Doğan Akhanlı Madonna?nın Son Hayali?nde, Sabahattin Ali?nin “Kürk Mantolu Madonna”sı Maria Puder?in peşine düşüyor. Maria Puder, gerçekten de doğum sırasında mı ölmüştü? Yoksa İstanbul?da demir atmasına izin verilmeyip, soykırımından kaçmaya çalışan 769 yolcusuyla sulara gömülen Struma?da mıydı Kürk Mantosuz Madonna?
Doğan Akhanlı, farklı hikâyelerin ve farklı edebi türlerin “deneme ve romanın” kardeşliğini, “metinlerarasılık” kavramının oyundan öte, insanlık durumlarına, acılara ve hayallere işaret ederek de kurgulanabileceğini gösteriyor.
*?Şiirleri, hikâyeleri ve romanlarıyla edebiyatımızın en büyük ustalarından Sabahattin Ali’nin parçalanmış cesedi, 16 Haziran 1948 Çarşamba sabahı, Bulgaristan sınırına yakın bir çatakta sürüsünü güden bir çoban tarafından bulunmuştu. Maktulün yanında, ucu kırılmış bir pipo, camları parçalanmış yuvarlak çerçeveli bir gözlük, bir kitap, mürekkebi kurumuş bir dolmakalem ve not defteri göze çarpıyordu. Not defterinde okunabilen tek bir cümle vardı: “Maria Puder öyle ölmedi.”

Fotoğraf: İstanbul’da demir atmasına izin verilmeyip, soykırımdan kaçmaya çalışan yolcularıyla batan ‘Sturma’ gemisi.

Maria Puder kimdir?
Peki kimdi Maria Puder? Maria Puder, Sabahattin Ali’nin 1943’te yayımlanan Kürk Mantolu Madonna romanının kahramanlarından birisidir. Hikâyesini kısaca özetliyeyim: Sabun imalatını öğrenmek için, İkinci Dünya savaşı arifesinde Berlin’e giden Türk genci Raif’i, içine kapandığı kitaplar ve düşler dünyasından, kendisi gibi duygusal yapıdaki Yahudi bir kızla yaşadığı, tutkulu bir aşk çıkaracaktır. Biri Batı’dan öteki Doğu’dan gelen iki yaşam kaçağının, iki düş insanının karşılaşmasıdır bu. Ancak kader ağlarını örmüştür. Babası ölünce yurda döner Raif, Nazilerin Yahudiler üzerinde estirdikleri baskı ve şiddet ortamı nedeniyle Maria ile iletişim de kuramaz. Kötü haberi, Maria’nın götürüldüğü toplama kampında ölmüş olduğunu, yıllar sonra Ankara garında bir Alman kadından işitecektir. Kadının yanındaki küçük kız, Maria’nındır. Yani Raif’in de kızıdır. Ne var ki, tren hareket etmiş, Raif, bir daha asla göremeyeceği kızına bir kez bile sarılamamıştır…
Sol düşüncelere sahip, muhalif bir insandı Sabahattin Ali; kuşkusuz bütün yazdıklarının ardında bu duruşun izleri vardır, ama her şey konunun ve ayrıntıların içinde kodlanmıştır. Roman, bir yandan topluma ve geleneksel aile yapısına, öte yandan savaşın akıldışılığına ve kafatasçılığa açık bir tavır alıştır. Sadece Nazilere değil, onların yerli işbirlikçilerine de yönelen bir karşı çıkış. Okuyucu, bu hüzünlü aşka engel olan savaşa, genç öğrencinin yaşamdan el etek çekmesine, Maria ve kızı Alma’nın akıbetlerine üzülüp öfkelenmeden edemez. Oysa Sabahattin Ali, ne büyük laflar etmiş ne yaşananları abartmıştır. Tam tersi, o yumuşak, pastoral üsluptur isyan ve hüzün duygusunu yaratan.
Şimdi yeniden o uğursuz güne, aslında faili de, kışkırtıcısı da belli Sabahattin Ali cinayetine, not defterindeki “Maria Puder öyle ölmedi” cümlesine dönelim. Çünkü Doğan Akhanlı, Madonna’nın Son Hayali romanını bu cümleden yola çıkarak kurgulamış; eğer “öyle ölmediyse”, yani romanda söylendiği gibi bir toplama kampında can vermediyse, savaşın dehşet dolu atmosferinde nelere maruz kalmıştı Maria? Ya da gerçekten yaşamış mıydı?
İşte bu soruların izini sürmüş Akhanlı. Bu soruların izini sürmek insanın insana çektirdiği acılarla, 20. yüzyılda işlenen büyük günahlarla yüzleşmek anlamına geliyor. Akhanlı, tam da bunu yapmış; sadece Nazi vahşetiyle değil, insan hayatları üzerinden hesaplar yapan her devletle, ırkçılığın her çeşidiyle yüzleşirken okuyucusunu da yüzleştirmiş.
Kurgudan gerçeğe
Hikâye 1948 yılında, Sabahattin Ali’nin ölüme yaklaştığı bir anda başlıyor. Ancak anlatıcı, Sabahattin Ali’yle yer değiştirmiştir. “Ölümden ürktüğümden değil, âşık olduğum kadının, Maria Puder’in, kendi kalemimle bozduğum hayat hikâyesini düzeltemeyeceğime kahroldum” diye düşünecektir anlatıcı-Sabahatin Ali. Ve okuduğumuz ilk bölüm, Maria’nın hayat hikâyesinin tashihidir. Böylelikle, Hakikat gazetesinin ‘siyasete karışmayan sürükleyici bir aşk hikâyesi’ siparişi üzerine yazılan Kürk Mantolu Madonna’daki kişi, mekân ve olayları yeniden yorumlar anlatıcı. 1940’lı yıllar Türkiye’sinin siyasi ortamında yazılan her satırın şifresini çözmeye koyulur…
Bence asıl roman, ikinci bölümde, anlatıcının Kürk Mantolu Madonna’yla ilgili çocukluk anılarıyla başlamış. Anlatıcımız, bir köy öğretmeninin yedi yaşındaki oğlu. Sabahattin Ali’nin romanı bir kış günü gelir evlerine. Bütün ailenin toplandığı sobanın başında yüksek sesle okunan hikâye bittiğinde, hepsinin gözlerinde -en çok da trenden babasına el sallayan Alma için- yaşlar dolmuştur. Gerisini anlatıcının ağzından dinleyelim; “Beyaz, mehtaplı bir geceydi. Hem dolunay vardı hem de lapa lapa kar yağıyordu. Odalarımıza çekildikten ve aynı odayı paylaştığım kız kardeşim uykuya daldıktan bir süre sonra kapı açıldı. Annem sessizce içeri süzüldü. Yanıma uzandı. Birlikte pencereden ay ışığını ve kar tanelerini seyrettik. Kar tanelerinin arasından mehtaba doğru süzülen sarı saçlı küçük kızı annem de görmüş olmalı ki, “Üzülme,” dedi, “Alma yaşayacak!”
Aradan yıllar geçer. Maria gibi anlatıcı da faşizmin sillesini yemiş, yurdunu terk etmek zorunda kalmıştır. Bir tren yolculuğunda valizinden yanlışlıkla Kürk Mantolu Madonna kitabı çıktığında, geçmişi hatırlayacaktır. Üstelik şimdi Berlin’dedir. Artık Maria ve Alma’nın izini sürebilir. Hikâye ilerledikçe Maria Puder, yavaş yavaş ete kemiğe bürünmeye başlar. Bir Maria Puder gerçekten yaşamış ve 1940’ta Polonya’ya sürülmüştür. Yani Auschwitz’e… Anlatıcı yakaladığı ipuçlarını takip eder. Filistin’e gitmek için Köstence limanına gelmiştir Maria ve kardeşi. Sturma gemisiyle de İstanbul’a… ‘Gerisini tarih kitaplarından biliyorsunuz zaten’ demek isterdim, ne var ki Sturma faciası resmi tarihin kara deliklerindendir; ders kitaplarına geçmemiş, yakın zamana kadar yüksek sesle dillendirilmemiş, ayıp yüzümüze vurulmamıştır. Yani bileni azdır. Bu nedenle ben söyleyeyim; Maria’nın son hayali gerçekleşmeyecektir;
“Merak eden olursa, vapurun infilak ettiği an, Maria Puder’in son hayaline tutunduğumu söyleyebilirdim. İnanan çıkarsa, Maria Puder’in son hayalinin kırmızı elmaların çiçek açtığı mevsimlere doğru yol aldığını, müstakil bir evin bahçesine konduğunu, son hayalinin şahidi olduğumu anlatabilirdim. Maria Puder, kayın ağacının gölgesinde kuşların ve rüzgârın sesini dinleyerek karabasansız bir uykuya dalmıştı. Belki de az sonra uyanacak, başı Bulgaristan sınırında parçalanmamış olsa, başucunda Sabahattin Ali’yi bulacaktı.”
Hatırlamak
Madonna’nın Son Hayali, insanlık suçlarıyla, hatırlamakla ilgili bir roman. Asıl hatırlanan Nazilerin Yahudilere uyguladıkları soykırım, ama cinayetler cinayetleri, katliamlar katliamları, acılar acıları çağırıyor. Mesela Berlin sokaklarında yapılan bir gezintide Rosa Luxemburg’un katledildiği meydana çıkıyor yolunuz. Ya da Talat Paşa, Dr. Bahaddin Şakir ve Azmi Bey’e bu kentte düzenlenen suikastler Ermeni tehcirini hatırlatıyor. Kimi zaman da Neo Nazilerin kundakladıkları evde yanan Türk işçiler canlanıyor anlatıcının belleğinde.
İlginç bir kurgusu var Madonna’nın Son Hayali’nin. Kurgusal bir metinin dış dünyanın tarihsel gerçekleriyle yeniden kurgulanması ilgiye değer. Doğan Akhanlı, bu uzun hatırlama ve anlatma sürecinde dilsel zaaflara da düşmemiş. Hele ki, anlatıcının doğrudan kendi hayatıyla ilgili bölümlerde çok başarılı. Ancak Sabahattin Ali’yle yer değiştirdiği ilk bölüm için aynı şeyleri söylemek zor. Bu bölüm farklı bir kurguyla kaleme alınsaydı roman bütünlüğü açısından daha iyi sonuç verebilirdi.
Mutlaka okuyun Madonna’nın Son Hayali’ni; önyargılarınızı bir kenara bırakıp öyle okuyun. Sturma yolcularını yaşadıkları topraklardan kovan Alman hükümetini, konjonktür nedeniyle onlara arka çıkmayan İngiliz hükümetini, topraklarında Yahudi görmek istemeyen Arapları, dümeni bozuk Sturma gemisini yolcularıyla birlikte bir gece vakti Karadeniz’in karanlık sularına sürükleyen ‘tarafsız’ Türkiye Cumhuriyeti’ni ve gemiyi aynı gece sulara gömen Sovyet denizaltısını, hepsini bir fotoğraf karesine toplayın. Fotoğrafın arkasını çevirdiğinizde, ‘bir katliam hatırası’ yazısını görecek ve Sturma’nın 769 yolcusunun imdat çağrılarına sağırlaşan insanlığın sefaletini düşüneceksiniz. Peki ya o insanların ölüme giderken neler hissettiklerini hissedebiliyor musunuz? Kendinizi onların yerine, Yahudi, Ermeni, Çingene, Kürt, Türk, Arap, ezilen her kimse, onun yerine koyabiliyor musunuz? Adorno’nun neden Auschwitz’den sonra şiir yazılamaz dediğini işte o zaman anlayacaksınız.
Cedlerinin hem masum, mağdur ve mazlum, hem cesur, yiğit ve savaşçı olduğunu bir cümleye sığdıran, konferans kapılarını tutarak tarihi değiştirebileceklerine inananlar, Madonna’nın Son Hayali’ni elbette okumayacaklar. Zaten okumaları da gerekmiyor. Nasılsa onlara duymak istediklerini anlatacak nöbetçi tarihçiler var. “Bizimle ilgisi yok, ne yapabilirdik, elimizden ne gelirdi, şeklindeki bahanelerin, önüne gelenin ne kadar çok Ermeniyi ya da Yahudiyi kurtardığından söz etmesinin anlamı nedir?” sorusuna verecek cevapları yok, ama taşlaşmış bir ideolojileri var.?
*A. Ömer Türkeş, Radikal Gazetesi 30.09.2005

Madonna’nın Son Hayali -Doğan Akhanlı, Kanat Yayınları, 2005, 330 sayfa

Previous Story

Gülünçlük, Çelişki ve Yoz Mizah – Yalçın Küçük

Next Story

Kırık Makara – Arif Damar

Latest from Romanlar

Sarsılmak – Zafer Köse

Sarsılmak, derin ve katmanlı bir roman. Gündelik dilin nüanslarını yansıtan akıcı bir dille yazılmış olması da önemli.Zafer Köse sadece bir depremi değil, toplumsal ve
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ