukuk danışmanı olarak aldı. Onun vasıtasıyla ileri kademelere hem mesaj gönderiyor hem de mesaj alıyordu. Zannediyorum, sempatizan oluşturuyordu. Gülemre Aybars Paşa ile tanıştık. O, denizciydi. Tuğamiral rütbesindeydi. Bize bir sevgisi olduğunu biliyorum. Onun da bir okul aile birliğine alındığını duydum. Yani, Gülen, insanların rütbelerinden ve maddi güçlerinden yararlanmasını iyi biliyordu. Artık, Gülen’in sempatizan bulmaya bile ihtiyacı kalmadı. Çünkü, her devlet kademesinde adamı çok. Yetişen talebeler vali, emniyet müdürü, hakim, kaymakam oldu. Her seviyede adamı var. Kan dolaşımı içindeki unsurlarının sayısı belli değil. O kadar çok… Bu çok ciddi bir iddia. Türkiye’nin her tarafında, her kurumunda; adliyede, orduda, mülki idarede… her yerde eskiden varlardı, dolaşıyorlardı; şimdi artık odaklandılar ve yerleştiler. Hükümetler de değişse artık o bünyenin içindeler. Kalıcılar. Ancak ve ancak, bu saatten sonra Fethullah Gülen’in esas kişiliği, esas şuur altındaki hevesleri, çelişkileri ve çarpıklıkları anlatılırsa; belki ülkemizi seven, ülke menfaatini düşünen kadrolar insafa gelir ve tutumlarını değiştirirler. Gülen’in Etkileyici Bir Kişiliği Var Fethullah Gülen’in karşısındakini etkileyebilen bir davranış gücü var. Molla yanını öne çıkaran konuşmaları var. Dini motivasyonu, ince ve zarif üslubu, olağanüstü kibarlık gösterisiyle karşısındakini ilk etapta etkileyebilen birisidir. Karşısındaki Gülen’e ne sorarsa sorsun, o konuşmayı kendi bildiğini anlatacak eksene çeker. Karşısındaki kimsenin anlamadığı alanlarda fevkalade karmaşık ve yoğun bilgiler verir ve hayret uyandırır, dehşete düşürür! Yani, sizi ezecek, bilgi olarak üstün olduğunu kanıtlayacak bir yolu mutlaka bulur. Hâkim olmadığınız bir alanda size konuşmalar yaparak hayret ve şaşkınlık yaratır. Sonra da fevkalade nezaketle ve büyük hediyelerle sizi uğurlar. Hediyeler Hüsamettin Cindoruk’a, TBMM Başkanı iken, yaklaşık 10 bin dolarlık değeri olan Rolex marka bir saat götürdük hediye olarak. Cindoruk, bu saati kabul etti. Azerbaycan Devlet Başkanı Haydar Aliyev’e Kuran-ı Kerim götürdüm. Cumhurbaşkanlığı makamında bir sehpa yaptırıp Kuran-ı Kerim’i oraya koydu. Gülen, kime ne göndereceğini, kime nasıl davranacağını çok iyi bilen birisiydi. Mesela, çok saat ve kalem verirdi hediye olarak. Benimle gönderdikleri de olmuştur. Bu yönüyle hem zerafet ve kibarlık sergiliyor hem de cömert bir izlenim veriyordu. Gülen, Mesih mi? Gülen, esas büyük maksadını ustaca gizlemeyi başarıyor. Yaptığı işleri, ülkenin aleyhine bile olan işleri allayıp pullayarak takdim etme becerisine sahip. Kendisini kesin olarak ‘mesih’ gördüğü kanaatindeyim. Etrafındakilere hitap ederken ‘havari’ gibi ifadeler kullanır. Yani, “Siz benim havarimsiniz,” demeye getirir. Hitap ettikleri ‘havari’ olursa, eh, o da herhalde ‘mesih’ olur! Bir keresinde Gülen, bana seslenerek; “Sen Ebubekir gibi ol,” dedi! Neye uğradığımı şaşırdım ve kendimi toparlayarak şu cevabı verdim: “Ben Ebubekir gibi olamam, Nurettin Veren’im. Siz de Hoca Efendisiniz.” Gülen, mesela, Yamanlar’daki ilk okulun önünden geçerken orasını bir ‘sepilizeizuh’ olarak görürdü! Tabii, kendisini de ‘peygamber’ görürdü. Okulu Nuh’un Gemisi’ne benzetir, şuur altında böylesi düşüncelerle yaşardı. Kutsiyet ifadeleriyle insanları etkilemeye çalışırdı. Böyle bir atmosferde olan insanlar da ister istemez, “Aman, burası Nuh’un Gemisi ise, o da Nuh ise, ben de dışında kalmayayım!” diye düşünürdü. Başka bir yerde de mesela, der ki; “Efendim, benimle Nurettin Veren Efendi’nin arasındaki mesele, Hz. Ömer ile Halifin arasındaki mesele gibidir.” Böylelikle, yapmak istediği hep kendisini koyduğu yeri ifade etmektir çevresindekilere. Tabii, bu gibi ifadeler kullanıldığında ben, “Ne o Hz. Ömer, ne de ben Hz. Halit’im. Biz sıradan insanlarız. Bu tip benzetmelere, mübalağalara gerek yok,” derdim. Gülen, bir konuşmasında Peygamber Efendimizin kendi-sini ziyaret ettiğini, onunla oturup meselelerini konuştuğunu da anlatmıştır! Bir başka vaazında ise, “Ben görmediğim hiçbir şeyi burada anlatmıyorum,” diyerek, öteki alemdeki olayları gören ve ona göre konuşan bir insan imajı çizebilmektedir. Bu gibi davranışlarla kendisinin olağanüstü bir kişiliği olduğunu; bizim görmediğimiz, bilmediğimiz mana alemlerinde dolaştığına, her meselesini peygamberle istişare ettiğine, ilişkin açık beyanları vardır. Allah’a mahsus bir kabiliyettir. Ancak, Gülen bırakın mesihliği, bırakın Peygamber efendimize ait bir durumu; Allah’a ait durumlarla bile kendisini kıyaslayabilmektedir. Amerika’dan bile talebeleri görebilmek, ancak Allah’a airtir. Hiçbir kul, insan zamandan ve mekândan münezzeh değildir. Gülen, kendini bu kadar dev aynasında gördüğüne göre, bu tablo bir insan için hiç de normal değildir. Mutlaka en başından itibaren bir sorunu varmış demek, ancak biz fark edemedik, sezemedik, göremedik. Biz onun sürekli ağlamasını, evlenmemesini olağanüstü bir din adamı, maneviyat insanı olmasına verdik. Onun etkisinde kaldık. Bir insan sürekli ağlıyorsa, o kadar zayıfsa bu bir kemaliyet meselesi değildir, olsa olsa eksikliktir. Bütün peygamberler evlenmiştir. Hiç biri de bu kutsal eylemden men edilmemiştir. Hatta, evlenmek sünnet sayılmış, bekârlık ayıplanmıştır. Fethullah Gülen ise hiçbir sebebi yokken evlenmemeyi de olağanüstülükle, insanüstülükle açıklamaya çalışmıştır. Neden evlenmediğim kendisine sormak gerekiyor. Psikolojik mi nedeni, fizyolojik mi?.. Bundan kimse yanlış mana çı karmasın. Kendisi gayet sağlıklı. Ama hiç evlenmediği gibi hiçbir kadınla münasebet de kurmamıştır. Bu durumu fevkaniade dünyayı terk etme, öbür dünya ile daha çok bağ kurma olarak, kutsiyet yükleyerek açıklamaktadır. . Oysa, İslamda bu tip bir münzevilik, ruhban davranışı yoktur. Bu durum Hıristiyanlığa özgüdür. Kim bilir, yoksa Hıristiyan dünyasına mı bir mesaj verilmek istenmektedir bu tip davranışlarla?… Gülen, tutum ve davranışlarıyla kiliselerde makbul olan ruhbanlığın tam bir uygulayıcısı gibidir. Yoksa, geleceğin ortak paydasında lider rolüne mi soyunmaktadır?.. Türban mevzusu, karma namaz mevzusu nasıl gündeme geldiyse, yakın bir gelecekte belki cemaatin içinde ve kiliselerde bambaşka mevzular ortaya çıkabilir: “Fethullah Gülen, hakiki bir ruhbandır. Demek ki bize lider olabilecek vasıflara haizdir. Bize önder olabilir,” şeklinde niye lanse edilmesin? Çünkü, o profile son derece uygundur. Bu çerçeveden olaya hiç bakılmadı belki şimdiye kadar… Ancak, bundan sonra düşünülmemesi için bir neden yoktur. “Hem İslamı hem Hıristiyanlığı temsil ediyor, ne güzel,” denilebilir. Nasılsa, bütün kiliseler onu takdir ediyor. Papa da öyle. Bunun yanında kalan mollalar daha ötesini de söylerler talebelere: “Şu anda Hoca sizin namaza kalkıp kalkmadığınızı görüyor.” Bu, ancak Baştan beri de bütün cemaatte 14 arkadaş çok iyi bilir; binim vazifemiz mesihliği ve Muhammet’i temsil etmektir. İlk kuruluşta adı geçen 14 arkadaştan bahsediyorum, Tempo ve Nokta dergilerine isimlerini açıkladığım.. Gülen, hesaba göre, 18 maddelik, mesih ve mehdi özelliği olan kişi olarak lanse edilecek ve kullanılacak. Muhtemelen, Üç İbrahimî dinin ortak lideri Gülen’dir, gerekçeleri de şunlardır, denilecek. Bunları şimdiden yazıyorum ki, millet yarın bununla vurulmasın. Bir çalkantıya daha girmesin. Bu güne gelirsek; bir süre önce Fethullah Gülen Üsküdar Savcılığı’na başvurdu. Beni, Zekeriya Beyaz’ı, Mustafa Balbay’ı, Ahmet Hakan’ı, Hikmet Çetinkaya’yı şikayet etti. Güllen, onca suçlamaya rağmen bana hiç cevap veremiyor. Ona rağmen dava açmaya yelteniyor. Orhan Erdemli aracılığıyla. Yine, yalan bir ifadeyle tabii… İkâmeti bile yalan. Üsküdar’da, Çamlıca’da bir ikâmet adresi veriyor. Oysa, sekiz yıldır Amerika’da yaşıyor. Bu kadar yıldır yurt dışındaki bir adam nasıl ikâmet eder gözüküyor Çamlıca’da?.. Güya, kendisine iftiralarda bulundum diye savcılığa şikayette bulunmuş. Ben de şimdi diyorum ki, “Fethullah Gülen, ABD’de bizi elli kişiyle birlikte, onların gözünün önünde bir ay misafir ettikten sonra, hayatımıza kastetmiştir! ‘FBI ve CIA’ya haber verin!’ demiştir. Bu hareketi ya bir taşkınlıkla ya da cinnet geçirerek yapmıştır. Belki de bilinçli olarak… O ‘kutsal adam’, bir ay aynı evde kalıp yiyip içtiğimiz, namaz kıldığımız ve yüz yüze baktığımız adam bir ay sonra ‘İmdat, bana suikast yapmaya gelmiş bu adam!’ diye bağırmaya başlıyor. Böyle bir kişiliği gözünüzün önüne getirin ve o hayalinizde “ilk kutsal Gülenle yan yana koyup bir karşılaştırın bakalım. Orada yaşadığım olay elli kişinin önünde cereyan etti. En çok ağırıma giden de ne oldu biliyor musunuz?.. “FBI’ya, CIA’ya haber verin de götürsünler,” sözü… Gülen, Emniyet’te Çok Etkili daha önce de birkaç yerde söyledim; Emniyet’te çok etkilidir Gülen cemaati. Emniyeti İçişleri Bakanlığı mı, onlar mı yönetiyor, belli değil. Gülen’in tayfasından olan ve Adapazarı’ndaki Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde görev yalpan öğretim görevlisi Kemalettin Özdemir Emniyet’te belirleyici bir kişilik. Gülen ve cemaat adına yönlendirme yapıyor. Bu kişi sık sık yurt dışına seyahat eder. Pasaportuna bakıldığında anlaşılır. Oysa, bir devlet memuru mülki amirden izin almaksızın şehir dışına bile çıkamaz. Özdemir, aynı zamanda Said-i Nursi’nin talebelerinden Sait Özdemir’in de oğludur. Sonra, Süleyman Uysal, Mustafa Özcan. Para transferini ayarlayan kişi. Pasaportları, güzergâhlarına bakılır, görülür… Ali Çelik örneğin; sonra para trafiğinin üzerinden yapıldığı Aker Eşarpları, Beca Holding, Beyhan Hatipoğlu, Mustafa Turan, Ali Açıl… Tahsin Tekoğlu davar. SPK, Maliye bunları bir incelesin. Milyon dolarlar nasıl bu şirketlerden geçmiş?.. Bunların üzerinden nasıl hareket görmüş?.. Samanyolu TV ve Gazeteci Yazarlar Vakfı’ndan nasıl çıkarılmışım?.. Gazeteci-Yazarlar Vakfi’nın gelir giderleri milyon dolarlık reklamları karşılıyor. Gülen’in finanse edildiği paralar bunlar… Sitesinde Anlatıyor… Fethullah Gülen bu sıralar bunalım içinde, güvensizlik doru… Şaşkın… Gülen’in kendi sitesinde anlattığı bir rüya var. “Dün bir rüya gördüm. Bursa’daki Ulu Cami’de vaaz veri-yormuşum. Camide de büyük bir tamirat var. Vaaz verecekmişim ama, camiin içi çamurlu. Döndük arkadaşlarla geriye, başka bir camide kılalım namazı… Dışarıda da iskeleler kurulmuş. Adamlar, ‘Hazır Fethullah Hoca’yı bulmuşuz kaçırmayalım. Burada vaaz verirse çok kalabalık olur, iyi yardım toplarız,’ diyorlar. Yine de biz başka bir camiye gittik namaz için. Orada, hiç de alışkın olmadığım halde elimdeki notlardan bakarak vaaz veriyorum.” Sonra dedim ki, niye böyle yapıyorum, böyle bir adetim yok. Elimdeki kâğıttan niye okuyorum ki… Böyle bir rüya gördüm. Cuma veya bayram namazıydı. Gülen, gördüğü rüyanın yorumunu da kendisi yapıyor: “Anladım ki, biz hoşgörü ve diyalog derken ölçüyü fazla kaçırdık. Allah’ın hoşnut olmayacağı işlere alet olduk. Birileri bizi kendi maksatlarına alet edip kullanmak istiyor ve maniple etmek istiyorlar. Birilerine alet oluyoruz.” Evet, cemaatte birisi bir yere gönderilir de o kişi başarılı olursa, Fethullah Gülen’in başarı hanesine yazılır. Yapılan işte bir zarar ziyan olursa, o kişi azledilir. Aynen padişahların sadrazamların kellesini aldığı gibi… Fethullah çıkar, azarlar. Azarladığı kişi cemaat tarafından boykot edilir. Bütün kabahat o kişinin hanesine yazılır. Medyadaki Gücü Bergama’daki altın madeninin işletmecisi de Gülen’in yakınındaki isimlerden Akın İpek’tir. Amerika’yla her türlü işbirliği var; askeri, siyasi, ticari… Bunlar cemaat için artık çok olağan işler. Gülen, ABD’yi refere ediyor. Ne diyordu daha önce de vurguladığımız gibi, “Keşke her şeye Amerika’dan başlasaydık…” Gülen, üzerine basa basa cemaate dünyanın idarecisi olarak ABD’yi lanse ediyor. Akın İpek, altın madeniyle kalmadı. Bugün Gazetesi’ni de satın aldı. Gülen’in medyadaki hâkimiyetini ele alalım. Zaman, şu anda yurt içi ve yurt dışındaki en çok baskı tesisi olan gazetedir. Çünkü, sınırsız bir para gücü var. Cemaat, abonelik sistemiyle ve Gülen’in talimatıyla bir değil, onlarca gazete de alabilir. Ve , bu gazetelerin kalitesi ne olursa olsun, isterse boş sayfayla çıksın cemaat yine satın alır, abone olur. Bu bir ibadet şeklidir. Gülen’e bir itaat şeklidir. Aksiyon, Sızıntı gibi dergiler yeni talebelere, üniversiteye hazırlananlara veya başta sempatizan gruplara, aileler karşı nabız tutma, tansiyon ölçme aletidir, İlk olarak, Gülen’in kitaplarından da önce Sızıntı aboneliği teklifidir, İrtibata geçilen insanların ilgisi bu gibi araçlarla ölçülür. Dergileri, Zaman’ı okuyor mu? Hoca’nın kitaplarını okuyor mu? Bu kademelere göre cemaatin içine alınır. İş adamları ve talebeler için bu aralar birer basamaktır. İnsanlar bu yoldan bağımlı hale getirilir ve test edilir. Bu organlarla verilen mesajları artık insanlar doğru olarak algılar. Bunların dışındakiler kâfirdir. Zararlı basın olarak telakin edilirler. En büyük tehlikelerden birisi de insanların sürekli olarak cemaatçe motive edilmesi, yönlendirilmesi; atamaların yine Gülen tarafından bizzat yönetilmesidir. Uluslararası konularla bile onun talimatı esastır. Böyle bir mutlaklık imparatorluklarda, diktatörlüklerde bile görülmemiştir. Örneğin, evlilik insanların şahsi bir konusudur. Oysa, bırakın evliliği, cemaatte giyimden evine, alacağı kilime kadar Gülen’e sorulmalıdır! Okullardaki öğretmenlerin çoğu cemaatlerdeki tanıştırılmalarla ve aileler devre dışı bırakılarak evlendirilir. Aile rızasına gerek görülemez zaten, cemaatteki insanların en büyük sıkıntısı bu konudur. Bu konunun üzerine gidilse, feryat edecek, çocuklarının elinden alındığını haykıracak on binlerce aile çıkacaktır. Gülen Bağımlılığı Çok Tehlikelidir! O kadar çok büyük kitledir ki, daha talebeliğinden başlayarak ağabeyleri vasıtasıyla Fethullah Gülen’e abone olan, ipotek altına alman genç beyinler ve kalpler artık her meselesini onun talimatıyla çözerler. İşte, bu bağımlılığı ortaya koymak, bunu yıkmak gerekiyor. Bu bağımlılık, Gülen bağımlılığı çok tehlikeli bir şeydir. Çok kötü bazı alışkanlıklar, bağımlılıklar bile tedaviyle düzelebiliyor. Oysa, Gülen bağımlılığının düzelmesi de zor. İmkânsız gibi. Cemaatte ağabeylere itaat mutlak, yüzde yüzdür. Düşünün, çocukların nereye gideceği, nerede öğrenim yapacağı bire bu ağabeylerce belirleniyor. Edebiyatı mı seçecek, siyasal bilgileri mi, hukuku mu?.. Ağabeyler söyler. Okul bittikten sonra da talimatlar devam eder. Fethullah Hoca, mezun olanların hangi ülkede hizmet edeceklerini kura ile belirler! Bir takkenin içinden çekilen kura, çocuğun hangi ile, hangi ülkeye gideceğini belirler! Özellikle yurt dışı tavsiye edilir. Çünkü, zaten Hoca, yurt içindeki yatırımları durdurmuş, yurt dışına yönelmiştir. Genelde, zaten yurt dışına gidileceği bilinir kuraya girenlerce. Yurt dışına gidildikten sonraki evlilikler de cemaat tarafından yönlendirilir. Birbirini hiç görmeyen adayların fotoğrafları birbirine gönderilir. Hizmet düşünülerek evlenilir. Yani, Tanzanya’da beş yıldır hizmet eden bir erkek öğretmene, diyelim Azerbaycan’da üç-beş yıl çalışıp sadakatini göstermiş bir kadın öğretmen takdir edilir. Fotoğrafları birbirine gönderilir. Bu şekilde, birbirini hiç görmeyen damat ve gelin adayı dünyada emsali olmayan bir bağımlılık ilişkisi içinde ‘anlaşır’ ve evlenmek için ilk olarak havaalanında karşılaşırlar. İlk defa evlenmek üzere bir araya gelirler. Ve böylece nikahları kıyılır, ne tercih hakkı vardır ne beğenme… Böyle diktatörce bir yapı… Ailesinden çok ‘hizmet’e itaat eden, ağabeylerine ve Gülen’e bağımlı olan bu insanlar hayatı arının gelecek dönemlerinde de her an aforoz edilme tehlikesi içindedirler. Gülen, gizli bir sistematik yapılanma içindendir. Yüzde yüz itaat ve kesinlikle bağımlılık ister. Bir yere atanan cemaat mensubu gitmezse ya da kendi başına karar alarak başka bir iş yapmaya kalkarsa, cemaat tarafından ihanetle suçlanarak aforoz edilir. Yıllardır kendi ailesiyle de irtibatı kesildiği için ailesinden de yüz bulamaz. Geriye de dönemez. Cemaat vasıtasıyla evlendirildiği için eşi de elinden alınır, boşanması sağlanır. Evlendikten tam 33 yıl sonra bile cemaatin talimatıyla eşim ve altı çocuğum elimden alındı. Ayrılmaya zorlandılar. Paralar vaat edildi ve ben tek bir duruşmayla 33 yıllık evliliğimi bitirmek durumunda kaldım. Boşadılar. Sadakatinden hiçbir zaman endişe etmediğim bir aileye sahip olmama rağmen cemaatin gücü galip geldi. 33 yıl sonra ve üniversiteyi bitirmiş çocuklarım benden ayrıldı. Cemaatin gücüyle… Ve, dört yılı aşkın bir zamandır, ayrıldığımızdan bu yana onlardan tek bir telefon, bir mesaj bile almış değilim. Frankeştayn Sistemi. Cemaatin ‘masum’ yapısı, okullar vb. derken, bu olaya destek veren bazı aydınlar da yarın öbür gün benimkine benner sonlarla karşılaşabilirler. Bağımlılık nedeniyle her cezaya katlanmak vardır. Kırgızistan, Arnavutluk,, Afrika; atamalara rızayla ve itaatkâr biçimde katlanmak durumundadırlar. Ölüme kadar bu cemaatin sinsi otoritesi sürer gider. İşte bu, tam bir “frankeştayn sistemi”dir. İslamla ve medeniyetle hiçbir alakası olamayan bir sistemdir. Kâğıt üzerinde öne çıkarılan her şey, bu cemaat tarafından geriye itilmiştir. Yok edilmiştir. Allah’tan sonra annebabaya itaat vardır ama, burada anne-baba terk edilir. Kuran’da anne-babaya nasıl yaklaşım gösterilir, bir de ona bakmak lazım. Çocuğunu bin bir çileyle okutup üniversite kapısına kadar getiren anne-baba, bu noktada çocuğunu cemaate kaptırıyor. Kontrolü yitiriyor. Çocuk okullu bitirince de yine ailesine hiç bir hayrı dokunmadan yurt dışına gönderilir. Çocuk, iki-üç yüz dolar için Sibirya’ya kadar gider. Bunun bir fedakârlık, bir cihat olduğu anlatılır tabii çocuklara. Beyinleri iyice yıkanır. 5-10 yıl çalıştıkta sonra da herhangi bir talebi olduğunda, hemen dışlanır. Cemaat dışına atılır. Hain olarak damgalanır. Sürekli olarak çocuklara bu hizmet için annebabanın terk edilmesi gerektiği anlatılır. Çocuklar, artık isteseler de istemeseler de olayları tenkit edemez, sorgulayamaz. Kendilerini bu gidişe kaptırırlar. Dünyada böyle başka bir kölecilik sistemi var mıdır? “İslam” adına genç beyinleri, enerjileri, paraları sömüren ve kendine göre bir din anlayışı ortaya koyan Fethullah Gülen’in korkunç şebekesi budur işte. Önlem alınmazsa, bundan 20 yıl sonra birden büyük şoklar yaşanacaktır. Çünkü, Gülen’in sisteminde yetişen çocuklar gelecekte büyük bir tehlike olacaktır. Yurt dışındaki okullarda okuyan çocuklar da geleceğin yöneticileridir o ülkelerdeki. Onlar da aynen buradaki gibi Fethullah Gülen’in güdümündedirler. Türki cumhuriyetlerde de aynı sistemle yetiştirilmektedir çocuklar. Onlar da yarın parlamentoda, devlet kademelerinde olacaklardır. Gülen’in sistemindeki çocukları geleceğin yöneticisi olarak düşünebiliyor musunuz? Dünyada, Fethullah Gülen’in ütopyasıyla, hayaliyle yöneltilecek bir sistem oluşturulmaktadır. Sistem budur işte… Gerektiğinde insanların elinden çocuklarını, eşlerini bile alan; ülkelerinden, inançlarının gereklerinden koparan bir sistem… Kuran’a bile aykırı uygulamalarına insanların gözlerini bağlayarak görmemelerini sağlayan ve mutlak itaat esasına dayalı bir sistem… Devletin gözleri önünde ve devleti yönetenlerce desteklenerek palazlanan bir sistem… Tehlike oluşturduğu halde, ABD’nin planlarına dahil olduğu halde adeta seyredilen bir sistem…

Kitabın Künyesi
Kuşatma ABD’nin Truva Atı Fethullah Gülen Harekatı
Nurettin Veren
Siyah Beyaz Yayınları / Araştırma – İnceleme Dizisi
Kapak Tasarımı : Ahmet Sungur
Genel Yayın Yönetmeni : Murat Kaplan
İstanbul, 2007, 1. Basım
241 sayfa + Mektuplar ve Fotoğraf Albümü

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir