Malina – Ingeborg Bachmann

Ingeborg Bachmann?ın başyapıtı Malina, her şeyin iç dünyaların yoğunluğunda yaşandığı, mutlak aşkın ve birey olma savaşımının romanı. Bachmann?ın sarsıcı bir saptamayla ortaya koyduğu gibi: ?Faşizm, atılan ilk bombalarla başlamaz, her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar, iki insan arasındaki ilişkide başlar…?

Malina, ya da Günlük Cinayetlerin Romanı – Ahmet Cemal
(Akyol Sokağı, 2/10/1985)

İlk kez 1971?de yayımlanmıştır Malina; çıkışının hemen ardından birkaç baskı yaptı, kısa zamanda çoksatar listelerine yerleşti. Bunu, kitabın normal bir satış çizgisine oturduğu, ama hiç ortadan yitip gitmediği yıllar izledi. 1980?den sonraki yıllar ise yeni bir gelişmeyi başlattı. Bu gelişme günümüzde, Malina?nın, yüzyılımız Avrupa romanının en önemli ürünlerinden biri sayılmasıyla noktalanmış bulunuyor. Malina, bu yeni niteliğiyle artık salt Avusturya yazınının değil, dünya yazınının bir yapıtıdır. Tıpkı Ingeborg Bachmann?ın, salt Avusturyalı bir ozan ve yazar olma niteliğini çoktan geride bırakmış oluşu gibi. Malina, çıkışından günümüze değin zaman zaman çok yoğunlaşan tartışmalara konu oldu. Bu tartışmalar çerçevesinde yapıtı göklere yükseltenlere olduğu kadar, onun roman olma niteliğini yadsıyanlara da rastlandı. Burada kanımca, her iki tutumun da Malina?nın hakkını verebilmekten uzak olduğunu belirtmek gerekir. Ama burada biraz ara verelim ve yine Malina?ya dönmek üzere, biraz da yazara yaklaşalım. ?Belli bir an vardı çocukluğumda; o an, benim tüm çocukluğumu yıktı. Hitler?in birliklerinin Klagenfurt?a girişleri. Bu, o denli korkunç bir şeydi ki, anılarım o günle başladı; başka deyişle, erken gelen, o güçte olanını daha sonra çekmediğim bir acıyla…? Ingeborg Bachmann, 24 Aralık 1971 tarihinde kendisiyle yapılan bir konuşmada, çocukluğuna ilişkin olarak bunları söylüyor. Aynı konuşmada kendisine, Malina?da toplumu ?en kanlı arena? diye nitelendirmiş olduğu anımsatıldığında, Bachmann?ın yanıtı şöyledir: ?Evet, yoksa kuşku mu duyuyorsunuz bundan? Bu sözde uygar dünyada, görünüşte uygar davranan insanlar arasında, gerçekte sürekli bir savaşın egemenliğinden kuşku mu duyuyorsunuz? İnsanların birbirlerini ağır ağır öldürmekte olduklarına inanmıyor musunuz? Kimi zaman herkes açık ve seçik görebiliyor bu gerçeği, ama uzun zaman parçaları boyunca da insanlar yine belli bir dinginlik içersinde yaşayıp gidiyorlar, küçük yaralarıyla, yaralanmalarıyla birlikte, ve aslında yaşanabiliyor da bunlarla…? Daha önce, 5 Mayıs 1971 tarihli bir konuşmada, Malina?dan söz ederken: ?Kitabı yazdığım sıralarda, bugün yayımlananların pek azını okumuştum, ama içimde bir şeye karşı yazdığım duygusu vardı. Varlığını hep koruyan bir teröre karşı. Çünkü insanın gerçek ölümü, hastalıklardan değildir, insanın insana yaptıklarındandır.? Olabileceğince canlı kılmak için kendi sözlerini alıntıladığımız Ingeborg Bachmann, 1926 yılında Avusturya?nın Klagenfurt kentinde dünyaya geldi. Felsefe öğrenimi yaptı. 1950?de Martin Heidegger üzerine bir doktora tezi verdi. 1959?da Frankfurt Üniversitesi?ne öğretim üyesi olarak çağrıldı. Ünlü kuramsal yapıtı Frankfurt Dersleri (Frankfurter Vorlesungen, 1960) bu çalışmaların ürünüdür. Ertelenmiş Zaman (Die gestundete Zeit, 1953) ve Büyük Ayı?ya Çağrı (Anrufung des grossen Bären, 1956) adlı şiir kitaplarıyla büyük yankılar uyandırdı. Öyküler, denemeler ve radyo oyunları kaleme aldı. Çalışmaları, Georg Büchner Ödülü, Grup 47 Ödülü, Bremen Kenti Yazın Ödülü, Berlin Eleştirmenler Ödülü, Avusturya Büyük Devlet Ödülü ve Anton Wildgans Ödülü gibi ödüllerle takdir gördü. Ingeborg Bachmann, 1973?te, uzun yıllar yaşadığı Roma?daki evinde fazla miktarda uyku hapı aldıktan sonra yaktığı sigaranın yol açtığı yangında aldığı yaralar sonunda öldü. Malina, yazarın ?Ölüm Türleri? (Todesarten) ana başlığı altında yazmayı düşündüğü bir dizi romanın tamamlanabilmiş ilk ve tek bölümüdür. Malina konusunda da sözün çoğunu yazarına bırakmak, herhalde yerinde olacaktır: ?Gerek bu kitapta, gerekse sonraki kitaplarda savaş üzerine bir şeyler yazmak istemiyordum. Çünkü bunu yapmak çok basit, benim için aşırı basit olan bir şey. Savaş üzerine herkes bir şeyler yazabilir, ve savaş her zaman korkunçtur. Ama barış üzerine bir şeyler yazmak, yani bizim barış dediğimiz şey üzerine, çünkü bu, gerçekte savaştır… Gerçek savaş, her zaman adı barış olan savaşın patlamasıyla doğar…? (22 Mart 1971) ?Kitabım İtalya?da yayımlandığından bu yana, bana hep kitabımın ikinci bölümünü faşizmi göz önünde tutarak mı yazdığımı sordular. Ve ben de dedim ki, hayır, daha önce yazmıştım, faşizm nerede başlar sorusu üzerinde daha önce düşünmüştüm. Faşizm, atılan ilk bombalarla başlamaz, her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar, iki insan arasındaki ilişkide başlar… ve ben anlatmak istedim ki, savaş ve barış yoktur, hep savaş vardır…? (Haziran 1973) Malina romanındaki ?ütopya? üzerine: ?Kimi zaman bana neden içinde her şeyin iyi olacağı ütopik bir ülkeyi, ütopya niteliğinde bir dünyayı tasarımladığımı sordular. Yaşadığımız günlük yaşamın iğrençliği göz önünde tutulduğunda, bu soruyu yanıtlamak bir çelişkiye yol açabilir, çünkü bizler, günümüzde gerçekte hiçbir şeye sahip değiliz. İnsan, ancak maddi şeylerin ötesinde bir şeylere sahipse zengindir. Ve ben bu materyalizme, bu tüketim toplumuna, bu kapitalizme, burada cereyan eden bu korkunçluğa, sırtımızdan yaşamaya hakları olmayan bu insanların zenginleşmesine inanmıyorum. Gerçekte inandığım bir şey var, ve ben buna ?bir gün gelecek? diyorum. Ve özlemini çektiğim şey, bir gün gelecek. Evet, belki de gelmeyecek, çünkü onu hep yıktılar, binlerce yıldır yıktılar. Gelmeyecek, ama ben yine de inanıyorum geleceğine. Çünkü eğer inanmazsam, artık yazamam.? (Haziran 1973) Bachmann?ın Malina?sı, mutlak aşkın romanıdır. Başka deyişle, hiçbir zaman iki kişinin aynı zamanda paylaşamayacağı, salt cinselliğin çok ötesinde, ancak iç dünyaların yoğunluğunda yaşanabilen bir aşkın romanı. Dış görünüş bakımından, roman olaysızdır; çünkü her şey, ?iç dünyanın alanlarında? olup biter. Bu aşk, son derece güç bir aşktır. Bachmann, bir defasında kendisine, ?Her erkek ve her kadın âşık olabilir mi?? diye sorulduğunda, ?Hayır,? yanıtını vermiştir, ?olamaz, çünkü aşk, bir sanat yapıtıdır.? Malina, kimilerince çok bireysel diye nitelendirilmişti ilk çıktığında; aradan kısa bir süre geçtikten sonra bu yargının da, bireyselleşilmeden toplumsallaşılabileceğine ilişkin sapkın inancın ürünlerinden biri olduğu ortaya çıktı. Bir konuşmada yazar, önemli ve önemsiz ya da büyük ve küçük konular ayrımlarını şöyle ele alıyor: ?Çok sayıda yazarın yazmak zorunluluğunu duyduğu büyük olayları yazmak da, bunlardan yakınmak da çok kolaydır. Pakistan?da olanların, şurada, burada olanların korkunç olduğunu söylemek için büyük bir sanatın varlığı gerekmez. Yanı başımızda her gün nelerin olup bittiğini, günlük yaşamda insanların insanları nasıl öldürdüklerini söylemek; önce betimlenmesi gereken, budur; önce bu yapılmalıdır ki, büyük cinayetlere nasıl yol açıldığı anlaşılabilsin.? (7 Ekim 1972) Malina, Bachmann?ın öykülerinin çoğunda dile getirmiş olduğu bir temel tutumun yeni bir yansımasıdır. Bachmann?a göre İkinci Dünya Savaşı?nı izlemiş olan ?savaş sonrası? dönemi, belki ilkinden de korkunç olan bir savaşın yaşandığı dönemdir. Bu savaş artık cephelerde, dış dünyada değil, insanların iç dünyasındadır; en büyük hedef, insanları iç dünyalarında yıkmaktır. Bu yıkım ve cinayetler, artık tarihin belli dönemlerinde değil, günlük yaşamımızda yer alır. Bachmann?a göre insanın insanı manevi açıdan, sevgisizliklerle, türlü yaralamalarla öldürüşü, gerçek cinayetleri oluşturur; boyutları daha geniş olan sonraki tüm cinayetlerin, büyük kıyımların temeli, bu günlük cinayetlerde aranmalıdır. Malina?nın yapısı, bu temel tutumu işlemek bakımından tam bir yetkinlik örneğidir. Romanın akışı konusunda okurlarda bir önyargı yaratmamak için, bu yapıya ve akışa ilişkin daha fazla ayrıntı vermekten bilinçli olarak kaçınıyorum. Zaten Bachmann?ın kendisi de bir soruya verdiği yanıtta, bir romanın değişik biçimlerde, değişik yorumlarla okunabileceğini, bu durumun Malina için de geçerli olduğunu belirtmiştir. Okurlar, romanın anlatımında bazı şaşırtıcı özelliklerle karşılaşabilirler. Bu, yazarın ?yeni bir dil olmadan yeni bir dünya olmaz? savından kaynaklanan bir anlatım özelliğidir. Bachmann?ın dil sorununa yaşamı boyunca verdiği önem, Wittgenstein?la yoğun biçimde ilgilenmiş oluşu vb noktalar göz önünde tutulursa, Malina?daki özel anlatım biçiminin nedenleri daha da açık biçimde ortaya çıkar. Biraz da bu romanı çevirirken izlediğim yöntemden söz etmek istiyorum. Malina?yı çevirirken, ?çeviri kokusu?ndan asla korkmadım; dahası, kimi yerde kitap ?çeviri koksun? diye özel çaba bile harcadım. Kendine özgü anlatım biçimlerini dilimize çevirmenin amaçlarından biri de, kendi dilimizin sınırlarını sonuna değin zorlamak, bunun sonucunda amaç dilde yeni olanaklara ve boyutlara kavuşabilmektir. Malina?da hep bunu göz önünde tuttum. Bu amacımda ne ölçüde başarıya ulaştığımı ya da ulaşamadığımı doğal olarak ben değerlendirecek değilim. Bir başka özellik, romandaki ?Viyana atmosferi? açısından ortaya çıktı. Viyana?ya ve kısmen de Avusturya?ya ait bazı özelliklerin (yer adları, yemekler vb.) çeviride verilmesinde, sık sık dipnotlara başvurulması düşünülebilirdi. Epey düşündükten sonra, bundan da bilinçli olarak kaçındım. Kanımca Malina gibi baştan sona bir akış?ı dile getiren bir romanda, sayfa altlarının kalabalıklığı bu akışı çok bozacaktı. Benim için çok yoğun bir çeviri çalışmasıydı Malina; çevirinin sonuna yaklaştığımda, oldukça ciddi sağlık sorunlarıyla yüz yüze gelmeme yol açan yoğunlukta bir çalışma; ve ben bu çalışmamı, gerçek bir sevgi ortamında bitirdim. Malina iç dünyamda seçilmiş sevgilerin doruklarında olduğum bir dönemde çevrildi. Var ise, başarısını buna borçlu olacaktır. Bu çeviri, başlanmış bir çeviriydi. Hiç bitmeyebilirdi. Eğer iki seven, Mustafa ve Zeynep yaşamıma girmeselerdi. Bu çeviriyi tümüyle sevgi arayışımın doruğu olan bu iki insana armağan ediyorum.

Romanda Kadın Sesi – Hikmet Temel Akarsu
(27/08/2004 tarihli Radikal Kitap Eki)

Vahşi ormanlarda yaşayan bir tür hüzünlü kedinin adı, onun soyadıydı. Onun için ‘son romantik’ derlerdi. Edebiyat için gözyaşı döktüğüne tanık olduğum son insandı. O yıllarda Moda Moda, Koço Koço, edebiyat edebiyat, arkadaşlık ise arkadaşlıktı…
Moda İskelesi’ne vapurlar yanaşırdı. Kenar mahallelerin aşifte kızlarının rekreasyon için tercihi hâlâ Moda’ydı. Şipitaklı otomobillerle kızlara caka satan kötü yetişmiş genç erkeklerin de… Her şey nasıl da kötüye gidiyordu… O kadar belliydi ki… Buna rağmen, içki parasını daha kolay çıkıştırırdık o zamanlar sanki… Kötü geçmiş bir günün Marmara üzerindeki batışı sırasında loşlaşan meyhanede 60’lı yıllardan kalma aranjmanlar çalarken kederin adını koymak gerekirdi. İşte o vakit içer içer, saya döke ‘Malina’dan söz ederdi bana Koço’da… Edebiyat için gözyaşı döktüğüne tanık olduğum son insan, tuhaf bir şairdi. Yıllardan 1987’ydi… Başımıza gelecekler öylesine belliydi ki… Belki de o yüzden, o da Bachmann’a âşıktı. Bir erkeğin âşık olabileceği en trajik karaktere… Ve bana hep sevdiği kadını anlatırdı; Ingeborg Bachmann’ı yani…
Gençliğimizin; edebiyat aleviyle cayır cayır yandığımız temiz yıllarımızın hitamına geliyorduk. Hayat, kirlenme için sıramızın geldiğini işaret ediyor, parmağını sallıyor, temdit istemimizi acımasız faturalarla yanıtlıyordu. Bir baltaya sap olma yolundaki ayak sürümelerimiz bitmek bilmiyordu. Hâlâ içip içip Kanlıca’da Boğaz sularına dalan, denizin içinde ayakta durup, şişeyi kafaya dikleyip gece karanlığında şileplere baladlar okuyan, Aşiyan’da şairlerin mezar başlarında sabahlayan, yetişkinler arasında bir türlü hizaistikamet alamayan mağlup ediplerle düşüp kalkmak, onlardan diskur dinlemek de nesiydi?.. İşte adamı Bachmann okutmak suretiyle bitirirlerdi.

Fenomen bir roman
Nitekim çok zaman geçmeden, yaşamımda ‘tanıdığım'(!) üç-beş saygın kadından birinin metinleri arasında kayboluyordum… Malina ve Ingeborg Bachmann…
Bachmann 20. yüzyılın önemli edebiyat figürlerinden biridir. ‘Malina’ adlı romanı ise onun başyapıtıdır. ‘Malina’ sadece bir büyük yazara ait bir başyapıt değil, aynı zamanda edebiyata getirdiği pek çok yenilik ve duyarlılıkla bir fenomen romandır. Bilinç akışı tekniği ile yazılan romanlar arasında Joyce’un ‘Ulysses’inden sonra en önemli ikinci eser olarak anılır. (Hiç değilse benim için) Kadın yazarlar arasında bilinç akışı tekniğini en iyi kullanan yazardır Bachmann. Bunu gerçekleştirdiği eseri de ‘Malina’dır. ‘Malina’, yetkin olmayan okur için ilginç gelmeyebilir. Çünkü baştan sona iç döküşler ve bilinç akışlarından oluşan romanda bir olay örüntüsü ve karakterler dizaynı mevcut değildir. 20. yy’ın yetiştirdiği en önemli feministlerden olan Bachmann, roman sanatına el attığı anda bu maskülen dünyanın kalıplarını yıkarak işe başlar. Romanın bir mühendislik faaliyeti olarak ele alınması ve sağlam bir stüktüre sahip olması gerektiği gibi klasik yargıları ilk anda yıkar geçer. Bu yönüyle erkekler dünyasının edebiyatına ilk adımda meydan okur. Feminen bir dünyanın öncelikleri olduğunu militanca hissettiren bir edebi söylemle eserini örmeye başlar. Ve eserinin son satırına kadar bir daha asla taviz vermez.
‘Malina’ romanında İvan adlı erkek arkadaşıyla aynı daireyi paylaşan yazarın Bachmann olduğunu tespit etmemek için budala olmak gerekir. Buna rağmen yazar bunu asla dile getirmez. ‘Malina’ romanında pek çok unsur gibi bu da okurun ferasetine bırakılır. Herkesin hayatında olabilecek türden problemler, düş kırıklıkları, mutsuzluklar, gayrımemnunlukları
İvan’la sürdürdüğü yaşamın özelinde dile getiren baş kahraman kadın yazar, birinci tekil şahıs ağzından yüksek bir duyarlılık ve derinlikle meseleleri ortaya sererken Malina adlı bir başka erkekten söz edilir sürekli. Kimi zaman Malina’nın gerçekte varolup olmadığından kuşku duyarsak da yazar bu ayrıntıyı hep boğuntuya getirir ve fakat Malina üzerinden hareketle ve kıyasla İvan’la ilişkisini ve hayatı yargılar. Kimi zaman Malina’ya karşı duygularındaki yüce boyut inhiram noktasına varırken okuru müphem bir gerginliğin içine sürer. Acaba Malina diye biri var mıdır, yoksa bu bir hayal karakter midir ya da yazarın ruh dünyasının düşlediği ideal karakter midir? Ya da yazarın özdeşleştiği varolmayan bir kişilik midir? Yani bir alter-ego olayı mıdır söz konusu olan?…
Bu araştırmanızı fazlaca ileri götürmeniz için yazar izin vermez. Çünkü bunla ancak dedikoducu mahalle kadınları ilgilenir. Saygın okur ise içine düştüğü düşünsel tufanın farkındadır artık ve keder en onulmaz bir şekilde gelir ruhuna oturur.

Acımıza açı katar
‘Malina’nın her satırında derinlik vurgunları yiyen biri haline dönüşürsünüz böylece. Yazar kurgulu hikâyeler, zekice diyaloglar, derin entrikalar, romancı ustalıkları sergilemekten nefret eder. Bunları aleladelik olarak görür, adeta bulanır; bunu hissedersiniz. Yazar her başladığı tümcede başta kendine karşı olmak üzere acımasız düzeyde realisttir. Hayat lanetli bir serüvense, Bachmann bu konuda oynamaz, lafı uzatmaz. Acınıza acı katacak şekilde tokatları yemeye başlarsınız. Sadistik gibi gözüken bu yazınsal tavır eşsiz bir estetik duygu, sanatsal beceri ve kadınsı duyarlılıkla beraber anlatılır. Bachmann’ın büyük bir Almanca şairi olması bu noktada kendini gösterir. Şairane metinler arasında eriyip gitmeye başlarsınız.
Edebiyatın ileri aşamalarına ulaşmış kişilikler çok fazla hikâye, palavra, diskur dinlemekten hoşlanmazlar. Acımasız gerçeğin ruhunun yarıldığı dünyalara girmekten, yazın sanatının serin ve yüce kişiliklerinin bunaltı ve buhran karışık ‘kavrayışlılıklar dünyası’na vakıf olmaktan ve yüce bir sanatsal semada uçmaktan, yani yüksek edebiyattan hoşlanırlar. Alelade edebiyatın ön plana sürüldüğü ve dezenformatif amaçla kitleleri kandırmakta kullanıldığı günümüzde yüksek edebiyat yapan Bachmann gibi yazarların değerinin anlaşılması kolay değildir. Zaten buna hazır olmayan okur, bu işe girmemelidir. Çünkü anlaması olanaksızdır.
‘Malina’ romanında nasıl ki aslında Malina diye biri yoksa; ya da aslında o, yazarın ruh eşi olan süblime bir erkekse ve yazarın tüm insan ilişkilerini yargıladığı bir serüvenin soyut kahramanıysa, aynı şekilde gözle göremediğimiz iktidar ilişkileri tartışılır. Bachmann’ın vurgusu faşizmin iki insan arasındaki ilişkide başladığı yönündedir. Bunun mağduru da genelde kadınlardır. Bachmann, güncel hayatta insanların birbirini nasıl sürekli tükettiklerini betimler. Her an birbirleriyle ve tüm diğer türdeşleriyle çatışma halinde olan birey kazansa da kaybetse de oyun artık lanetlenmiştir bir kere. Bu konsepti benimsedikten sonra, hepimiz birbirini tüketmeye mahkum alçaklarızdır artık.
Buna rağmen Bachmann’ın insicamsız şekilde, tamamen özgür tiradlar halinde dile getirdiği şairane dilekler hep geleceğe dair umudu vurgular:
“Bir gün gelecek, insanlar savanları ve bozkırları yeniden keşfedecekler, uçsuz bucaksıza açılıp köleliklerine bir son verecekler, hayvanlar yükseklerdeki güneşin altında insanlara, artık özgür olan insanlara yaklaşacaklar(…) bu, başlangıç olacak; bütün bir yaşamın başlangıcı…” (Sf. 113)
Ingeborg Bachmann, tıpkı Kafka gibi karanlık geleceği önceden görmüş ve yadsıma duygusuna düşmüş, asosyalliğe gömülerek hayata küsmüş bir değerli ediptir. Onun dile getirdiği iktidar ilişkileri ve tüketim toplumuna dair sefil değer yargıları giderek kapsayıcı hâle gelip dünyayı tahammül edilemez bir yere dönüştürürken; yüksek duyarlılığa sahip çığlıkları olarak telakki edebileceğimiz edebiyatı, gitmekte olduğumuz ‘karanlık çöl’e dair lanetli kehanetleri tebliğ eder.
Anarko-feminist düşünüşün ve ‘noir’ kavrayışın öncel yazarlarından Bachmann’ın, ‘mutlak aşkın ve birey olmanın’ savaşımını anlattığı ‘Malina’ romanı bir 20. yüzyıl şaheseri olarak, geniş zamanlarda, gidip-gelip sürekli okumak için mutlaka edinilmeli. Münhasıran da feminizmi ehil olmayan parodi karakterlerden ve işbilir şarlatanlardan izlemeyi sürdüren ve kadın mücadelesinin çok zaman popüler medyanın maskarası hâline gelmesine hüzün içinde tanık olan kavrayışlı ve değerli Türk kadın okurları bu kitaba hakkını vermeli. Bu hepimiz için çok yararlı olacaktır. Çünkü, kadınlara yağcılık ederek prim toplamayı adet edinmiş kurnaz yazarlardan biri olmadığımı bilenlerin çok iyi bildiğine güvenerek şunu dürüstçe ifade etmek isterim: Gelecekte dünyada barış, eşitlik, özgürlük ve adalet kaim olacaksa eğer; bunu ancak kadınların sağlayabileceğine yürekten inanmış bir insanım.

Kitabın Künyesi
Malina
Ingeborg Bachmann,
Çeviren: Ahmet Cemal,
Yapı Kredi Yayınları,
Mayıs 2004
303 sayfa

Ingeborg Bachmann Hayatı
(d. Klagenfurt, 25 Haziran 1926 – ö. Roma, 17 Ekim 1973)
Ingeborg Bachmann 20. yüzyılın en önemli Avusturya’lı kadın yazarlarındandır. Avusturya?nın Klagenfurt kentinde doğdu. 1945-1950 yılları arasında Innsbruck, Graz ve Viyana Üniversitelerinde felsefe, psikoloji ve Alman filolojisi okudu. Çalışmalarında özellikle Heidegger ve Wittgenstein üzerinde yoğunlaştı. Heidegger?in varoluşçuluk felsefesi üzerine yazdığı tezle doktorasını verdi. İlk şiirleri 1948/49 yıllarında yayımlandı. 1959/60 yıllarında doçent unvanıyla Frankfurt Üniversitesi?nde şiir konulu dersler verdi. 1964?te Georg Büchner Ödülü?nü aldı. Aralarında Fransa, İngiltere, İtalya ve A.B.D.?nin de bulunduğu pek çok ülkeye yolculuk etti. 1965?ten itibaren Roma?da yaşamaya başladı. 1973?te çıktığı Polonya yolculuğunda Auschwitz ve Birkenau toplama kamplarını gördü. Aynı yıl Roma?daki evinde çıkan yangında ağır yaralanarak hayatını kaybetti.
Kitapları
Şiir: Die gestundete Zeit (1953; Ertelenmiş Zaman, Toplu Şiirler, YKY, 2004), Anrufung des Großen Bären (1956; Büyük Ayı?ya Çağrı, Toplu Şiirler, YKY, 2004).

Deneme: Frankfurter Vorlesungen (1960; Frankfurt Dersleri, Bağlam Yay., 1989), Bu Tufandan Sonra / Ingeborg Bachmann’dan Seçme Yazılar (Metis Yayıncılık, 1998)

Öykü: Das dreißigste Jahr (1961; Otuzuncu Yaş, YKY, 2004).

Roman: Malina (1971; Malina, YKY, 2004).

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir