Kusma Kulübü – Mehmet Eroğlu

Mehmet Eroğlu’nun medya ve popüler kültürü sert bir biçimde eleştirdiği sekizinci romanı Kusma Kulübü Şubat 2004’de yayımlandı. Eroğlu, tabiri caizse, magazin kültürünün, medyanın ve ??bu gezegenin üstündeki en tehlikeli hastalık” olarak tanımladığı zenginliğin üzerine kusuyor. Kusma Kulübü; ??Hayat mutlu olmak içinmiş! Benimki mutsuzluğuma alışmaktan ibaret” cümleleriyle başlıyor. Kitabın kahramanı Umut, İstanbul’u terk etmeye karar verdiği gece, matematik olimpiyatlarına katılmış, garip bir gizli örgütün başkanlığını yürüten ve hayatını tümüyle değiştirecek olan Nihan ile tanışıyor. Sonrası günümüzün tüketim ve Televole kültürü ortamında bir başkaldırış ve ??varkalış”tan ziyade ??varoluş” öyküsü.
*?Hayat mutlu olmak içinmiş! Benimki mutsuzluğuma alışmaktan ibaret. Eğer hayat ölümümüze doğru akan uzunluğu belirsiz bir ırmaksa bana ait olana hiç bir kolun bağlanmadığını da söylemeliyim: Dar kanyonların arasına sıkışmış coşkusuz ve yatağını derinleştiremeyen cılız bir akıntı benimki… Dışarıda nakarat gibi bir yağmur penceredeyse insanı itirafa zorlayan buyurgan bir loşluk var. Cama gecenin kumaşından dokunmuş bir perde gibi asılmış bu belirsizliğin gerisinde geçmişini yitirenlere özgü bir yalnızlığın koynunda ürperiyor ve telefona kurtuluşa uzanan ırmağın üzerindeki yıkılmamış son köprüymüş gibi bakıyorum? cümleleriyle okuyucuyu daha ilk anda içine çekiveren ?Kusma Kulübü? sayfalar ilerledikçe sarsıyor irkiltiyor?

Siyasi Polisiye dediğimiz
?Kara roman? havasında yazılmış bir ?siyasi polisiye? okuyoruz; Leo Malet?in ?Kara Üçlemesi?ne ya da Boris Vian?ın Vernon Sullivan müstearı ile sarsmak etkilemek huzursuzluk yaratmak için yazdığı ?Mezarlarınıza Tüküreceğim? ?Bütün Ölülerin Derisi Aynıdır? ?Bütün Çirkinler Öldürülecek? tarzındaki ?kara?larına benziyor ?Kusma Kulübü?. Polisiye bir hikayenin taşıdığı romanın ardında toplumsal meselelere yönelik keskin bir gözlem şiddet dolu bir eleştiri var.
Pek çok karakter ve olay içeren ve o karakterlerin bireysel trajedilerini toplumsal sorunları ama en çok da savaşın şiddetin yoksulluğun ahlaksızlığın acılarını dillendirip nedenlerini sorgulayan bir hikayeyi kısaca özetlemek kolay değil. En genel hatlarıyla; 30?lu yaşlardaki Umut Çinici?nin Nihan adlı genç bir kadınla paylaştığı kısa bir süre içerisinde geçirdiği başkalaşımı anlatıyor Mehmet Eroğlu. Kısa bir sürede başkalaşabiliyor çünkü topluma zararlı gördükleri zenginleri cezalandıran eylemler yapan eylemlerini kurbanlarının üzerine kusarak ?simgesel olarak- imzalayan ve kendilerini Kusma Kulübü olarak adlandıran Nihan ve arkadaşlarına katılıyor. Nihan?ın asıl amacı sırlarına vakıf olduğu gerekçesiyle hocasını öldüren uluslararası bir çıkar gurubunun Türkiye?deki uzantısı ?Hayalet?e ulaşabilmektir? Nihan?a göre merkezleri yurt dışında olan ve partileri basını sendikaları hatta hükümetleri akla kim geliyorsa her şeyi kontrol etmeye çalışan ?Malta Şövalyeleri? tarzında tarikat modelli bir örgüttür bu. Kimliği belirsiz Hayalet?e ulaşmak için Umut?u yem olarak kullanmayı medyanın içine sızmayı amaçlıyorlar. Olaylar hızlandıkça Nihan ve arkadaşlarının eylemlerinin izlendiğini işin ucunun derin devlete kadar uzandığını seziyoruz?
İşte bu süreç içerisinde sanki bir :-):-):-):-)morfoza uğrayacaktır Umut. Vicdanı ile birlikte midesi de harekete geçmiş tanık olduğu ya da işittiği her bireysel ya da toplumsal trajediye kusarak cevap vermeye başlamıştır. Vicdanının sesini umutsuzca bastırmaya her şeyi unutmaya çalışacaktır önce. Ne var ki vicdanını tutkularının tanrısı kılmıştır bir kere; olanlara dayanabilmek için öfkesi değiştirebilmek için cesareti zenginlikten nefret etmek gibi kutsal bulduğu bir inancı vardır artık. ?Şiddet bazen adaletin ve yasaların temeli olur? şiarı ile Umut tek başına kalsa bile Hayalet?in peşini bırakmayacaktır?
Yeni Amerikan Sinema Topluluğu 68 atmosferinde yayınladığı manifestosunda ?artık cilalı ve sahte filmler istemiyoruz kaba ama canlı filmleri yeğliyoruz; gül suyuna batırılmış filmleri istemiyoruz artık; istediğimiz kan rengi filmlerdir? diye haykırmıştı. Yine bir 68?li olan Mehmet Eroğlu kurbanların sorgu ve ceza sahnelerinden cinsel alana kadar yayılan öfke şiddet ve tiksinti ile tam da böyle kan rengi kıpkırmızı bir bir romanla çıkıyor karşımıza!..

Kazananlar kaybedenler
Hemen belirtmekte yarar var; romanın gövdesini oluşturan bu hızlı ve şaşırtıcı polisiye hikayeye dahil olmayan karakterlerin yan hikayecikleri de çok çarpıcı. Bütün şiddetine rağmen romanda kendini hep hissettiren bir hava var; mutsuzluk ve hüzün? Umut?un bütün yakınları apartmandaki herkes mutsuz hepsi de geleceğini hatta geçmişini yitirmiş birbirlerine yaslanarak ayakta durmaya çalışıyorlar. Umut dar gelirli bir memur ailesinden geliyor. İyi bir eğitim almamış fiziği sayesinde birkaç tiyatro oyununda küçük rollere çıkmış başarısızlığı onu reklam filmlerine yöneltmiş sonuçta işsiz kalmış bir adam. Sevgilisinin intiharına seyirci kaldığı için affetmiyor kendisini? Mutluluğu yakalamanın kıyısında ölümcül hastalığının haberini alan eski öğretim üyesi yazar ?feylosof? Kadir trafik kazasında kızının ölümüne sebebiyet vermenin acısını taşıyor? Kadir?in sevgilisi Mine?nin kardeşi Selim askerde iki PKK?lı kızı ele geçirdikleri gece görüp yaşadıklarından sonra dönüşmüş insandan hayvana… Selim?in bir bedel öder gibi ardına düştüğü Zilan dört ay süren açlık grevinde yakalandığı Korsakof hastalığıyla bilincini yitirmiş? PKK?lı sevgilisini ele geçirmek için alındığı sorgudan evine -okurken kullandığı- bütün parmak uçlan yanmış olarak geri dönen doğduğundan beri içinde yüzdüğü karanlıktan çıkmasını sağlayan kömürleşmiş parmak uçlarıyla kalakalan görme özürlü Melek şimdi ayak parmaklarıyla okumaya çalışıyor? ?Kusma Kulübü? üyelerinden Nihan küçük yaşta babası tarafından terk edilmesinin ve sevilmeyişinin travmasıyla yaklaşıyor erkeklere. Çocuğunu bulmak umuduyla Avustralya?ya gitme hayalleri kuran Zeynep?in çarpıcı güzelliği ile aaaat teşkil eden cinselliğinin nedeni maruz kaldığı koca şiddeti? Orhan Sinan ve Yusuf da farksız onlardan.
Mutlu olanlar da var elbette… Bir büyük gazetenin -özel hayat simsarı- şımarık kadın yazarı Betül Bengil(BB) yardımcısı Aysel mesleğini her türden ticari ilişkiye tahvil eden yayın yönetmeni Ercüment Cantürk kutuplarda ayı avına çıkan işadamı Melih Döner bir anlık şöhret uğruna her şeyini pazarlamayı göze alan manken Dilek BB?ye diş bileyen televizyoncu Selami Balat ve onların çevresindeki diğerleri yazara ve kahramanlarına ?zenginlik bu gezegenin en tehlikeli hastalığı… Yoksulluğu yarattığı için yok edilmeli…? çığlığını attıracak kadar mutlu ve vurdumduymaz bir hayat sürdürüyorlar.
İşte böylesi bir anda romanın girişinde bir siyasi polisiyeden Graham Greene?in ?Sessiz Amerikalı?sından yapılan alıntıyı hatırlıyoruz; ?İnsan eğer insan kalacaksa taraf tutmak zorundadır?!.. Ve günümüzde toplumun vicdanı iğdiş edilmeye çalışılırken iş alemi medya ve politikada hafiflik düzenbazlık ikiyüzlülük en çok da hadsizlik sürüp giderken edebiyatın toplumsal bir eylem biçimi olduğuna inanan bir yazar olarak Mehmet Eroğlu da taraf olduğunu ilan ediyor ?Kusma Kulübü? ile. Edebi alanda olduğumuzu bir an bile unutturmayan dili üslubu ve kurgusuyla ?toplumsal belleğe edebiyat yoluyla bir kayıt? düşüyor ?değerli olan her şeyin içini boşaltma kampanyasına karşı? çıkıyor.
Ne yazık ki edebiyatımızın unuttuğu bir refleks bu; sömürünün yolsuzluğun baskının gizlendiği magazinel olanın haber olduğu bir toplumsal yaşama edebiyat ve sanat ürünleri de ayak uyduruyorlar. İşte böylesi anlarda siyasi alanda ardına düştüğümüz gerçeklerin edebiyat ve sanata da yansımasını talep etmek kuşkusuz ki bir taraf olmaktır. Taraf olmak kaçınılmazdır..! Bizler de çoğu zaman ve genellikle de farkında olmaksızın bağlandığımız dünya görüşüne yakın bir edebiyattan yana taraf oluruz. İster bir dünya görüşünü açıklamaya çalışsın isterse bir tutumu ya da bir amacı çözmeye eleştirmen/okuyucu yansız kalamaz. Onlar da yazdıkları ve onayladıklarıyla bir dünya görüşüne tanıklık ederler yazar gibi onlar da işin içindedir. Hangi yoldan gelmiş olursanız olun savunduğunuz görüşler ne olursa olsun edebiyat sizi kavganın içine atıverir.
*A. Ömer Türkeş

ARKA KAPAK
Hayatını “benimki mutsuzluğuma alışmak” diye tanımlayan Umut onu dölyatağından cansız bir cenin gibi dışarıya atan İstanbul?da tutunma umudunu yitirdiği gece matematik olimpiyatlarına katılmış bir kadınla karşılaşır. Nihan zeki ve akıllı kişilerin oluşturduğu garip bir kulübün başkanıdır. Umut da bu kulübe katılır ve kendini birden magazin dünyasının içinde bulur. Ancak bu renkli dünyadaki serüven çok geçmeden hüzünlü bir yolculuğa dönüşecektir.

Umut sürprizlerle dolu bu yolculukta insanın ?kendisine acımaktan vazgeçtiğinde başkalarına da acıyabileceğini? keşfedecek ve sonunda ?acımayı bilen insancıl bir tanrının hüküm sürdüğü yeni dünyaya ulaşarak kendisiyle ilgili o büyük gerçekle buluşacaktır??

Bir yanda magazin kraliçeleri mankenler sahtekar işadamları kendilerine dokunulma bir konum belirleyerek ülkenin kaderinde rol oynamak isteyen medya öbür yanda genç bir kadına aşık olan kaçık bir feylesof keskin kulaklı bir Güneydoğu gazisi açlık grevinde belleğini yitirmiş bir kız polisin bir türlü körleştiremediği bir ama: ?Kendi cennetini arayan düş kırgınları?? İkiye bölünmüş bir kentin ikiye bölünmüş kahramanları?

Romanlarıyla kendine ait ?işte benim yazarım? diyen bir okur kitlesi oluşturan usta yazar Mehmet Eroğlu sekizinci romanı “Kusma Kulübü”nde “bu gezegenin üstündeki en tehlikeli hastalık yok edilmeli” diye nitelediği zenginliği yerleşik sistemi medya ve magazin dünyasını kıyasıya eleştiriyor ve bu eleştirilerden yola çıkarak insanı en çok insan kılan bir erdemi büyük bir ustalıkla çarpıcı bir edebiyat temasına dönüştürüyor…

Yazar :Mehmet Eroğlu
Kusma Kulübü
Yayınevi:Agora Kitaplığı
Basım Tarihi :Ocak 2004
Sayfa Sayısı: 383 sayfa

Çiğdem Ülker, Gösteri Dergisi, 01.02.2004
Patronu Akıl, Şoförü Vicdan Olan KUSMA KULÜBÜ

Mehmet Eroğlu’nun Agora Kitaplığı tarafından yayımlanan sekizinci romanı Kusma Kulübü bu ay kitapçı raflarına çıkıyor. Yazarın, cisimleştirerek kitabın kahramanı haline getirdiği günümüzün bazı temel kavramlarını ve kurgudaki şifrelerini çözümlemek amacıyla ipuçları verirken, romanın giriş bölümünü de sunuyoruz…
Son romanı “Zamanın Manzarası”ndan bir yıl sonra “Kusma Kulübü” ile yine kavramları sorguluyor Mehmet Eroğlu.
Dünyaya atılmış ve orada unutulmuş insanoğlunun, fırtınanın ve “ıssızlığın ortasında” ki yalnız ve öksüz yolculuğunu anlatıyor.
MehmetEroğlu, kavramların tam ortasına koyduğu Umut Çinici ile birlikte “akıl, vicdan, öfke, cesaret, ölüm, aşk” arasında baş döndüren bir yolculuğa çıkarıyor bizi ve Umut’un nihayet “mutluluğu” bulduğu, imkânsız bir dünyanın kapısında bırakıyor.
Graham Greene, “Sessiz Amerikalı”da “İnsan, eğer insan kalacaksa, taraf tutmak zorundadır” diyor; ama “Kusma Kulübü”nün kahramanı Umut’un, hep birinci tekil ağzından anlatılması, onu alabildiğine özel kılıyor ve biz, Umut’un taraf oluşunu, taraf tutuşunu alabildiğine nesnel ve tarafsız bir pencereden izleyebiliyoruz. Yazar, insanların ve onları kuşatan kavramların panoramasını çizerken biz, bütün manzarayı yukardan görebiliyor, herşeyi tarafsızca seyredebiliyoruz.
Yazar, bütün romanı birinci tekil kişi ağzından oluşturarak, okura bu görüş açısını sağlıyor.
Kusma Kulübü, Tanrı’nın çok uzak ve soğuk bir sessizlikle seyrettiği/yarattığı kızgın, aç, umutsuz, iğrendiren bu dünyada isyan etmek ve savaşmak, nereye kadar olası? sorusu üzerinden yol buluyor kendine.

“Akıl, zekâ isyan ve vicdan”
Akla yol gösteren kılavuz hangisidir? Mantık mıdır, acımak mı?
İnatçı ve sürekli bir acıyabilme yeteneğinin diğer adı “vicdan”sa, bu yaratılış imkânını, bazı insanlar nasıl olup da susturabilmekte, ve onu duymadan yaşayabilmektedirler?
Kusma Klübü’nün en yeni üyesi Umut da, önce bu doğuşsal yetisinden, iç sesinden kurtulmayı deneyecektir. Kolay kazandığı parayı kulaklarına tıkaç yapacaktır, ama ses dışardan değil içerden gelmektedir ve eğer sizde vicdan varsa “vicdanın sesi” kendini mutlaka bir yerlerden duyurmaktadır.
Roman, vicdanın doğuşsal bir imkân olarak ya olduğu ya da olmadığı tezi üzerine kurulmuş görünmektedir.
“İç ses, vicdan, açlıktan ölen bebeklerin sesi, acıma duygusu” bu kavram; karşımıza hangi adla çıkarsa çıksın; ‘vicdan’ bir kez varlığını duyumsattıktan sonra, insanın, bu dünyada onunla birlikte yaşaması artık bir hayli güçtür .
KUSMA KULÜBÜ’NÜN PATRONU AKIL, ŞÖFÖRÜ VİCDAN
Şifrelerle konuşmayı seven Mehmet Eroğlu, Kusma Klübü’de, vicdanı “V” simgesiyle çıkarır karşımıza. Ve bütün romanlarına sinmiş olan hem acı hem ironi dolu üslûbuyla, “randevuya gelmeyen şoförü” yani “V” yi, Vahit’i / vicdanı şöyle tanımlar:
“Adam, birisini beklediğini ele veren sabırsız , yorgun gözlerle dikildiği köşeden sıçrayıp önüme çıkınca, irkilerek geri çekildim. Sonra dehşet, ter gibi bütün bedenimi ele geçirirken ayrıntıları fark ettim. Adam, bakışlarından daha yorgundu; hatları belirsizleşmiş yüzü, elleri tuza batırılmış balık gibi kurumuştu; havanın sıcak olmasına karşın uzun kollu gömlek giymişti. İğneci ya da jiletçi” (sayfa 121)
Vicdan, günümüzün dünyasında öylesine gözden çıkarılmış bir kavramdır ki, ona bir beden verecek olsanız, ancak yukardaki gibi olacaktır. Tükenmiş, örselenmiş,ölüme yazgılı.
Gelgelelim, Umut, Vahid’i (arp sıfat. Vahded’den tek, yalnız, bir) bir kez tanıdıktan ve sesini duyduktan sonra, Umut’un eylemlerine hükmeden efendi sadece “V” olacaktır.

VİCDAN ŞİDDETLE BULUŞUR MU?
Roman, bir şifreler kitabı, cevapları bizim de kendi başımıza bulmamız gereken bir sorular kitabı gibi, peşinden sürükler okuru.
Mehmet Eroğlu, “Sert bir roman oldu” dediği Kusma Kulübü’nde, vicdanı vicdansızlıkla üç kez karşılaştırır.
Bu üç sahneyi, aslında karşılaşma değil ‘çarpışma’ olarak nitelemek belki daha doğru olur. Çünkü, yazar romanın bu pek çarpıcı her üç sahnesinde de, etkileyici ve gerçekten sert alegoriler kullanır.
Umut Çinici, alışveriş merkezinde, dağdaki kulübede ve finalde, olağanüstü karar anları yaşar.
Vicdan dediğimiz bu en üst basamaktaki insan olma olgusunun, kendini, en alt basamaktaki “şiddet”le ifade ettiği anlardır bunlar.
Hani “namuslular da namussuzlar kadar cesur olsa” acaba, dünya nasıl bir yer olurdu sorusuna kısa bir yanıttır, olanlar.
Umut, ” Önümde eğilebileceğim, uğruna adaklar sunabileceğim insancıl bir efendinin kulu olmuştum. Vicdanımı tutkularımın Tanrı’sı kılıp ‘Kusacağım’ ” (sayfa 363) der ve baltayı savurur, düşman bellediğinin üstüne .
Umut, bu eylemiyle edebiyatın “umutsuz” kahramanları arasına katılır.
Ve biz alttan alta hissederiz ki; artık ne insanların dünyasında ne de edebiyat dünyasında umut’tan söz edilebilir ve bir kez daha “şiddet” kazanmıştır.
Mehmet Eroğlu, “Kusma Kulübü”nde, şiddete bir kez başvurdunuz mu, bunun dozunun giderek artacağını usulca göstermektedir okura.
UMUT
Mehmet Eroğlu’nun kahramanları, hem edebiyat dünyasının hem gerçekliğin içinden çıkıp karşımıza gelirler.
Camus ‘nin kahramanı Mersault gibi sessiz, donuk ama sonunda cinayet işleyebilen Umut’la ve Kafka’nın Joseph K’si gibi sadece simgesiyle tanıdığımız “V” ile tanışırız.
Bu kahramanlar, romanda yüklendikleri “simgesel” rollere rağmen, hayatiyet de kazanırlar.
Özellikle de ikincil kahramanlar daha da kanlı canlı dolaşırlar roman boyunca.
Günümüzün dünyasından tanır gibi olduğumuz roman kişileri, seçilen adlarıyla ve onlara biçilen davranış kalıplarıyla da bize hep birilerini hatırlatırlar.
Arsız, seksi ve sınırsız kadın gazeteci B.B,
İlişkileri kuşkulu basın patronu Ercü,
Sansasyon peşindeki televizyoncu Selami Balat,
İznik’teki evli ve mutsuz abla Firdevs.
Tek çocuğu ölmüş, ve bir daha asla çocuğu olamayacak, solcu filozof Kadir ki, geride sadece kitabını bırakarak hızla ölmektedir.
Umut Çinici ise, İstanbul’da oyuncu olmak isteyen İznikli işçi çocuğu olmanın ötesinde, bir yandan Gregor Samsa’nın akrabasıdır, bir yandan da Mersaut’un.
Gregor Samsa gibi kendindeki değişime engel olamaz, Mersault gibi gittikçe donuklaşır. Annesinin ölümünü kayıtsızca seyreder, Mersault’nun yaşama sıkıntısına benzer bir sıkıntının içinde bunalır.
Umut’un, çevresindeki insan ilişkilerini, eylemleri boş ve anlamsız bulduğunu sezeriz.
Zaten, sonunda, Umut, bir diğer Camus kahramanı Sisyphe gibi kaderine teslim olur, kendi kaderinin yargıcı olur. “Çabucak tiryakisi olduğumuz, Sisyphos gibi ite kaka bir tepeye çıkarmaya çalıştığımız ‘hayat’ , bemim için art arda sıralanan reddedilişlerden ibaret oysa…
Sisyphos ve ben! İtiraf etmeliyim: Ortak paydamız yazgımız değil budalalığımız.” (sayfa 4)
Diye düşünür ve sonunu başından hissettiğimiz yazgısının içinde yürür.
Umut; Mersault’ ya benzer, ancak, onu Mersault ‘dan ayıran bir yönü de vardır: Giderek daha sık duymaya başladığı iç sesi ve sık sık gördüğü “V” nin olmayan yüzü.
Şimdi Umut, sonunda kendine bir yaşam amacı bulmuş görünmektedir. “V” yi bulmaktır bu amaç.
PEKİ, KİMDİR BU “V”
Ya da “vicdan” nedir?
Ölüm ve kötülükle bağdaşmayan bir Tanrı fikri, aklın iflası, dünyanın mantıksızlığı ama bütün bu curcunanın içinde yine de duyulabilen bir sestir, vicdan.
“V”, bir insan imkânıdır. “İnsanoğlunun bundan daha değerli nesi olabilir?” sorusunun yanıtıdır. (sayfa:311) .
Yazar, akılla vicdanın ilişkisini sorgular. Kötülükle dolu bu dünyada akıl, ne yapmakta, akıl ne işe yaramaktadır?
Cevap korkutucudur: “Akıllılar isyan etmiyor.” (…) “Akıllılar kurtuluyor.” (122), ” Hiç kimseye acımıyorsunuz, Hastalara, sakatlara, yaşlılara, yoksullara….Acımanızı mantıkla gemliyorsunuz”(sayfa: 357)
İç ses, ya da “V” konuşmaya başlar:
“İnsanlar belleksizleşti. Tanrı, korunmaları için onları unutma yeteneğiyle donattı. Balıklar on beş saniyede unutuyor; insanlarınki belki daha uzun sürüyor, ama sonunda mutlaka unutuyorlar. (…) Elimde olsa unutma duygusunu beyinlerden söküp atardım.
(…)
Ben insanlaşıyorum ama ya Tanrı? Tanrı sağır, Tanrı kör… Yoksulları duymuyor, bebekleri görmüyor, acılarımızı unutuyor….” (sayfa 243)
“Vicdan”, Eroğlu’nun daha önceki romanlarında da sorguladığı bir kavramdır. 2002’de yayımlanan”Zamanın Manzarası”nda da, Barış Utkan, vicdan’la ilişkisini şöyle anlatır: “Ona âşık oluncaya kadar vicdanım bir göze benziyordu. Sürekli kapatıyordum.Beni o değiştirdi.” (sayfa: 397)
Fark edileceği gibi, her iki romanda da vicdanı etkin hâle getiren hep bir kadının varlığıdır. Zamanın Manzarası’nda adı Elif’tir” Kusma Kulübü”nde Nihan.
Ve vicdan, insanı değiştiren ve onu insanlaştıran şeydir.
Peki, ya, insan aklının kılavuzu vicdan olsaydı…
“Kusma Klübü”, bu soruya bir yanıt denemesidir bir bakıma. “Umut”un eylemi, bu soruya bir yanıttır ama trajik bir yanıttır.
Bütün duygular gibi “acıma” duygusu da bir nevrotik bir tutkuya, dönüşebilir ve tutkuyla şiddet arasındaki sınır pek kolay aşılabilir. Nitekim, Umut’un yolu, bu son durakta kesilir. Umut, “vicdanını tutkularının Tanrısı kılan” (s: 363) adamdır artık. Vicdanın kendini şiddete başvurarak ifade etmesi ise, sorunun başladığı noktaya geri dönmesi demek değil midir?
Yine şiddet baş roldedir, “acıma “şiddete dönüşmüştür.

İÇ SESİNİ DUYARAK YAŞAMAK OLASI MI?
Mehmet Eroğlu, romanın hepsi de birer kurban olan kahramanlarını yıkılmak üzere olan eski bir apartmanın çatısı altında tanıtır, okuruna.
İşkencede aklının yarısını yitirmiş Zilan, Zilan’ı derin bir acımayla seven Selim,
Filozof Kadir, Braille alfabesi ile de okuyamasın diye, parmakları elektrikle yakılan görmeyen Melek ve onları birinci ağızdan anlatan genç Umut.
Sadece kendileri için değil, başka insanlar için de acı çekmek, bu insanların ortak noktasıdır.
Umut’un bir şizofreniye doğru adım adım gidişini izlerken, apartmanın diğer komşularının da yok oluşa sürüklenişini okuruz.
Kadir ölür, Selim intihar eder, Nihan öldürülür, zaten aklını yitirmiş Zilan ve tamamen körleştirilmiş Melek, apartmandan atılır.
Umut’un içsel bütünlüğüne varması ise, aynı zamanda bir kopma, dış dünya ile bağını koparması anlamına gelmektedir.
Aklını karıştıran soruların cevabını bulmuştur, ama bu bilinçlenme anı aynı zamanda Umut’un da yok olması demektir.
“Sıra bir budala olarak aklımı karıştıran sorudaydı. ‘Peki, sizce aklın kılavuzu nedir? Onu yönlendiren ne olmalı?’
Adam hiç duraklamadan ‘mantık’ dedi.
(…)
‘Bilemedin. Acımayı öğrenememiş, merhametsiz akıl, korkutucudur. Bize gereken, inatçı ve sürekli bir acıma yeteneği…” (sayfa 357)
“Umudun iki güzel kızı vardır: Öfke ve cesaret. Öfke olanlara dayanabilmek, cesaretse değiştirebilmek için (…) Adım Umut benim ve hem öfkem hem de cesaretim var artık…” (sayfa 360)

“Kusma Kulübü”nün en yeni üyesi, Umut, bu cümlelerle tamamlayacaktır, kendine atfettiği görevi.
Bu dünyada, vicdanla birlikte yaşamak olası değildir ve Umut değişimini tamamlamış; bu dünyadaki varlığını başka bir şeye dönüştürmüştür.
“Kusan bir vicdan! O zaman insandan daha değerli bir varlığa dönüşmekte olduğumu anladım. Daha önce bu hiç aklıma gelmemişti; ne budalaydım. Onu ilk gördüğümde bir sürüngene benzetmiştim. Oysa o, ruhsal başkaldırıyla yetinmemiş, insanı aşmaya çalışmış, -güçsüz büyülerle yaratılmış olsa da- kurtarıcı bir düşe dönüşmeyi amaçlamıştı.” (sayfa 362)
BİR ŞİFRELER KİTABI
Mehmet Eroğlu’nun romanında, yeni bir aşamadır, “Kusma Kulübü”.
“Zamanın Manzarası”nda da denediği bir yolun artık iyice belirginleşmesidir. Olayların ve olayları yaratan insanların dış görünüşlerinin ötesine geçip insanı, içten dışa doğru tanımlama sürecidir, bu söylem.
Tek tek insanları ve onların öykülerini değil, “insan”ı anlatma çabasıdır, “Kusma Kulübü”.
İnsana ait olan kavramları tanımlama ve bu kavramlara farklı pencerelerden bakma denemesidir.
Yazar, bu romanda kavramları sadece tanımlamakla yetinmez, onları hayatın içinde görmeye ve cisimleştirmeye de çalışır.
Bu çok katlı yapıyı biraz aralamak, yazarın kullandığı şifreleri şöyle çözümlemek de olasıdır.
Ve aslında bu yazı da, bu şifreleri, benim açımdan bir çözümleme çabasıdır.
Nihan: Patrondur, akıldır ama gizlidir, saklanmıştır, az görülür, zor bulunur.

Vakıf Başkanı ‘Hayalet’ : Paradır, mantıktır, o da zor bulunur, saf aklın itici gücünü sadece mantıkta bulduğu için acımasızdır. Hannibal Lecter’i hatırlatır. İyi müzik, kokular ve sanat eserleri insandan daha değerlidir, onun için.

Dilek: Adı üstünde; arzuların nesnesidir, üstelik kendisi de neredeyse sadece ‘istemek’ten ibarettir.

Kadir: Hayatı değiştirecek gücünü ve sağlığını yitirmiştir. “tek tek bir sürü doğru şey söylüyordu, ama hepsi bir büyük doğru yapıyor muydu? Bundan kuşkuluydum” (sayfa:64) diye düşünür, Umut, onun için. Doğuşsal hastalığı onu ölüme yazgılı kılmıştır. Geride bir tohum bırakmadan ölmektedir.

Vahit: Randevuya gelmeyen şofördür Vahit, ya da “V”.
Yavaş yavaş yok olmaktadır, ona fazla yaklaşmak ise “kusmak” demektir. Bir daha eskisi gibi olamayacak kadar çok kusmak. O, günümüzün dünyasında birlikte yaşanması imkânsız olandır. Vicdanın cisimleşmiş hâlidir.

Umut: Sisyphos yazgılı delikanlıdır. Roman, onun kopup gidişinin öyküsüdür bir bakıma. Akıl, vicdan isyan, uyum arasında sıkışmıştır “Umut”.
Eroğlu’nun, bir önceki kitabı “Zamanın Manzarası”, “yoğun bir şefkat”in romanıdır ve yazar o kitabını, “umut”u egemen kılarak bitirmiştir.
Bu roman, o “umut”un macerasıdır. Umut’un akıl ve vicdanla yüzleşmesinin öyküsüdür; ama umutlu bir sona ulaşamaz ne yazık ki.
Hiçbir umut, nesnelerin egemen olduğu günümüzün dünyasında varlığını koruyamaz.

BU, BİR MEHMET EROĞLU ROMANI
Kusma Kulübü, bütün unsurlarıyla bir Mehmet Eroğlu romanıdır.
Aslında romandaki tiplerin hepsi, ” Mehmet Eroğlu tipleri” diyebileceğimiz özellikleriyle çizilmiştir.
Bu kişiler, kavramları üstlerine giyinmiş gibi yaşarlar, birbirleriyle ilişkileri bizi felsefi sorulara, felsefi yanıtlara götürür.

“Zamanın Manzarası”nda olduğu gibi burada da, “acıma, şefkat, şiddet, ölüm” başroldedir.
“Zamanın Manzarası”nda, “büyük bakışlı kadın” tanımlanır; bu romanda “sünger sesli kız” ya da “çivimsi, insanı arkasına mıhlayacak bakışları olan kız” anlatılır.
Gözler ve bakışlar yine çok önemlidir. “Gözlerinin gerisinde bir yerde sakladığı boyun eğiş”ler ya da “Gözlerindeki o ince parıltı” lar, “Şeyda’nın ölümünde edineceğim bakışların habercisi şaşkın ve bomboş gözler” (sayfa 2) sık sık karşımıza çıkar; kahramanlar özellikle bakışları ve sessizlikleriyle tanımlanır. “Herkesi kendinden aşağıda görme hakkı bağışlanmış biri gibi bakıyordu.” (sayfa:26) gibi soyut tatlar taşıyan tanımlar sık sık karşımıza çıkar.

Tanım cümleleri de, Mehmet Eroğlu’nun vazgeçemediği cümlelerdir.
“Kimlerdir yazarlar? Bizim için duyarlılık satın alan, söyleyemediklerimizi söyleyen; bizler adına insan ruhunda uzun yolculuklara çıkarak keşiflerde bulunanlar mı? Yoksa, basit, sıradan beğeni dilencileri mi? (sayfa 63)
Mehmet Eroğlu cümleleri, metinde hemen ayırt edilebilir:
“İkimiz de niyetlerimizin kurbanıydık: Ben kötünün, o ise iyinin.”(sayfa:24)
“Çatlaktan sızan su gibi yüzüne yayılan merak” (sayfa:27)
“Varlığı, bilinmeyen topraklar gibiydi; ürkütücü, uzak, soğuk ve sisli.” (sayfa:32)
“Elinde değildi, zekâsı dilini köleleştirmişti.” (sayfa 36)

BAŞKA METİNLERE GÖNDERMELER
Mehmet Eroğlu’nun sekizinci romanıdır. “Kusma Kulübü”.
Belli ki, artık okurundan bir ön hazırlık beklemektedir “kavramların yazarı”.
Özellikle bu kitapta, edebiyat tarihinin pek çok kahramanını tanıklığa çağırır.
Kişiler, kimi zaman Dorian Gray’i , (sayfa 53) kimi zaman Moby Dick’in rahibi Peder Mapple’ı anımsarlar. (sayfa 42)
Mallamarte’ın “Deri” öyküsünden söz ederler.
Umut, “Çocukken Cyrano de Bergerac oldum, ama hep Hamlet’i oynamayı düşledim”, (sayfa:19)
Ya da;
“Sisyphos ve ben! İtiraf etmeliyim: Ortak paydamız, yazgımız değil budalalığımız.” (sayfa:4) der.
Kitabın yoğun ve kapalı anlatımına pek uyar, bu başka roman kişileri. Farklı okumalara, derin katmanlara davet ederler okuru, “Kusma Kulübü “aracılığıyla.
Ve geride yedi tane Eroğlu romanı daha vardır.
“Issızlığın Ortasında” 1979’da Milliyet Roman Ödülünü, “Geç Kalmış Ölü” 1986’da Madaralı Roman ödülünü almıştır.
“Yürek Sürgünü” 1994 tarihini taşır.
“Yüz 1981”, Ekim 2000 tarihinde yayımlanmıştır, “Zamanın Manzarası” ise Ekim 2002’de.
“Adını Unutan Adam” ve “Bir Uzun Yürüyüş” diğer iki romanıdır Eroğlu’nun.
“Kusma Kulübü” ise, yayın dünyamıza 2002’nin son günlerinde oldukça hızlı bir giriş yapan Agora Kitabevi tarafından basılmıştır. Şubat 2003 tarihiyle.

Beyhan Sekmen, Özgür Gündem, 19.02.2004
Mehmet Eroğlu ile Röportaj

Yazar Mehmet Eroğlu, Kusma Kulübü adını verdiği yeni kitabında, birçok soruna değinirken, medya ve egemen popüler kültür anlayışını irdeliyor.
İSTANBUL – Toplumsal sorunları ele aldığı romanlarıyla kendine özgü bir okur kitlesi yaratan Mehmet Eroğlu, “Kusma Kulübü” adlı yeni romanı ile okuyucularıyla buluştu. “Vicdan bütün erdemlerin anasıdır” diyen yazar, kitabında acıyı ve vicdanı sorgulayarak zenginliği, yerleşik sistemi, medyayı ve magazin dünyasını eleştiriyor.

“Issızlığın Ortasında”, “Yarım Kalan Yürüyüş”, “Adını Unutan Adam”, “Yürek Sürgünü” ve “Zamanın Manzarası” gibi romanlarıyla adından sıkça söz ettiren Mehmet Eroğlu, bu kez Agora Kitaplığı’ndan çıkan “Kusma Kulübü” ile okurlarının karşısına çıktı.

Sürekli görünenin ardındaki şeylerin peşine düştüğü yolculuğunda, yazar, romanlarında toplumun her kesiminden yaraları işliyor. Yazarın bu kitabında da toplumsal meselelere yönelik keskin gözlemi ve eleştirileri dikkat çekiyor. Acıma duygusu ile vicdanın sorgulandığı kitapta adeta Türkiye’nin toplumsal meselelerine yönelik bir resim çizen Mehmet Eroğlu ile yeni kitabı hakkında konuştuk.

Kitabınızın kahramanı Umut, diğer kitaplarınızda da olduğu gibi İstanbul’da tutunmaya çalışan mutsuz ve yalnız bir birey. İçinde acıları barındıran bu karakteri tanımlayabilir misiniz?

Hep ikinci derecede roller oynadığı hayatını, mutsuzluğuna alışmak diye tarif eden Umut, onu cansız bir cenin gibi sürekli dölyatağından dışarıya atan İstanbul’da tutunmak için vicdanını göz ardı ederek, çok akıllı bir kadının reisi olduğu bir kulübe girer ve magazin dünyasının içinde ilk bakışta renkli bir serüvenin koynunda bulur kendini. Büyük umutlarla başladığı bu yolculuk çok geçmeden toplumun her kesimini kaplayan acı yüzünden, vicdanın başkaldırışıyla ve bilinçlenmeyle kesilir. Ve kahramanımız isyan eden, gerektiğinde şiddete de başvuran birisine dönüşür.

Umut’taki yılgınlık ve acı, okuyucunun suratına bir tokat gibi çarpıyor. Neden hep acı? Mutluluğun romanı yazılmaz mı sizce?

Acı bizi sahici kılar ve kendimizi daha iyi duyumsama ve anlama fırsatı verir. Yaratıcılık için sanatçının içinde ısrarlı, vazgeçmeyen bir kaynak olmalıdır. Gerçek ve kalıcı yazarlarda bu kaynak acıdır. Mutluluk tüketilir. Tüketilmeyen ve hayatımızı değiştiren ise mutsuzluktur.

“Kusma Kulübü”nde zenginliğin, yerleşik sistemin medyanın ve magazin dünyasının üzerine kusarak böylece zararlı bulduğunuz şeylerden arındığınızı ve korunduğunuzu belirtiyorsunuz. Öfkenizi böyle bir refleksle yansıtırken bir taraftan da vicdanınızı sorguluyorsunuz. Peki vicdanın ve acımanın toplumu değiştirmedeki rolü nedir?

Romandaki kusma eylemi öfkenin bir işareti. Vicdan Latince’de bilmek fiilinden gelir. Başka dillerde de bilinç ile eş anlamlıdır. Vicdan bütün erdemlerimizin anasıdır. Vicdan olmazsa acımak da olmaz. Bu da bizi eşitlik ve adalet arayışımızda topallaştırır. Ayrıca vicdan, cesaretin fışkırdığı kuyudur.

Umut’un yaşadığı apartmanda ölüm orucundan, yoksulluktan, Bölge!de yaşanan savaştan yara almış ve umutlarını yitirmiş insanları bir arada görüyoruz. Bu insanların İstanbul’da tutunma çabaları sanki Türkiye’de acı çeken tüm kesimleri kapsayacak nitelikte. Bu toplamı seçmenizin nedenini biraz açar mısınız?

Benim roman anlayışım toplumsal platformun önündeki insanın üstünde odaklaşır. Roman aynı zamanda toplumumuzdan insan manzaraları da içermeli. Daha önceki romanlarımda olduğu gibi “Kusma Kulübü”nde de Türkiye’de yer alan tüm kesimlere yer verdim. Yani Türkiye’den bir resim çizdim.

İnsan psikolojisi kitaplarınızın şifrelerini oluşturuyor…

İyi roman odağına her zaman insanı alır. İnsanda varolan ama o güne kadar adı konmamış insanlık durumlarını açığa çıkararak ad koyar. En azından bu yolda çaba harcadığını kanıtlar. Mesela Cervantes “Don Kişot”u yazıncaya kadar çok önemli bir insanlık durumu olan “Don Kişot”luğun adı bile yoktu.

Romandaki Tanrı ve şeytanla olan ilişkilerin taşıdığı anlam nedir?

Edebiyat iyilikten çok kötülüğe, masumiyetten çok günaha yakındır. Durum böyle olunca da devreye tabii ki şeytan girer. Yazar eğer trajik insanlık durumlarını ele alıyorsa bu gölgeli alanda tanrıyla karşılaşması kaçınılmazdır. Romanda Umut, acı çekme yeteneği olan ve kulakları sağırlaşmamış insancıl bir tanrı diliyor.

Ebru Çapa’nın Mehmet Eroğlu ile yapyığı söyleşi
7 Şubat 2004 tarihli Hürriyet Gazetesi Pazar Eki
Mehmet Eroğlu, Yarım Kalan Yürüyüş, Yürek Sürgünü, Adını Unutan Adam, Issızlığın Ortası gibi, ??bir kısım okur”un üzerinde ??kalıcı hasar” bırakmış romanlarının ardından, yine yapacağını yaptı. Yazarın fanatik olarak tanımlayabileceğimiz okur kitlesi tarafından uzun zamandır beklenen yeni romanı Kusma Kulübü, günümüzün tüketim kültürü üzerine ciddi bir eleştiri.

Eroğlu, son kitabında, tabiri caizse, magazin kültürünün, medyanın ve ??bu gezegenin üstündeki en tehlikeli hastalık” olarak tanımladığı zenginliğin üzerine kusuyor. Kusma Kulübü; ??Hayat mutlu olmak içinmiş! Benimki mutsuzluğuma alışmaktan ibaret” cümleleriyle başlıyor. Kitabın kahramanı Umut, İstanbul’u terk etmeye karar verdiği gece, matematik olimpiyatlarına katılmış, garip bir gizli örgütün başkanlığını yürüten ve hayatını tümüyle değiştirecek olan Nihan ile tanışıyor. Sonrası günümüzün tüketim ve Televole kültürü ortamında bir başkaldırış ve ??varkalış”tan ziyade ??varoluş” öyküsü. Mehmet Eroğlu ile yazarlık seminerleri verdiği Uğur Mumcu Vakfı’nda görüştük.

Yüz: 1981’den beri dört yıl… Kusma Kulübü’nde günümüzün popüler kültürü üzerine acımasız tahlilleriniz var. Oysa yazarların da ??popstar” gibi davrandığı bir dönemde yaşıyoruz. Siz şimdinin edebiyat çevresini nasıl buluyorsunuz?

– Ben tabii son dönem-ilk dönem diye bakmıyorum ama uzun vadede edebiyatı son derece ciddiye alıyorum. Bunun için aşağı yukarı beş yıl önce, kimsenin terk etmeyeceği bir işi, çok önemli bir şirkette yöneticiliği terk edip, sadece yazmak işiyle ilgilendim. 25 yaşımdayken, 50 yaşıma gelince her şeyi bırakacağım diye kendi kendime söz vermiştim. O sözümü tuttum ve artık sadece edebiyatla ilgileniyorum. Yazmak gelecek için yapılan bir şey. Bizi ölümsüzleştirecek okuyucuların, eleştirmenlerin bir kısmı belki daha doğmadı. Her zaman aynı şeyi söylerim: Genel kabul gören her şey, en fazla üçüncü sınıftır.

Siz kendi okurunuzu ??derin” okuyan bir tür olarak addediyorsunuz…

– Evet, benim okurum, her zaman diklemesine bir okurdur. Bundan hiç şüphem yok. Beni ilk kez okuyanlar bile sonradan gidip tüm kitaplarımı alır okurlar. Şöyle söyleyeyim, 10 bine yakın çok sağlam okurum var; bu da bana bir edebiyatçı olarak her şeyi yapma özgürlüğü verir.

AĞLAYAN İHTİYAR’IN HAYATIMDAKİ ROLÜ

Kitap, taraf olmak üzerine bir alıntıyla başlıyor: ??İnsan eğer insan kalacaksa taraf tutmak zorundadır. (Sessiz Amerikalı / Graham Greene.)” Şimdilerde futboldan ziyade bir konuda taraf tutmak pek kabul gören bir tavır değil oysa?

– Bizim için öyle değil. Belki yeni kuşaklar için bu söylenebilir ama ben tüm hayatım boyunca azınlıktan yana oldum. Onun için bu dediğiniz bana pek bir şey ifade etmiyor. Ben 13-14 yaşımdan beri vicdanımın emrindeyim. Yani vicdanım benim yüreğime çöreklenmiştir. O zamanlar yatılı okuyordum. Bir akşam okuldan kaçmıştık. Dönüş yolunda, hani filmlerde ya da masallarda anlatılır ya; nur yüzlü bir ihtiyar gördük; oturmuş ağlıyordu. İnsanı, acı çeken yetişkin insan sesi kadar etkileyen çok az şey vardır. İşkence de o yüzden zordur ya… Adamı başkasının acı çeken sesiyle korkuturlar. Bu 80’lerine yakın adam, hiçbir şey demeyip, ağlıyor. Sadece ??Káğıt” ve ??Beni havuza atacaklar” diyor. Bir türlü ne dediğini anlamak mümkün olmuyor. Elindeki káğıtlar orada bir yerdeki mazgala düşmüş, sonunda onu anladık. Mazgalı açıp içine girdik. İçinde siyah, kararmış, katlanmış bir káğıt. Bilmem ne mahallesi muhtarlığından verilmiş bir belge. Üzerinde ??İşbu káğıda sahip olan kişi, kimsesizdir, öldüğü zaman defin işlemleri tarafımızdan yapılacaktır” yazıyor. Meğerse diyorlarmış ki kahvede: ??Sen öleceksin. Kimsesiz olduğun için seni Ege Üniversitesi’nin havuzuna atacaklar. Cesedini de kadavra olarak kullanacaklar.” Adam onu söylermiş. Sonra biz de ağlamaya başladık. İlk gizli örgütümü orada kurdum ben. 13-14 yaşındaydık. Öldüğü zaman yargılanmakta olduğumuz için gidemedik ama aşağı yukarı on kuşak, nesilden nesile o adama baktı, göz kulak oldu. Orada yemin ettik çünkü; ??Emin ol, seni gömeceğiz” diye… Adam sadece gömülmek istiyordu. O zamandan beri benim efendim, vicdanımdır. Efendisi vicdanı olan bir yazar, kalemini günün modasına göre kullanmaz. Benim yazarlık seçimim ve eğilimim böyledir; hiçbir zaman moda bir yazar olmadım. Solcu iken solu anlamsız bir biçimde eleştirdiğim söylendi. O eleştirileri yapanlar sonra sağcı oldular, TÜSİAD’a girdiler ama ben olduğum yerde duruyorum.

80’lerden sonra ??kaybedenlerin asaleti” toplum nezdinde ciddi bir hasara uğradı. Şimdilerde başarıya tapınma döneminde yaşıyoruz. Sizse hálá bir nevi kaybeden edebiyatı yapıyorsunuz.

– Bu dediğiniz çok kötü bir şey. Değer yargılarının hakikaten de erozyona uğramasıyla ilgili… Bir de tabii 12 Eylül’ün toplumsal vicdanı kazır gibi, bir sürü yerden yok etmesinin sonuçları bunlar. Anlamsız, mide bulandıracak biçimde bir güce tapınma var. Başarılı olanın önünde, her ne olursa olsun, eğiliniyor. Ama bu tür şeylerin moda olduğunu düşünüyor, günün birinde geçecek diyorum. Düşünsenize özgürlük kavramı, bir konsept olarak cep telefonuyla bir araya getiriliyor. 200 yıl sonra bunları kimse hatırlamayacak. Hatırlanan, kitaplarda olandır, edebiyattır. Şimdi bazıları diyecekler ki: ??Dinozor! O da böyle düşünüyor.” Ama dinozor olmak, solucan olmaktan iyi bir şeydir.

Kitaplarınızdaki her şeye, bütün o kaybedenler kalabalığına rağmen ben sizin epey umutlu bir perspektifiniz olduğunu düşünüyorum. Kusma Kulübü’nün esas kahramanın adı da Umut nitekim…

– Cesaret dediğimiz şey, korkarak ilerleyebilmek ve asla pes etmemektir. Cesaret biraz da inatçılık demektir.

Kitaptaki Selim karakteri, filozof Kadir’den bahsederken; ??Yalnızlığa katlanamayan birinin Tanrı’yı kıskanması aymazlık değilse nedir?” diye soruyor. Tanrı ile hesaplaşma, sizin tüm külliyatınızda yer alan bir şey. Tanrı’yla kavganız bitecek gibi görünmüyor.

– Bitmiyor, zor… Bir yazar ve sanatçı için Tanrı fikri nedir? Bir kere yaratıcılık kulvarına girdiğiniz zaman en büyük yaratıcı Tanrı. En büyük özelliği hem yok etmesi, hem de yoktan var etmesi. Ve her zaman karşınızda olan O… İkincisi, ne kadar önemli bir yazar olursanız olun, öneminizi onaylatmanın tek yolu yine de Tanrı’yla belli seviyede atışabilmek. Bunu becermeniz gerek. Yani yazarlar ve sanatçılar için Tanrı’nın gereği bu. Varlığını onaylatma kaygısı… Bir yandan da kendinle hesaplaşabilmek için bir ölçek ya da platform diye de düşünebiliriz Tanrı kavramını. Yıllar önce felsefe hocam; ??Tanrı’yla meselesi olmayan hiçbir büyük sanatçı yoktur” demişti. Bir sanatçı Tanrı’yla didişmiyorsa, en azından gelecek kaygısı yoktur.

Kitap mutsuzluğa alışmakla başlıyor.. Sizin durumunuz nasıl?

– Ben ??Yüz: 1981”de bir şey yapmaya çalıştım. Ondan önce hep solcu, eylemci genç adam tipini sorguladım. Bu çünkü çok ilginç bir tipti ve bir insanlık durumuydu. Sonra ??Yüz: 1981”de ilk defa sıradan bir insanı yazdım. 12 Eylül insanı. ??Bana ne? Beni ilgilendirmez. Ben sorumlu değilim.” Bakış açısı bu; sıradanlık… Bir insanın zeka seviyesiyle ilgili değil, hayata yönelik bakış ve seçimleriyle ilgili bir şey. Son derece akıllı insanlar da sıradan insanlar olabilirler. Sıradanlığı yazmıştım. Bu kitapta da ilk bakışta Umut, sıradan bir tip. Sıradan kaygıları var: Büyük bir kentte barınabilmek, büyük bir pastadan küçücük ısırıklar alabilmek… Ne diyor: ??Beni döl yatağından bir düşük gibi atan bu kentte kalmak istiyorum.” Yola öyle, o büyük kentin empoze ettiği şeyleri kabullenerek başlıyor. Ama işte vicdan… Bir müddet sonra süt içemeyen bebekleri hatırladıkça, bu magazin dünyası içinde başlayan serüveni, onu bambaşka bir yere, büyük bir Tanrı’nın kulu olmaya kadar götürüyor.

BÜTÜN AFRİKA BENİM OLSUN DİYEN ÇİTA VAR MI?

??Bu gezegen üzerindeki en tehlikeli hastalık zenginliktir, yok edilmesi gerekir” gibi bir cümle var. Bu rahatlıkla servet düşmanlığı şeklinde algılanabilir.

– Ben bunu bilerek, yıllardır söylüyorum. Zenginlik, istemekle ilgili bir hastalık. Çok zengin gördüm. Mesela o zenginliğe yol açan haris biriyle aranızda bir kase fındık dursun da yiyin bakalım. Siz biraz aldığınızda o bütün tabağı bitirmiş olur. Çok gördüm bunu… Kendine hakim olamıyor; adab-ı muaşeret kanunlarına aykırı olduğunu düşünse bile kendini tutamıyor. Daha fazlasını istiyor, her şeyi kendi malı sanıyor. Doğada böyle bir şey var mı? Bir çita düşünün; ??Bütün Afrika benim olsun” diyeni var mı? İşin acayibi, şimdi herkesin zengin olması gerektiğini söylüyorlar. Olsa, şimdiye herkes zengin olurdu. Bir kısım daha fazla zenginleşiyor, bir kısım fakirleşiyor; bu çok açık belli. Bu küreselleşme, globalleşme dedikleri şeyler ise yüz kızartıcı, utanç verici şeyler… Geçen gün okudum; ABD’de, yılda zayıflamak için 80 ile 180 mi ne milyar dolar harcanıyormuş. Milyar dolar… Biz sekiz milyar dolar için amuda kalkıyoruz. Demek ki insanlar 75 milyar dolar zayıflamak için harcıyorlarsa, en az bir 75 milyar dolar da fazladan yiyorlardır.

SUPERMAN’DEN NEDEN NEFRET ETTİM?

Ben yatılı okuldayken bir kere disipline verildim. Çok parlak bir öğrenciydim, sporcuydum falan da; o yüzden bana çok ilişmezlerdi. Yine orta üç gibi… Sanıyorum bize ta 45’lerden beri nüshaları gelirmiş; London Illustrated diye bir dergi vardı; büyük bir resimli haber dergisi… Onda, açlığın sorun hálinde ortaya konuluşunu, çocukların ne kadar zayıf olabileceğini gördük. Nijerya’daki karnı çıkmış, zayıf çocuklar var ya, onları gördük; dehşet verici bir şeydi… Ben o sırada Superman okuyorum. Orada dank etti kafama: Superman, her şeyi yapıyor, oraya uçuyor, buraya uçuyor ama dünyadaki açlığı yok etmiyor mesela. İdeolojik olarak çok aşağılayıcıydı… ABD’de kasabanın birinde Tanrı gibi bir adam yani; elini sıktı mı her şeyi altın yapıyor. Ama yok, bu düzenin gidişatında bir dahli yok. Okulun bütün dolaplarını kırdım, okulda ne kadar Superman varsa yırttım. O zamandan beri Superman’den nefret ederim.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir