Kuşkunun Ardındaki – Hatice Balcı

fernando_pessoa‘’Kimileri dünyayı yönetir, kimileri de yönetilen o dünyanın ta kendisidir. Servetini İsviçre’de ya da İngiltere’de saklayan bir Amerikalı milyonerle bir kasabanın sosyalist lideri arasında nitelik bakımından hiçbir fark yoktur; fark nicelikten kaynaklanır yalnızca. Uzakta, aşağıda biz varızdır, yani kılıksız insanlar, biz, bohem oyun yazarı William Shakespeare, biz, öğretmen John Milton, serseri Dante Alighieri, dün alışverişimi yapan çocuk, komik fıkralar anlatan berber, yalnızca önümdeki şarap şişesinin yarısını içmedim diye geçmiş olsun dileyerek kardeşçe bir jest yapan garson. ‘’Fernando Pessoa*

Milan Kundera’nın ‘’Şaka’’ romanı ile Albert Camus’nun ‘’Yabancı’’sının en belirgin ortak yanı, yargılama ve bu yargılamanın aşamaları ile sonuçlarının eserlerin ana gerilimini yaratmaları. Ludvik düşüncelerinden, Meursault işlediği cinayetten dolayı yargılanıyor. Suçlandıkları alanların bu denli farklılığına rağmen mahkemede gördükleri muamele ve yaklaşım büyük benzerlikler taşıyor. Yargılamayı yürüten üyeler, sanıklarda toplumsal kurallardan sapma olarak değerlendirdikleri kimi davranışları, suçla ilişkili olmasa da (hatta Ludvik’in koşullarında suçun varlığından şüphe ederiz) aleyhlerine delil olarak değerlendiriyor mesela. Sonuçta Ludvik gençliğini ağır çalışma koşulları altında kampta geçirecek, Meaursault ise idam edilecektir. İnsan bir an mahkeme salonunda, Doktor Yuri Jivago’nun ağırbaşlılıkla kürsüye yaklaştığını ve şöyle dediğini duyar gibi oluyor: ‘’Hiçbir şey bir insanın yaşamından daha değerli değildir’’ …
Hayattan beklentileri yüksek, neşeli Ludvik, yaptığı şakanın başına türlü işler açmasıyla bir anda kâbusun içine savruluyor. Gündelik yaşamındaki umursamazlığı ile bizi şaşkına çeviren Meursault ‘un hapisteki yazgısı ise benliğinin uyanışı, başkalaşımı oluyor. Yaşamının son aylarında, onu hücresinde, kendine dönüp kim olduğu, ne olduğu üzerine – geçmişin açığını kapatmak istercesine- sürekli düşünürken buluyoruz. Meursault’un yüreğinin derinliklerinde olup bitenler bende katlanılmaz bir hüzne yol açarken bir an Pessoa’nın, Meursault’un yanında belirip ona ‘’…Sonsuzluk bir çölde olduğu gibi, bir insanın içinde de var olabilir…’’** demesini istiyorum.
Ludvik’in ise hapisten çıktığında yaşamının en önemli amacı intikam almaya dönüşüyor. Peki kimlerden, nasıl intikam alacak? Kendi deyişiyle ‘’yazgısı yargılanmış’’, ‘’yaşam çizgisinin dışına itilmiş’’biri o. Tutuklu kaldığı onca yılın sonunda, anıları tarafından her yandan kuşatıldığını ve onlardan bir türlü kurtulamayacağını anlıyor. Üniversite yıllarındaki yakın dostu Kostka, Ludvik’i, ‘’kendisini belli bir amaca adayamadığı’’ için eleştirirken Dostoyevski’yi anımsıyorum, bir de Andre Gide’i… Belki de Dostoyevski Kostka’yı tanısaydı, onun, gönlüne göre bir eylem adamı olduğunu düşünürdü. Bana kalırsa, Ludvik, herhangi bir konuda fikir geliştirmenin, konuyu acele etmeden, farklı açılardan incelemekle mümkün olabileceğini içten içe biliyor. Pessoa’nın huzursuz Soares’i ile Dostoyevski’nin Hayalperest’i de öyle. Pessoa ‘’Huzursuzluğun Kitabı’’nın daha en başında, Lizbon’un o ünlü asma katlı lokantalarından birinde dikkatini çeken, otuz yaşlarındaki Soares’i, bu iri yarı genç adamı dış görünüşü ve edindiği ilk izlenimle bize takdim ederken karşımızda Beyaz Geceler’in Hayalperest’ini görür gibi oluyoruz. Ne Soares ne de Hayalperest ‘’normal şartlar altında’’(kimyadaki NŞA varsayımını hatırlayalım) düşünüp davranan insanlar. İkisi de yarı- hastalıklı bir yaşam sürdürdüğünü itiraf etse de başka türlüsü gelmiyor ellerinden.
Hayalperest, sekiz yıldır Petersburg’da yaşıyor ancak şehirde tek bir ahbabı bile bulunmuyor. Onun bu durumu dikkate değer bir beceri edinmesini sağlıyor: gözlem yeteneğini keskinleştiriyor. Şakayla karışık, şehrin kimi bölgelerinde hep aynı saatlerde gördüğü, fakat bazen utangaç bir selamlaşma dışında sessizlikle yanlarından yürüyüp geçtiği insanlardan bahsediyor. Kimi yapıların, köşklerin, bahçelerin önünde durup onlarla konuşmayı da ihmal etmiyor. Soares ise koku alma yeteneğinin, bir tür görme duyusu olduğunu söyleyip duyarlı beyninden, incecik derisinden, hassas sinirlerinden yakınıyor bize.
Hayalperest ve Soares’e dönüp baktığımda, onların, ruhlarının derinliklerinde, nasıl böyle tekrar tekrar deneyler yapabildiklerine şaşarken okulda, atomun çekirdeğini tebeşirle tahtada çizdiğim günü hatırlıyorum: protonu, nötronu, çevresindeki elektronları. Acaba diyorum, ’’Onların düşleri, atomun çekirdeği gibi, özlerinin öyle kolay kolay parçalanamayacak yanını mı temsil ediyor?’’ Muhasebe memuru Soares de Hayalperest de, yaşamın dünyevi nimetlerinde kendileri için heyecan verici bir gelecek göremiyorlar. Toplumca pek de önemsenmeyen, geçimlerini zar zor sürdürebildikleri işlerde çalışıyorlar çalışmasına da gündelik yaşamın telaşına, koşturmacasına kapılmamak için sanki özel bir çaba harcıyorlar.*** Belki de bu çabanın yaşamlarına getirdiği anlamlı farklılıklardan biri, bizimkiyle kıyaslandığında, onların zamanının daha yavaş akması. Zihin dünyaları, çevrelerindeki insanlardan apayrı biçimde işliyor. İş arkadaşlarından başka kimsenin pek de dikkatini çekmeyen bu iki adamın, kendi maddi varlıklarının alanını alabildiğine sıkıştırıp küçültmeleri, dikkatlerinden kaçamayan başka şeylere genişçe yer açıyor yaşamlarında. Geleceklerini ‘’düşünce hayatı‘’ sürdürmek üzerine kurmuyorlar belki ama düşünceleri tüm yaşamlarını etkileyecek ve hatta bunları yazıya dökecek kadar güçlü görünüyor.
Ludvik de, Meursault da, Soares de, Hayalperest de toplumun kıyısında var olan yalnız insanlar. Onlarda yapmayı istemediğimiz şeyleri veya olmayı istemediğimiz kişileri buluyoruz. Fakat bu gördüklerimiz, bizim de içimizde bir yerlerde kımıldayıp duruyor ve belki de bu gerçekle daha yakın temas bilincimize ulaştığında kuşkucu yanımız bileniyor, ister istemez değişiyoruz…
Hatice Balcı

Yazıda bahsi geçen eserler:
Şaka, Kundera, Milan, Can Yayn.,Çev: Zehra Gençosman, 6.basım
Yabancı, Camus, Albert, Can Yayn., Çev: Samih Tiryakioğlu, 45.baskı
Beyaz Geceler, Dostoyevski, Fyodor, Can Yayn., Çev. Sabri Gürses, 5.baskı
Huzursuzluğun Kitabı, Pessoa, Fernando, Can Yayn., Çev: Saadet Özen, 7.baskı
(*) Huzursuzluğun Kitabı, adı geçen baskı, syf. 50
(**)Huzursuzluğun Kitabı, agb, syf. 135
(***)Dupduru kalemiyle Duras çalışma yaşamını pek güzel anlatır: ‘’…Fabrikaların cehennemi, patron takımının hor görmesinin getirdiği zulüm, adaletsizlik, dehşet, kapitalist düzenin dehşeti, bu dehşetten doğan tüm mutsuzluklar, zenginlerin proletaryaya egemen olma hakkından, onları kendi başarısızlıklarından bile sorumlu tutmalarından, buna karşın hiçbir zaman başarılarına ortak etmemelerinden doğan dehşet…’’ Duras, Marguerite, Yazmak, Can Yayn., 2. Basım, syf. 45, Çev: Aykut Derman

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir