Yakın bir zamanda okuduğum, “20. Yüzyılda Marksizm” adlı bir kitap sayesinde tanıdığım bir yazarın yaptığı değerlendirmeyi paylaşmak istiyorum. Benim de bağımsız olarak ortaya attığım fikirlere yakınlığı dikkatimi çekti. Bulmacanın çözümüne çok yaklaşıp, çevresinde dolaşan bu yazıyı, kardeşim Mehmet Aksoy taradı ve düzeltmelerini yaptı. Yazıda bahsi geçen tablo görme engelimize takıldı. Tabloları metin olarak elimden geldiği kadar düzenledim. Yazının anlaşılmasında çok kritik olmamakla birlikte, tabloyu görmek isteyenler, başka önemli yazılar da içeren kitabın kendisine başvurabilirler.
Suat Kamil Aksoy

Marksizm ve Sosyalizm – Howard Chodos
Bu bölümde incelenen konu, bir teori bütünü olarak Marksizm ile, yirminci yüzyıl boyunca, onun görüşlerini kullanarak kapitalizmin yerine sosyalizmi geçirme yönünde gösterilen çabalar arasındaki ilişkidir. Yirminci yüzyılda Marksizmden ilham alan sosyalizmin tarihsel sicilini oluşturan çeşitli deneyimlerin detaylı bir incelemesini tek bir bölümün sınırları içerisinde yapmak elbette ki olanaksız olurdu. Ancak üç genel tarihsel olgu, aşağıda anlatılacaklara yol gösteriyor.
Birincisi, tarihsel komünizmin yaratılmasına yol açan vizyonun, yirminci yüzyıldan sapasağlam çıkmamış olması. Marksizm adına inşa edilen başlıca devletler, ya eski Sovyetler Birliği ve müttefikleri Halk Demokrasileri örneğinde olduğu gibi çöktüler, ya da Çin örneğinde olduğu gibi bir dizi ekonomik reform sonucunda tanınmayacak hale gelene kadar bütünsel bir dönüşüm geçirdiler. Tabii ki bu kaidenin Küba ve Kuzey Kore gibi istisnaları da var ancak bu tür istisnalara yaslanarak genel sonuçlara varmak uygun olmaz. İkincisi, Marksist vizyonu uyguladığını iddia eden devletlerde, bir yargıya varmaya yetecek çeşitlilikte koşullar altında, yirminci yüzyılın sosyalist projesinin özünde bir sakatlık olduğu savını ileri sürmeye temel olabilecek, düpedüz caniyane davranışlar denmeyecekse bile, ciddi insan hakları ihlallerinin yaşanmış olması. Ve nihayet, tarihsel komünist1 rejimlerin, kendilerinin son tahlilde yargılanmalarına temel oluşturacak kriter olarak belirledikleri standarda asla ulaşamamış, yani, ne ekonomik büyümeyi sürdürme kapasiteleri, ne de yurttaşlarının somut ihtiyaçlarını karşılama bakımından kapitalist liberal demokrasileri geçememiş olmaları.
Sosyalist projenin geleceğiyle ilgilenen birisi için, Marksizm ve sosyalizm arasındaki ilişki ile ilgili tartışmanın önemini de karmaşıklığını da abartmak zor olurdu. Siyaset ve iktisat teorisinin yanı sıra sosyolojik ve tarihsel analiz bakımından da çeşitli soruları ortaya atan pek çok zorlu ve çözülmemiş mesele kesişmekte ve çakışmakta. Yine de bu deneyimin birleşik etkisinin Marksist projenin kendisinin geçerliliğim sorgulanır hale getirdiği haklı olarak söylenebilir. Marksist geleneğin telaffuz ettiği amaç ve ideallere yakınlık duyanlar dahi, Marksizmden ilham alan yirminci yüzyıl sosyalizminin mirasının bıraktığı ağır yükün farkında olmalı. Dolayısıyla bu bölüme yol gösteren sorun, tarihsel verilerin, Marksist yaklaşımın kapitalizm ve sosyalizm konusundaki ayırdedici katkılarını oluşturan merkezi teorik önermeleri ne ölçüde sorgulanır hale getirdiğidir.
Yirminci yüzyılda Marksizmden ilham almış olan sosyalist projeler teori ve pratiğin kesiştiği noktada yer alırlar. Marx ve Engels’in tasarladığı sınıfsız toplumu hayata geçirme girişimi kuşkusuz, gelmiş geçmiş bütün teorik güdümlü toplumsal mühendislik projelerinin en önemlilerinden birisidir. Görünüşte yüce bir amaç söz konusuydu. Marksizm, kapitalizmin yerini alarak, toplumun emeğinin ürünlerini daha adaletli bir biçimde dağıtmanın yanı sıra, halkın aslında ihtiyaç duyduğu ürün ve hizmetlerden kapitalizmin hiçbir zaman üretemeyeceği kadar üretilmesini sağlayacak bir sistemin olabilirliğini tasavvur etmişti. Her türlü ezme ve sömürü biçimi tarihin çöplüğüne yollanacak, adalet, özgürlük, eşitlik hüküm sürecekti.
Marksist sentezin çekici özelliklerinden birisi, bütün bir paket halinde gelmesiydi. On dokuzuncu yüzyıl kapitalizmini tanımlayan, zenginliğin ve iktidarın dağılımındaki devasa eşitsizlik üzerine yaptığı inandırıcı analiz, bir üretim tarzı olarak kapitalizmin gelişmesini, toplumsal sistemlerin tarihsel dönemler biçiminde birbirini izlediği bir geçit resmi çerçevesine yerleştiriyordu. Bu sayede Marksizm, kapitalizm kavrayışına yaslanarak arkasından gelecek olan sistemin ana çizgilerini tanımlamakla kalmayıp, kapitalizmin içinde, bu sistemin has ürünleri oldukları halde, Marx ve Engels’in meşhur imgesiyle aynı zamanda mezar kazıcıları olan insani özneyi teşhis etmesine dayanan bir çıkış yolu önerme fırsatı buluyordu. Fakat tam da klasik Marksist sentezin bu bütünselliğidir ki, tarihsel komünizmin yetersizliklerinin ertesinde bu sentezi bir bütün olarak sorgulanmaya açık hale getirmiştir.
Bir teori bütünü olarak Marksizm ile onun gösterdiği yolda hareket ettiklerini ve ondan esinlendiklerini söyleyenlerin sonraki pratiği arasındaki ilişkiyi tartışma yolundaki her girişim elbette ki, bir değil birden çok Marksizmin var olmasının getirdiği zorlukla karşı karşıya kalır. Ben burada Marx’ın gerçekte ne demek istediği ile ilgili kesin argümanlar ileri sürmeye ya da sosyalizmle ilgili olarak Marksist doktrinin gerçek unsurlarını tanımlamaya çalışmayacağım. Aksine, Marx’ın yazdıkları ile ilgili pek çok akla yatkın yorum bulunduğunu kabul ediyorum,2 Bu Marksizmler sadece yorumcuların çeşitliliğinden değil, Marx’ın kendi eserlerinin sınırlılıklarından da kaynaklanıyor. Bu bölümle de çok yakından ilgisi bulunan devlet ve sosyalizm teorileri başta olmak üzere, Marx’ta geliştirilmeden bırakılmış pek çok unsur var. Ancak bizim buradaki hedeflerimiz bakımından, yirminci yüzyılda sosyalizmi inşa etme yolundaki çabalarda tipik olarak görülen belirli pratik türleri ile Marksist külliyatın gözle görülebilir tarzda parçası olan kilit önermeler arasındaki ilişkiye bakmak yeterlidir.

Marx ve işçi Sınıfı iktidarı Olarak Sosyalizm
Marx?ın argümanı, en azından görünürde, epey tutarlı ve mantıklıydı. Birkaç temel unsuru kısaca özetleyerek başlamayı önemli görüyoruz. Marx için, sınıflar -varlıklarının temeli hayatın maddi ihtiyaçlarının üretiminde bulunan gruplar- arasında, ayrıcalıklarını korumak ya da kendileri için daha iyi koşullar elde etmek için verilen mücadele toplumsal evrimin motoruydu. Devletin kendisi bu süreç içerisinde ortaya çıkar ve sınıf mücadelesini düzenleyen ana kurum halini alır. “Normal” şartlar altında, bir sınıfın diğeri üzerindeki hakimiyetini güvenceye alan bir kurum vazifesi görür.
Ancak Marx sınıflı toplumlar çağının sonuna yaklaştığına ve kapitalizmin, yaygın sınıf uzlaşmazlıklarıyla belirlenen son toplumsal düzen olduğuna da inanıyordu. Bu büyük tarihsel misyonu yerine getirme görevi kapitalizmde tâbi konumda bulunan sınıfa, işçi sınıfı ya da proletaryaya düşüyordu, işçi sınıfı, kapitalizm altında konumunu iyileştirmek için mücadele ederek nihayetinde kapitalist düzeni yıktığında kendi ezilme ve sömürülmesine son vermekle kalmayıp insanlık tarihinin ilk gerçekten özgür toplumunun yolunu açacaktı. İşçi sınıfı aynı zamanda insanlığın tamamını sınıflı toplumun yıkımından kurtarmadan kendisini de özgür kılamazdı.
Fakat tamamen sınıfsız bir toplumun ortaya çıkışı, işçi sınıfının hakim sınıf konumuna geleceği bir sınıf iktidarından oluşan (Marx tarafından proletarya diktatörlüğü olarak adlandırılan) bir geçiş aşamasını gerekli kılıyordu. Bu proletarya devleti bir sınıfın siyasi iktidarın dizginlerini elinde tuttuğu bir devlet olmaya devam etmekle birlikte, daha önceki sınıf devletlerine hiç benzemeyen bir devlet olacaktı. Amacı, o güne kadarki yazılı tarih boyunca hep görüldüğü üzere, bir sınıfın diğerleri üzerindeki hakimiyetini sağlamlaştırıp korumak değil, sınıfları ortadan kaldırmak olacaktı. Bu yüzden Marx kapitalizmin yalnızca kendi mezar kazıcılarını değil sınıf hakimiyetinin bütün biçimlerini yıkacak failleri ürettiğini ileri sürüyordu.
Marx ve Engels’in bu siyasi geçişe eşlik edeceğini düşündüğü ekonomik strateji, malların ve hizmetlerin üretim ve dağıtım sürecini toplumun bilinçli denetimi altına sokmayı öngörüyordu. Bunun anlamı, üretimin sermayenin ihtiyaçlarını değil halkın ihtiyaçlarını karşılama amacına yönelik olarak gerçekleştirilmesi amacıyla üretim araçlarını toplumsallaştırmak ve ekonomik faaliyeti eşgüdümlü hale getirmenin bir yolunu bulmaktı. Bu doğrultuda Marx, Kapital’in üçüncü cildinde şöyle yazıyordu: ?toplumsallaşmış insanlık, birleşmiş üreticiler, doğa ile olan alışverişlerini rasyonel olarak düzenleyecekler, onun kendilerini kör bir güç gibi yönetmesi yerine, onu kendi ortak denetimleri altına sokacaklardır.?
Engels3 ise şöyle diyordu: ?Üretim araçlarının toplum tarafından ele geçirilmesi meta üretimini ve bununla birlikte ürünün üretici üzerindeki hakimiyetini ortadan kaldırır. Toplumsal üretimin kendi içindeki anarşinin yerini bilinçli olarak planlanmış örgütlenme alır.?

Marksizm ve Devrim
20. yüzyıl boyunca devrimci Marksizmden ilham alan hareketler ve örgütlenmeler dünyanın en büyük ve en kalabalık ülkelerinde art arda devlet iktidarını ele geçirmeyi başardılar. Bunların, yüzyılın büyük bir bölümü boyunca, küresel kapitalizmin hegemonyasına ciddi bir tehdit gibi göründüklerini unutmak pek kolaydır. Bu nedenle Marksizmle sosyalizm arasındaki ilişki incelenirken ilk önce, Marksizmden ilham alan devrimlerin başarısının ne ölçüde Marksizmin teorik rehberliğine atfedilebileceği sorulmalıdır. Daha Marx’tan itibaren, doktrinin sağladığı içgörülerin hipotezleştirilmesi, yalnızca dünyayı anlamanın bir yolunu sunmayı değil, aynı zamanda dünyayı değiştirmek için gereken eylem tarzına pratik bir rehber sunmayı amaçlıyordu. 1917’de Rusya’dan başlayarak pek çok rejim iktidarı devrimci Marksizmin bayrağı altında almıştır. Bu devrimlerde faal olanların, Marksizme bağlılıklarını, eski toplumsal düzeni yıkmak için uygun strateji ve taktikleri oluşturmak bakımından yararlı bir şey olarak algıladıklarına şüphe yoktur. Elbette ki Marksizmi rehber olarak gören hareketlerin tamamı başarılı olmadı. En önemlisi, doktrinin kendisinin sosyalizme geçiş bakımından en fazla olgunlaşmış olduğunu iddia ettiği, kapitalist temelde en gelişmiş ülkelerin hiçbirinde, Marksizmden ilham alan yerli bir devrim gerçekleşmedi.
Marksizmden ilham almış olsun olmasın, belirli bir devrimci hareketin başarı ya da başarısızlığının arkasında yatan nedenler çok sayıda ve karmaşıktır. Bazı çabalar başarıya ulaşırken diğerlerinin neden ulaşamadığını açıklamak için gerekli olacak türden bir tarih araştırmasının sadece bazı unsurlarını sunmak dahi bu bölümün kapsamının tamamen ötesine geçer. Yapılabilecek olan ise, yirminci yüzyılda başarıya ulaşan devrimlerin Marksizmden ilham almış olanlardan ibaret olmadığı olgusunun anlamı üzerine kısaca düşünmektir.
Devrimci hareketlerin üzerinde birleştiği temel vazifesini gören diğer ideolojik motivasyon türleri konusunda uzun bir liste çıkarılabilir. Bu listede, milliyetçiliğin, popülizmin, ulusal kurtuluşun, anti-emperyalizm ve anti-faşizmin çeşitli türlerinin yanı sıra bir dizi din de yer alacaktır. En önemlisi, Marksizmden ilham almış devrimlerde, strateji, taktik ve örgüt konularına yaklaşımları açısından ötekilere göre bütünüyle benzersiz hiçbir şeyin saptanamayacağını düşünüyorum. Hatta o çok övülen Leninist tarzda parti bile çeşitli özelliklerinin sadece kendine özgü olduğu iddiasını ileri süremez: Bu, ister demokratik merkeziyetçilik olsun (kabine içinde bir dayanışmayı hayata geçiren her parlamenter hükümet bunu uygular), ister güçlü bir ideolojik bakış ve siyasi ajitasyon ve propagandaya dayanma (dini esaslı hareketlerin çoğu bunu uygular), isterse profesyonel devrimcilerden oluşan küçük hücreler (bunlar, hangi davaya hizmet ederse etsin terörist örgütlerde de bulunur).
Bunun anlamı, devrimci bir hareketin ideolojik bakışla beslenen bir bütünlüğe ihtiyaç duyduğu, ancak bu ihtiyaca karşılık verecek pek çok ideoloji bulunduğudur. Elbette ki hareketler program ve taktiklerini karşılaştıkları özgül bağlama uyarlayabilmelidir. Bu nedenle, herhangi bir verili durumda sonuç, mevcut kuvvetler arasındaki gerçek ilişkiye ve çatışmanın her iki tarafındaki katılımcıların ustalığına büyük ölçüde bağlı, koşullu bir mesele olacaktır. Yine de ideolojik dayanak devrimci hareketin ortama müdahalede bulunmak için gerek duyduğu kapasiteyi yaratmaya katkıda bulunan kilit unsurdur. İnsanları bir araya getirmeye hizmet eder, son derecede zorlu ve tehlikeli olabilecek bir mücadelenin sürdürülmesi için gerekli olan motivasyon ve kararlılığı sağlar. Hedef kitle içinde daha geniş bir destek sağlamaya, insanlara daha parlak bir gelecek umudu sunmaya yardımcı olur. Ancak dinci köktencilik, dar milliyetçilik veya devrimci Marksizmin benzer roller üstlenebileceği olgusu, bu işlevin, en azından önemli bir dereceye kadar, harekete geçirici ideolojinin özgül içeriğinden bağımsız olduğunu kuvvetle düşündürmektedir.
Bu kısa analizin çıkarımı, belirli bir ideolojinin bir devrim girişiminin başarı ya da başarısızlığı üzerindeki etkisi hakkında genel, her şeyi kapsayan sonuçlar çıkarmanın mümkün olmadığıdır. Örneğin, belirli tür bir rejimi devrimci tarzda devirmeyi yalnızca Marksizmin telkin edip ona önderlik edebileceği söylenemez. Aksine, verili bir sonucu yaratan çeşitli siyasi, ideolojik, ekonomik ve diğer tür faktörlerin etkisini açığa çıkarmak için her bir özgül olayın detaylı bir tarihsel incelemesini yapmak gerekir. Fakat bir eski toplumsal düzenin yıkıntıları üzerinde bir yenisini inşa etmek söz konusu olduğunda durum değişir. Burada, yeni bir devlet yapısı inşa etmek için başlangıç noktası olarak belirli bir modeli kullanmada ısrar söz konusuysa, bu durumda belirli bir bakış ya da ideolojiden ileri gelen unsurları saptamak ya da karşılaştırma için yeterli örnek bulunduğu ölçüde, bu modelin başarı ya da başarısızlığı ile ilgili bazı sonuçlara ulaşmak mümkün olmalıdır.

Sovyet Deneyimini Değerlendirmek
Tarihsel komünizmin sicili hakkındaki tartışmanın büyük bölümü haklı olarak, yirminci yüzyılda sosyalizmi inşaya ilk girişen ülke olan Sovyetler Birliği üzerine odaklanmıştır. SSCB, birçok bakımdan, kendisinden sonra gelen bütün varyantların kendi özel koşullarına uyarlamaya çalıştığı şablonu sunacaktır. Burada bize ayrılan sayfalarda Sovyet Rusya’nın karmaşık tarihini çeşitli aşamaları aracılığıyla özetlemek dahi olanaksızdır. Ancak Marksizm ve sosyalizm arasındaki ilişki ile ilgili tartışmada Sovyet deneyiminin tuttuğu merkezi yeri göz önüne aldığımızda, bu ülkenin toplumsal örgütlenmesinin temel özelliklerini saptamak zorunludur. Ancak Sovyet toplumsal düzeninin doğasının ve ayırdedici özelliklerinin (geniş anlamıyla) Marksist geleneğin hem içinde hem de dışında hayli tartışmalı olması bunu yapmayı zorlaştıran faktörlerden biridir.
Şekil 10.1 tarihsel komünizmin doğasıyla ilgili olarak Marksist gelenek içinde ileri sürülen pozisyonların geniş bir yelpazesini özetliyor. Her ne kadar aralarında örtüşmeler ve birbiriyle ortaklaşmalar olabilse ve her ne kadar tekil yorumcular bundan dolayı bu farklı unsurların bir karışımını içeren konumları savunabilir olsa da, niteliksel olarak birbirinden farklı dört pozisyon ayırt edilebilir. Beşinci bir pozisyon da -Marksizmi uygulama yönündeki her girişim kaçınılmaz olarak “totalitarizm”e götürür iddiası- bu tür bir duruşun kendilerini Marksist gelenek dışında konumlandıran kişiler tarafından savunulacağı açık olsa da, ek bir referans noktası olarak dahil edilmiştir.
Şemada soldan sağa ilerleyecek olursak, (ilk üç kutuyu kapsayan) ilk pozisyon, Sovyetler Birliği’yle simgelenen rejimlerin, niteliksel olarak kapitalist rejimlerden ayrıştırılmaya yetecek ölçüde gerçekten “sosyalist” rejimler olduğunu savunuyor. Bu tür bir pozisyonun savunucuları ille de bu rejimlerin kusursuz olduğunu ya da içeriden çöktükleri ana kadar olgun (ve varsayılır ki) sınıfsız sosyalist toplumlara doğru uzun ve zorlu bir geçişi tamamlamış olduklarını iddia etmeye girişmez. Ayrıca tarihsel komünist rejimlerin hem kusurlarını hem de nihai çöküşlerini açıklamada kilit unsurlar olarak, sosyalizme geçişe girişen ülkelerin hem ekonomik hem de siyasi olarak görece “geri” yapılarına ve onlardan kayda değer ölçüde zengin ve daha gelişmiş ülkeler tarafından sürekli olarak taciz edilmelerine işaret ederler. Yine de, tarihsel komünist rejimlerin bir bütün olarak klasik Marksizm tarafından ortaya koyulan modele sadık ve toplumsal adalet ve eşitliği geliştirmede kapitalist rakiplerine karşı pratikte niteliksel olarak üstün olduğunu düşünürler.4
Ortodoks Marksizm içinde neredeyse sadece Trotskist gelenek tarafından (Trotskiy’in kendisinden başlayarak) dillendirilen ikinci genel pozisyon (dördüncü kutu), sosyalist rejimlerin hakiki halk devrimleri tarafından yaratıldıklarını, ama daha sonra siyasi denetimin güçlü bir bürokrasinin eline geçtiğini ileri sürer. Bu bürokratik tabaka bir kez siyasi üstünlük kazandıktan sonra, (üretim araçlarının kamulaştırılmasına yaslanan) kurumsal çerçeveyi kendi dar çıkarlarını gerçekleştirmek için kullanmıştır; bunun sonucu, ekonomik altyapının temel olarak sosyalist olmayı sürdürdüğü ancak siyasi üstyapının işçi sınıfının denetiminden çıktığı bir tür melez devlet olmuştur. Bu devletlere “yozlaşmış işçi devletleri” adı verilmiştir. Bu görüşün savunucuları, bu devletler uluslararası kapitalizme karşı çıktıkları ölçüde bu rejimleri savunmakla birlikte, bu toplumların iktidarı bürokrasinin elinden söküp alarak gerçek sosyalizmi yeniden tesis etmek için yeni bir politik devrimin yapılabilmesi bakımından olgunlaşmış olduğunu ısrarla belirtiyorlardı.5
Yelpaze boyunca ilerlediğimizde, üçüncü pozisyondan itibaren (beşinci kutu) argüman, tarihsel komünist devletlerin hiçbir anlamda sosyalist olarak görülemeyeceği biçimini alır. Devleti denetimi altında tutan hâkim elitin halkı siyasi karar alma konusunda herhangi bir etkiden mahrum bırakmanın yanı sıra, ekonomiyi esas olarak kendi özel çıkarlarına hizmet edecek şekilde yönettiği ve özünde işçi sınıfını aynen kapitalist rejimlerin yaptığı gibi sömürmeye devam ettiği ileri sürülmektedir. Bu görüşün bir dizi çeşitlemesi mevcuttur (Cliff, Bettelheim, Resnick ve Wolff), fakat savunucuları geleneksel Marksizm tarafından dillendirilen ideallere aykırı olarak, sıradan emekçi halkın tarihsel komünist rejimleri ne yönettiğini ne de yarattığı zenginlikten faydalandığını iddia etme eğilimindedirler. Bu görüşe göre, iktidarı ele geçiren hâkim elit, halkın çoğunluğunu sömürmeye ve ezmeye devam etmiştir; bu nedenle bu rejimler kapitalizmin çeşitlemeleri olarak düşünülmelidir. Bu pozisyonun savunucuları Sovyet rejiminin kapitalizmden kopuşu gerçekleştirmeyi herhangi bir noktada gerçekten başarıp başarmadığı konusunda zorunlu olarak görüş birliği içinde olmadıkları gibi, gerçek bir sosyalist inşanın başlatılmış olduğu bir dönemin var olduğuna inananların tamamı da kapitalist restorasyonu tarihte aynı noktaya yerleştiriyor değildirler. Bu pozisyonun “Maoist” versiyonu,6 bu “sosyal emperyalist” (ismen sosyalist, gerçekte emperyalist) rejimlerin dünya barışına önde gelen kapitalist ülkelerden, örneğin ABD’den daha büyük bir tehdit oluşturduğunu iddia edecek kadar ileri gitmiştir.
Bir sonraki pozisyon ise (altıncı ve yedinci kutular), tarihsel komünist rejimlerin Marksist gelenek tarafından tasarlanan sosyalizme hemen hemen hiç benzemediğinde hemfikir olsa da, bunları kapitalizmin çeşitlemeleri olarak tanımlamanın isabetli olacağına inanmamaktadır. Aksine, bu görüşün savunucuları tarihsel komünizmin, kapitalizmin devrilmesinin bir sonucu olarak ortaya çıkan yeni türden bir rejim olduğunu, zenginliğin üretiminde ve artığın mülk edinilmesinde yeni yöntemlerin damgasını taşıdığını ileri sürmektedirler. Genellikle bu yeni toplumsal düzenin ayırıcı özelliklerinin tek bir iktidar partisi tarafından sürdürülen ileri derecede merkezileşmiş siyasi denetim, üretim araçlarının geniş ölçekte kamulaştırılmış olması ve kaynakların tahsisi ve malların dağıtımında piyasalardan ziyade merkezi planlamaya dayanmaları7 olduğu ifade edilmektedir.
Nihayet bir de, tarihsel komünist rejimleri ütopyacı toplum mühendisliği yolundaki herhangi bir girişimin zorunlu ve mantıksal totaliter sonucu olarak görenler vardır. Totaliter kavramı farklı şekillerde kullanılsa da, bu argümanın genel itici gücü, tarihsel komünist devlet aygıtının tepesinde bulunanların hayatın toplumsal, siyasi ve ekonomik bütün yönleri üzerinde tam bir denetimi sürdürdükleri ve bunu son derece otoriter ve sıklıkla da caniyane bir tarzda yaptıklarıdır. Hukukun egemenliğine ve halkın refahına saygı gösterilmemiş, bunun öngörülebilir sonucu da halka korkunç acılar çektirmek olmuştur.
Sovyetler Birliği’nin doğasına ilişkin tartışmalara, çok büyük oranda, solda sosyalizmin değişik versiyonlarının savunucuları arasında yaşanan, siyasi iç çatışma ve sekterlik damgasını vurdu. Gerçekten de şurası açıktır ki, kişinin tam da “kapitalizm” ve “sosyalizm” terimlerinden ne anladığı, kendisini hangi pozisyona daha yakın hissettiğini belirlemede merkezi bir rol oynar; tersinden bakıldığında, kişinin Sovyetler Birliği’nin tarihini nasıl okuduğu, gelecekteki sosyalizmin nasıl olacağına dair görüşünü koşullandırır. Ne yazık ki rakip kapitalizm ve sosyalizm tanımlamalarını tam olarak ortaya koymak bu bölümün konusunun epey dışında olan bir başka konudur. Burada mümkün olan, bazı geçici sonuçlar çıkarabilmemiz için, Sovyet deneyiminin bilançosunun epeyce üstünkörü bir değerlendirmesini yapmaya çalışmak olabilir. İki kilit soru vardır. Birincisi, Sovyet deneyimi son tahlilde, başarılı mıydı, başarısız mı? Ve ikincisi, Sovyetler Birliği tarafından temsil edilen toplumsal örgütlenme modelinde, tarihsel olarak ortaya çıkan sonuca katkı sağlayan yapısal unsurları saptayabilir miyiz?
Tablo 10.1, gerek Sovyet rejimim eleştirenler, gerekse onu savunanlar tarafından ileri sürülen kilit noktaların hayli kabataslak bir özetini sunmaktadır. Bu şekilde sunulduğunda, her bir olumsuz unsur, olumlu olan tarafından dengeleniyormuş gibi görünebilir. Tarihsel bilançoyu bu şekilde görmek, pek çok iyi niyetli insanın, SSCB’nin pek çok “eksikliğinin” olduğunu teslim etmeye hazır olduğu halde yine de neden onu desteklemeyi seçtiğini açıklamaya da yardımcı olabilir. Ancak bunu düşünmek, benim görüşüme göre, olumlu özelliklere nazaran olumsuzların kapsam ve ölçeğini fazla hafife almak anlamına gelirdi. Üstelik, kendi önüne koyduğu (ve sosyalizmin ne olması gerektiğine dair orijinal Marksist görüşe mâl edilen) hedeflere göre değerlendirildiğinde Sovyet deneyiminin devasa bir başarısızlık anlamına geldiği açık olmalıdır. Birkaç basit örnek bunun nedenini gösterecektir.
Sovyetler Birliği’nin ve diğer Sovyet-tipi rejimlerin bazı liderlerinin, haklı olarak yirminci yüzyılın en büyük katliamcıları arasında sayılabilmesi, sosyalist projeye yönelik görmezden gelinemeyecek bir suçlama olarak karşımızda durur. Kesin sayılar hâlâ tartışmalı olsa da8, sosyalizm adına işlenmiş dehşet verici suçların, yirmi birinci yüzyılda devrimci sosyalizm yolunu takip etmeyi düşünen herkesi duraksatmaya yetecek kadar çok örneği vardır. Stalin’in çalışma kampları (gulag) ve Kamboçya’nın Ölüm Tarlaları, önceden planlanmış ve merhametsiz olmalarıyla öne çıkan örnekler olsa da, (1930’larda Ukrayna’dan 1950’lerin Çin’ine ve bugünün Kuzey Kore’sine) izlenen politikalardan kaynaklanan ve milyonlarca insanın canını alan pek çok kıtlık olayı da, Marksizmden ilham alan sosyalizm denemelerinin mazur görülemeyecek sonuçları arasında sayılmalıdır.

Ne de tarihsel komünizmin, kâr peşinde koşan kapitalizmin içkin bir karakteristiği olduğu kabul edilen israfın sosyalizmde ortadan kaldırılacağı yolundaki öngörüleri nasıl da gülünç kıldığı meselesi hafife alınabilir. İstenmeyen ya da kullanılamaz durumdaki malların üretiminden, merkezi planlamanın üretimi yapay kriterlere dayanarak teşvik etme yolunda izlediği yöntemlere kadar, israf diz boyu idi. SSCB’de pazara arzı gerçekleştirilemediği için ithal malları depolarda kalıyor, mahsuller tarlalarda çürüyordu. Sosyalizm sözde, ihtiyaç için üretimi getirecek, genellikle kâra dayanan kapitalist ekonomilere atfedilen çevreye duyarsızlıktan kaçınmayı mümkün kılacaktı. Ancak sivil toplumun frenleme ve dengeleme işlevinin yokluğunda hızla sanayileşme çabası, Aral Gölü’nün kurumasından Çernobil’e, çevre felaketlerine yol açmıştır.
Olumsuz özelliklerin olumlular karşısında ağır basışı, Sovyetler Birliği’nin son on beş yılındaki gerilemesi ve beklenmedik çöküşü ile kesinleşmiştir. Bunun neden bu şekilde gerçekleştiğine dair, Sovyet modelinin baştaki başarılarını yerine yerleştirme bakımından da işe yarayan en ikna edici açıklama, sorunun esasını, Sovyetler Birliği’nin bir yaygın kalkınma tarzından bir yoğun kalkınma tarzına geçişi gerçekleştiremeyişi olarak belirler. Yaygın kalkınma esas itibariyle, ister beşeri ister doğal olsun, daha önceden kullanılmamış kaynakların planlı olarak seferber edilmesine dayanırken, yoğun kalkınma, bu kaynakların kullanılışındaki etkinliği iyileştirme yoluyla daha büyük bir getiri sağlar. Bu nedenle Sovyetler Birliği ilk başta önemli sanayileşme adımları atabilse de, zaman içinde bu büyümeyi sürdürme kapasitesinden yoksun olduğu anlaşıldı. Bilgi ve enformasyon değişiminin, fotokopi makinelerinin kullanımını dahi ağır bir biçimde kısıtlayacak kadar denetim altında olduğu bir toplumda bunun sebeplerini anlamak zor değildir.
O halde bu rejimler nasıl tanımlanmalıdır? Burada tarihsel materyalizmin kilit bir yaklaşımını kullanmak gerekir. Marksizme göre üretim tarzları temel olarak, yaratabildikleri fazlayı nasıl yapılandırdıkları, örgütledikleri ve kullandıklarına bağlı olarak tanımlanıyorlardı. Toplumsal birikimin yapısını soruşturmanın ve hatta farklı toplumsal düzenlerin bu göreve nasıl yaklaştıklarına dair farklılıkları bunları birbirleriyle karşılaştırma yöntemi olarak kullanmanın büyük önem taşıdığını kabul etmek için insanın, Marx’tan başlayarak Marksistlerin, farklı üretim tarzları anlayışı temeline dayanan tarih teorisinin taraftarı olması gerekmez.
Bu anlamda, tarihsel komünizmin bir toplumsal düzen olarak differentia specifica’sının özelliklerini oluşturan, fazla üretimini örgütleyişine dair iki temel özelliğini saptamak mümkündür. En başta Komünist Partisi’nin bu rejimlerde oynadığı merkezi rol tanımlayıcı bir özellik olarak öne çıkmaktadır. Marksizmden ilham alan sosyalizmin en ateşli taraftarlarının yanı sıra en sert eleştiricileri de partinin, rejimin karakterinde merkezi bir rolü olduğu görüşünü paylaşmaktadırlar. Bazıları Marksizmden ilham alan öncü partiyi bu toplumlara özgü dinamikleri tanımlayan en önemli özellik olarak görmektedirler. Tarihsel komünizmin özgül bir toplumsal organizasyon formunu tanımlayan ikinci özelliği, ekonomik ve siyasi alanların kaynaşması olarak ifade edilebilecek bir şeyi içerir. Kanaatimce ekonomik ve siyasi alanların kaynaşmasını öncü partinin işlevinin bir sonucu olarak görmek yerine bunu ayrı bir özellik olarak almak önemlidir. Bunun sebebi, otoriter ve siyasi olarak merkezileşmiş bir devletin, ekonomik faaliyete, tarihsel komünizmde görüldüğünden daha yüksek bir düzeyde özerklik tanımaması için prensipte bir neden olmamasıdır.9
Tarihsel komünizme damga vuran, artık üretimi ve zenginlik üzerinde kontrol dinamiklerini yaratan, ideoloji güdümlü, merkezileşmiş, otoriter siyasi liderliğin, bütün temel ekonomik mekanizmaların Parti’nin elinde bulunan devlet aygıtı tarafından denetimi ile birleşmesidir. Yirminci yüzyılda ortaya çıkan, Marksizmden ilham alan bütün sosyalist devletler bu şekilde tanımlanabileceğine göre, benzer dinamiklerin hepsi için geçerli olması şaşırtıcı değildir.

Marksizm ve Sosyalizm
Şimdi Marksizmin işçi iktidarı olarak sosyalizm kavrayışı ile tarihsel komünizmin gerçek pratiği arasındaki bağıntıyı aydınlatmaya çalışmamız gerekiyor. İnsanın bu ilişkinin doğasına ilişkin anlayışı, açıktır ki, büyük ölçüde Marksizmden ilham alan sosyalizmin tarihsel siciline dair yaptığı değerlendirmeye bağlıdır. Bu konuda olumsuz bir yargıya varmak, yirminci yüzyılda tarihsel komünizmi tanımlamaya yarayan Marksist teorinin toptan reddini otomatik olarak getirmez. Aslına bakarsanız, Marksist geleneğe bağlılığını ilan eden faillerin gerçekleştirdiği olaylar için dahi sorumluluğu, kısmen ya da tamamen Marksizmin üzerinden alan yöntemlerin sayısı az değildir. Kendi açıklamamı getirmeye çalışmadan önce bunlardan bazılarına göz atmaya değer. Şekil 10.2, SSCB’nin doğasına ilişkin daha önce ele aldıklarımıza benzer bir argümanlar dizisine şematik bir bakış sunuyor. îki argüman dizisi arasında bekleneceği üzere büyük ölçüde örtüşme olsa da, bu ikinci küme için de yapılacak birkaç yorum var.
Bana öyle görünüyor ki, tarihsel veriler, bu dizideki ikinciden dördüncüye kadar olanları (“yanlış yorum”, “ihanet” ve “modelsizlik” hipotezleri) ciddi bir biçimde şüpheli hale getiriyor. Buradaki tartışmamızın selameti açısından, sosyalist inşanın formülünün Marksizmin kurucu ataları tarafından hiçbir zaman dillendirilmediği kabul edilse dahi, “modelsizlik” hipotezindeki sorun yine de şudur: şayet insanları kapitalizmin yerine sosyalizmi getirmek için yeni bir denemeye girişmeye ikna etme yönünde herhangi bir umut taşıyacaksanız, Marksizmden ilham alan sosyalizmin gerçek deneyimini yine de açıklamak zorundasınız. Eğer “model” yokluğu başarısızlığa yol açtıysa, aynı modelsizlikle gelecekte başarılı olmanın mümkün olduğunda ısrar etmek pek az şevk yaratacaktır.
“Yanlış yorum” ve “ihanet” hipotezleri de benzer bir kusurla malûldür. Bu açıklamalar, örtülü olarak, yirminci yüzyıl boyunca yaşanan geri düşmelerden kaçınmak için “doğru” bir Marksizmin “yeniden keşfedilmesi” gerektiğini varsayarlar. Böyle olduğu kabul edilse dahi, yine de yanıtlanmaya muhtaç olan soru, teorinin nasıl olup da bu denli sürekli bir biçimde yanlış yorumlandığı ve/veya ihanete uğrayabildiğidir. Sadece, bu “yanlış yorumlayanlar” ve “ihanet edenler”in uğraşları sırasında kullandığı metinlere geri dönerek, sosyalist inşa projesine katılmış yüz milyonlarca insanın her şeyi tamamen nasıl yanlış anladığını açıklayabileceğini iddia etmek, “modelsizlik” hipotezinin savunucularının inandığı, sosyalizm uğruna mücadele edilirken bu toplumun yeni bir versiyonunun belirivereceği fikri kadar ikna edici olmaktan uzaktır.
O halde, teori olarak Marksizm ile pratik olarak tarihsel komünizm arasındaki ilişkinin anlaşılmasına nasıl yaklaşılmalıdır? Birincisi, Marksizmin tam da kapitalizmin yerini alacak toplumun doğasına ilişkin anlayış tarzının, insanlık tarihinin ilerleyişine dair teleolojik bir görüşün damgasını taşıdığını kabul etmek önemlidir. Nasıl formüle edilirse edilsin, “sosyalizm eşittir işçi sınıfı iktidarı” fikri, kendi içinde, kapitalizm altında oluştuğu haliyle işçi sınıfının, hem kapitalizmi yenilgiye uğratmaya, hem de yeni bir toplumsal örgütlenme biçimini, sosyalizmi vücuda getirmeye bir şekilde yazgılı olduğu görüşünü barındırır. Marx’ın kendisinde görülen daha da açık bir biçimde teleolojik ifadeler görmezden gelinmeye çalışılabilir 10, ancak gerçek şudur ki, bu teleoloji, gelenek tarafından savunulan en temel sosyalizm yaklaşımına içkin durumdadır.
Ne var ki, Kutsal Üçlü kendi başına Engizisyona ne kadar yol açarsa, bu tür bir teleolojinin de kendi başına Stalinizm uçurumunu yaratmakta ancak o kadar etkili olacağını kabul etmek de aynı derecede önemlidir. Pek çok insan -muhtemelen insanlığın büyük bölümü- insanlık tarihinin belirli bir yönde ilerlediğine inanırken, pek çoğu da, aynı zamanda, bu temel olgunun nasıl yaşamamız gerektiğini belirlemek açısından en azından en genel sonuçlarını keşfetmemizin mümkün olduğunu kabul eder. Bu konuda, geçen yüzyıl içinde sosyalizmin kaçınılmazlığının, insanlığın toplumsal gelişme şemasında içerilmiş olduğuna ikna olmuş olanların durumu da farklı değildir. Üstelik, bu türden bir genel teleolojik görüş arzu edilen sonuçları sağlayacak herhangi bir yaklaşımı haklı göstermenin temeli haline gelebilir; bunun için de tam tamına hangi araçların gerekli olduğunu da ortaya koyması illa gerekmez. İnsan yeryüzünde Cennetin Krallığı’na giden yol olarak Ekümenliği de savunulabilir, Engizisyon’u da. Yani, belirli tür amaçların arzu edilir ve hatta belki de kaçınılmaz olduğuna dair ortak bir inancı paylaşan insanlar, farklı araçları savunabilir. Bu anlamda, kapitalizmin teknolojik gelişmesinin sosyalizmi seçimler yoluyla hayata geçirecek bir işçi sınıfı çoğunluğu yaratacağını savunmuş olanların da teleolojik bir tarih görüşüne sahip olduğu söylenebilir; ancak, bunların tarihsel komünizmin ayırdedici özelliği olan türden bir tek parti iktidarını sahiplenmeleri epeyce düşük bir ihtimaldir.
O nedenle bizi, işçi sınıfının insanlığı sömürünün ve zulmün kötülüklerinden kurtarmaya yazgılı olduğu inancından yirminci yüzyıl tarihsel komünizminin gerçeklerine götürmek için daha fazlası gereklidir. Marksist doktrinin bilimsel karakter taşıdığı inancı başka bir temel taşı vazifesi görmüştür. Her bilimde olduğu gibi Marksizmin de yandaşlarına nesnel bilgi elde etme imkânı verdiği ileri sürülüyordu. Bilimi kullanmayı bilenler, (tıpkı doğa bilimlerinin fiziki evreni yöneten yasaları anlamayı öğrettiği gibi) toplumsal evrimin yasalarını anlayabilir ve bu bilgiyi pratik amaçlar için kullanır hale gelebilirlerdi. Bakın, Stalinist dönemin klasik metni Sovyetler Birliği Komünist Partisi (Bolşevik) Tarihi bunu nasıl koyuyor: ?eğer dünya bilinebilirse ve bizim doğanın gelişim yasalarına dair bilgimiz, nesnel hakikatin geçerliliğine sahip, sahici bilgi ise, o halde toplumsal yaşam, toplumun gelişimi de bilinebilirdir ve toplumun gelişim yasalarına dair bilimsel veriler de nesnel gerçek olma geçerliliğine sahip sahici bilgidir.?
Marksizmin dikkatle öğrenilmesi yoluyla elde edilmiş bilginin nesnel bir karakter taşıdığı fikrinden, herhangi bir koşullar kümesi altında, kapitalizmin yerine sosyalizmi geçirme biçimindeki arzu edilir amaca giden özgün yolu keşfetmenin olanaklı olması gerektiğine varmak için fazla bir çaba gerekmez. Argüman, evrensel olarak uygulanabilen tek, değişmez bir şablon vardır şeklinde olmak zorunda değildir. Açıktır ki bu, neredeyse hiçbir çekiciliği olmayan, pratik bakımdan ise daha da başarısız olacak olan, hayli katı ve kısır bir dogmatizm biçimi olurdu. Aksine, toplumsal yasalarla ilgili nesnel bilginin elde edilebileceğine dair inanç, arzu edilen amacı gerçekleştirmeyi kolaylaştıracak birden fazla yol olduğuna inanmak için güçlü bir temel sağlar. O halde argümana, bir grup seçme insana bu etkin stratejinin ne olduğunu bulma ve onu uygulamada öncü rol oynama misyon ve kapasitesini atfeden ikinci bir bileşen eklemek mümkündür.
Ancak bu bile hâlâ yeterli değildir. Marksizmden esinlenmiş sosyalizm doktrinini tarihsel komünizm gerçekliğine dönüştürülebilmenin çerçevesini yaratmak için gerekli bir diğer unsur, toplumsal evrimi ileri taşıyan mücadeleye dair “ya hep ya hiç” yönelişli bir anlayıştır. Sosyalizm sanki ancak, işçi sınıfı sermayeyle aynı safta yer alan kuvvetlerle gireceği bir ölüm kalım savaşında galip gelirse mümkün olabilir gibi görülür. Burjuvazinin diktatörlüğünün yerine proletarya diktatörlüğü kurulmalıdır; bu ise beraberinde doğrudan doğruya sınıf düşmanına ve sınıf düşmanının safında yer alan herkese karşı acımasız bir savaşı getirir. Ayrıca, hedef genellikle toplumsal yaşamın tamamen dönüştürülmesi olarak görülür.
Ve nihayet kapasite meselesi gelir. Devletin aygıtının tepesinde, halkın çoğunluğunun denetiminden büyük ölçüde muaf, devlet dışı kurumlar tarafından çok az dış sınırlamaya tâbi olan küçük bir elitin ellerinde devasa bir siyasi ve ekonomik gücün toplanması, Marksist toplumsal dönüşüm paradigması tarafından beslenen en kötü eğilimlerin gerçeğe dönüşmesi için en elverişli şartları yaratır. Determinist bir okumadan (tarihsel komünizm deneyimi Marx’ın kapitalizm çözümlemesini benimsemenin kaçınılmaz bir sonucudur) kaçınmak gerekmekle birlikte, bu eğilimlerin tam da çok farklı koşulların geçerli olduğu durumlarda gerçeğe dönüşmüş olması, söz konusu bombanın ne kadar güçlü olduğuna işaret eder.

Yirmi Birinci Yüzyılda Marksizm ve Sosyalizm
Kapitalist liberal demokrasilerin yerini alacak olan bir sistem bu toplumsal organizasyon biçiminin kusurlarından sakınabilir mi? Bu soruya olumlu bir cevap vermeye cüret etmek için dahi daha etraflı bir araştırma gerekmekle birlikte, bizim çözümlememiz, uygulanabilir bir kapitalizm-sonrası toplumunun bazı ana çizgilerini tanımlamak için başlangıç düzeyindeki ilkeleri sunmaktadır.
İlk olarak, yirminci yüzyılın Marksizmden ilham alan sosyalizm deneyiminin, var olan kapitalizm ile gelecekteki bir sosyalizm arasındaki ilişki konusunda benimsenecek uygun genel tutuma herhangi bir ışık tutup tutmadığını sormak önemlidir. Marshall Berman’ın bir ifadesini ödünç alarak, bu deneyimin, iyi olanın da kötü olanın da aynı yerden geldiğini kabul ederek başlamak gerektiğine işaret ettiğini düşünüyorum. Kapitalist sistemdeki kusurların kökeninin kapitalizmin özgül dinamiklerini tanımlayan yapısal bozukluklar olduğu iddia edilecek olursa, o halde kapitalizmin olumlu özelliklerinin de (şayet hiçbir olumlu özelliği olmadığı iddia edilmiyorsa) benzer şekilde sistemin kendi dinamiklerine bağlanması gerektiğini farz etmek için güçlü sebepler vardır.
Böyle bir yaklaşımı benimsemek, kapitalist liberal demokrasilerin gözetiminde meydana gelmiş olan her tür olumlu gelişmeyi basitçe, sistemin altta yatan yapısından kopuk tesadüfi olaylar ve/veya sadece ezilenlerin kendi meşru hakları için verdikleri mücadelenin sonucu olarak görmemek gerektiği anlamına gelir. Hâkim elitlerin esas olarak kendi hâkimiyetlerini sağlamlaştırmak için aldığı, ancak yine de alt grupların yaşam şartlarının iyileştirilmesine ve özgürlüklerinin artmasına katkı yapan tedbirler, bütün karmaşıklıkları içerisinde analiz edilmeli ve basitçe ezilen sınıfları kurtuluşa giden doğru yollarından saptırmak için tasarlanmış bir tuzak olarak ele alınmamalıdır. Aynı şekilde, eski sosyal düzenin, arkasından gelecek olan sisteme entegre edilmesi gereken bazı özellikleri olduğunu kabul etmek, kapitalizmden öteye geçişin, insan kişiliğinin tamamen değiştirilmesini veya ahlaki standartlarda temelden bir revizyonu veyahut da bütün toplumsal pratiklerin tümüyle elden geçirilmesini gerektirmediği anlamına gelir.
Daha spesifik bir biçimde söyleyecek olursak, makro bir düzeyde, Marksizmden ilham alan sosyalizmin yirminci yüzyıl boyunca tarihinin, kendi ayırdedici özelliklerinden olan, ekonomik ve politik alanların kaynaştırılmasından kaçınmanın önemine işaret ettiğini ileri sürmek isterim. Devletin, ekonomi ve politikanın ayrılmaz bir biçimde birbirine bağlanması anlamında ve halkın ekonomi üzerinde denetim sahibi olması adına bütün iktisadi kararların devlet yapısı içerisinde merkezileştirilmesi şeklinde bir “yeniden feodalleştirilmesi”11 söz konusu olmamalıdır.

Tarihsel komünist modelin reddi, sosyalizm altında ekonomi ve politika arasında yeni bir ilişkinin illa ki düşünülemeyeceği veya arzu edilmeyeceği anlamına gelmez. Aslında, toplumsal örgütlenmenin, piyasa temelli faaliyetlerle devletin ekonomiye müdahalesi arasındaki ilişki; mülkiyet biçimleri ve ekonomik kaynakların denetimi; iktisadi zenginliğin bölüşümü ve yeniden bölüşümü gibi yakıcı önemdeki boyutları üzerine yapılması gereken pek çok önemli tartışma vardır. Ne var ki benim iddiam, bu tartışmaların, tarihsel komünizme özgü olan yeniden feodalleştirilmiş devletin olumsuz bir değerlendirmesinden ve kapitalist liberal demokrasilerde başarılmış olan ekonominin politikanın içinden çekilip alınmış olmasının bu toplumların olumlu bir mirası olduğunun kabulünden hareket etmesinin kritik önemde olduğudur. Oluşumunun özgül yanları ne olursa olsun, yeniden feodalleştirilmiş bir devlet, iktidarı, onu ne demokrasinin serpilmesine ne de ekonomik refaha götürmeyecek şekilde kontrol altında tutan elitlerin elinde toplar ve merkezileştirir.
Daha geniş ölçekli bir kolektif kendi kaderini tayin olanağı elde etmek kuşkusuz Marksizmden ilham alan sosyalizmin esas hedeflerinden birisiydi ve böyle bir hedef açık ki, halkın iradesini oluşturmak ve ortaya koymak için gerçekten demokratik mekanizmaların varlığını gerektirir. Ancak tarihsel komünizmin tek parti devleti olma özelliği bu hedefin elde edilmesine katkıda bulunmamıştır. Bu yüzden, kapitalist liberal demokrasilerin yerini alması düşünülen bir sisteme dair tasarımlar, birden çok partiyi içeren siyasi rekabeti ve toplumu ilgilendiren en temel konular üzerindekiler de dahil olmak üzere farklılaşan görüşlerin açıkça ifade edilmesini içermelidir. Bu rekabetin halkın iradesinin gerçekten ifadesini sağlayabilmesi için, tartışılacak konulara veya siyasi rekabetin olası sonuçlarına a priori olarak sınır konamaz.
Bunun anlamı, yirmi birinci yüzyılın henüz tanımlanmamış sosyalizminin inşasında elde edilecek ilerlemenin, ilke olarak, hem “açık” hem de “tersine çevrilebilir” olması gerektiğidir. Yirminci yüzyılın tarihsel komünizm deneyiminden gelen açık bir ders, tersine çevrilemezlik beyanı kağıt üzerinde kulağa nasıl gelirse gelsin, toplumsal değişimi garanti eden temel şeyin anayasada hükme bağlanması olmadığıdır. Gerekli olan, hep yenilenen bir halk desteğidir. Eğer sosyalizm (nasıl tanımlanırsa tanımlansın), “tersine çevrilemez” hale gelecekse bu, mevcut alternatiflerden bariz bir biçimde daha başarılı olması zemininde olacaktır. Bu başarıyı elde etmek için yasal ve anayasal araçlar şüphesiz kullanılmalıdır, ancak bunlar amaca götüren araçlardır, amacın kendisi değil. Aslında, kapitalizmden öteye geçiş bir kez başladığında onu hiçbir şeyin durdurmasına izin verilmeyeceğinde ısrar etmek sosyalistlere hiçbir şey kazandırmaz. Tarihsel komünizmin deneyimine bakacak olursak, sürecin bu türlü bir tersine çevrilemezliği üzerinde ısrarla durmanın halkı sosyalist bir seçeneğe destek vermekten caydırma ihtimali, bayrağı arkasına toplama ihtimalinden daha fazladır. Aksine, ancak bu şekilde demokratik meşruiyete temel yaratılabileceği için, “tersine çevrilebilirliği” kucaklamakla sosyalistlerin kazanacağı pek çok şey vardır.
Aynı zamanda, insan hak ve özgürlüklerinin doğası gereği kutsal olduğu taahhüt edilmelidir. Sosyalizm idealine olan bağlılıklarını ilan etmiş liderler bir daha asla, bırakalım insanlığa karşı suçları, temel insan hakları ihlalleriyle ilgili suçlamalarla dahi karşılaşmamalıdır. Evrensel hakların içkin bir değeri olduğunu söylemek, bunların şartlara bağlı olduğunu ve özel olarak da bu hakları elde etmek için pek çok mücadele verildiğini ve kan döküldüğünü reddetmek anlamına gelmez. Üstelik bunlara liberal demokratik dünya ölçeğinde en iyi ihtimalle kısmen saygı gösterildiğine göre, beklenmesi gereken şey bunların tutarlı olarak uygulanmalarını sağlamak için halkın uyanık olması gerektiğidir. Bununla birlikte, insan haklarının korunmasına dair var olan kazanımlar gelecekteki ilerlemenin başlangıç noktasıdır; bunların savunulması herhangi bir tekil parti, sınıf veya grubun amaçlarının gerçekleştirilmesine tabi kılınmamalıdır. Bu nedenle, insan haklarına gösterilecek saygının sosyalizmin hayata geçirilmesine göre ikincil olduğu türünden bir fikir, nasıl temellendirilirse temellendirilsin, meseleyi yanlış koymak demektir. Aksine sosyalizm, adına layık olacaksa, evrensel insan haklarına kapitalizm altında olduğundan daha tam ve kapsamlı bir saygıya olanak tanımalıdır.
Gelecekteki sosyalizmin koşulları olarak ifade edilen bu taahhütlerin genel olduğunu ve sosyalizmin nasıl bir şeye benzeyebileceğinin özünü belirlemede çok ileriye gitmeyeceğini vurgulamak önemlidir. Bu, zamanla halledilmesi gereken bir şeydir; ayrıca, tekil ülkelerin özgül koşullarına ve tarihlerine uyarlanacak pek çok farklı varyasyonu dışlamak için bir neden, yoktur. Kilit nokta, çabaları kapitalizmin ayırdedici özelliği olan ana dinamikleri saptayıp değiştirmeye yoğunlaştırmak olacaktır. Marksist geleneğin bu alandaki zenginliği paha biçilmez bir kaynak olmaya devam etmektedir.
Kapitalizmden sosyalizme geçiş ile ilgili bu düşünüş şeklinin, değişim için geçerli bir strateji olarak geriye yalnızca yavaş bir reformlar sürecinin kaldığını ima etmediğini belirtmekte fayda var. Daha adil ve hakkaniyete uygun bir toplum yaratmak için kapitalizme dair her şeyin değişmesinin gerekmediği fikri, kendi başına, yirminci yüzyıl sosyalizminin iki büyük akımı olan sosyal-demokrasi ile komünizm arasındaki sınırın tanımlayıcı özelliklerinden olan reform-devrim tartışmasına doğrudan bir müdahale değildir. Temel, niteliksel değişim, kapitalizmin, birikim modelini tanımlayan temel dinamiklerini değiştirmeye bağlıdır. Kapitalizmde merkezi olanın gerçekte ne olduğu konusunda geniş bir görüş birliği oluşana kadar, uygun bir dönüşüm stratejisini önceden belirlemek olanaksız olacaktır. Yine de, toplumsal olarak üretilen zenginlik üzerinde halkın denetim derecesini iyileştirme yönündeki Marksist bakış, esastan değişimi yüzeysel reformdan ayırt etmek için gereken türden bir referans noktası olabilir.
Nihayet ve Marksizmin geleneksel yaklaşımlarının bakış açısına göre belki de en tartışmalı olacak şekilde, bu bölümde sunulan analiz, Marksizmden ilham alan temel stratejideki ana kusurlardan birinin sosyalizmin işçi sınıfı iktidarının gerçekleşmesi olduğundaki ısrarında yattığını güçlü bir biçimde düşündürmektedir. Sınıfsız bir topluma giden yolun işçi sınıfının açık bir sınıf iktidarı döneminden geçtiği fikrinin, Marksist geleneğin ana taahhütleri ile tutarlı tek yaklaşım olduğu varsayılamaz. Sosyalizmin işçi sınıfı iktidarının gerçekleşmesi olarak anlaşılmasını reddetmek, toplumsal dönüşüme dair Marksistçe bakış açısının merkezinde yer alan sınıfsız toplum hedefini terk etmek anlamına gelmek zorunda değildir. Kapitalizm de dahil bütün sınıf temelli sistemlerin yapısının ve dinamiklerinin anlaşılması için bir araç olarak sınıf analizinin artık geçerli olmadığı anlamına da gelmez. Nihayet, yaşamları şu ya da bu sınıfsal baskı ve sömürü tarafından mahvedilen milyonlarca insanın durumlarını düzeltmek için verilen mücadelenin terk edilmesi anlamına ise, kesinlikle gelmez.
Ama bu yaklaşım, alt sınıfların kapitalizm koşullarında daha iyi bir yaşam için verdiği mücadele ile kapitalist sistemin kendisinin değiştirilmesi için verilen mücadele arasındaki ilişkinin baştan aşağı yeniden düşünülmesi gerektiği anlamına gelir.12 Bunun kolay bir iş olmadığı açık. Ancak ampirik kanıtlar ortadadır: kapitalizmin yerini alacak bir toplumun, iktidarın açıkça işçi sınıfı tarafından üstlenilmesi temelinde inşası yönündeki girişimler başarısız olmuştur. Teorik düzeyde, tarihsel komünizmin kilit kusurlarından en azından bazılarının, sosyalizmin iktidardaki işçi sınıfı olarak tanımlanması gerektiği fikrine bağlanabileceğini savunmanın akla uygun olduğunu gösterdiğime inanıyorum. Bunun anlamı, Marksizmden ilham alan sosyalizmin bir geleceği olacaksa, sınıfsızlığa işçi sınıfı iktidarından oluşan bir ara aşama olmadan geçişi başlatmanın bir yolu bulunmalıdır. Başka bir deyişle, Marksizmin temel fikri olan sınıfsız bir gelecek, yirminci yüzyıl boyunca Marksistler tarafından onu yaşama geçirmek için benimsenen stratejiden ayrıştırılabilir mi? Benim görüşüme göre bu soruya nasıl cevap verileceği, yirmi birinci yüzyılda Marksizmden ilham alan sosyalizmin kaderini belirleyecektir.

Dipnotlar:
1- Bu metin boyunca, klasik Marksizmin (geniş bir biçimde tanımlanmış) teorik önermelerini pratiğe geçirmek için yaratılmış devletlere ilişkin genel bir referans olarak iki kavramı birbirinin yerine geçebilecek biçimde kullanacağım. Bunlar, “Marksizmden ilham alan sosyalizm” ile “tarihsel komünizm”dir.
2- Bu kitabın içeriğinin kendisinin de bu olguya tanıklık ettiği ayrıca söylenebilir.
3- Marx ile Engels arasındaki ahengin derecesi sorunu burada doğrudan konuyla ilgili değildir. Bunun nedeni yirminci yüzyıl Marksistlerinin büyük bölümünün ve özellikle tarihsel komünizmin bilfiil inşasından sorumlu olanların onların her ikisini birlikte sosyalizm teorisinin sorumlusu görmeleridir.
4- Örneğin Kanada ve ABD’de Komünist Partilerinden arta kalanların konumu hâlâ budur.
5- Trotsky sonrası bu pozisyonun en önde gelen savunucusu müteveffa Ernest Mandel’dir.
6- Stalin’in 1953’teki ölümünden ve Hruşçov’un başını çektiği haleflerinin kendisini kınamasından sonraki süreçte, 1949’da Mao Zedung yönetiminde iktidarı elde etmiş olan Çin Komünist Partisi önderliği Sovyet rejimini önce “revizyonist” sayıp ardından bir dizi sert polemikle Sovyetler Birliği?nde kapitalizmin restore edildiğini ilan ederek bu rejimin doğası konusunda giderek artan bir biçimde eleştirel bir tavır takındı. Sosyalizmin doğasına dair bu derin anlaşmazlıklara rağmen, kendisini Sovyet muadilinden ayrıştırma yolunda harcadığı çabayı Ortodoks Marksizmin sosyalizm ve komünizme bakışına sadakat temeline yaslamaya çalışması dolayısıyla Çin rejimini tarihsel komünizm şemsiyesi altına dahil etmek mantıksal olarak tutarlıdır.
7- Bu argümanın, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde Trotskist hareket içindeki tartışmalara kadar giden, ayrıca Paul Sweezy’nin “Is There a Ruling Class in the USSR” (Swwezy, 1980) başlıklı makalesi gibi daha yakın döneme ait varyantları da bulunan, SSCB’nin bir “bürokratik kolektivizm” şekli olduğu iddiasının dillendirildiği versiyonları vardır.
8- Komünizmin Kara Kitabı, tarihsel komünist rejimlerin tamamında öldürülenlerin toplam sayısını 100 milyona yakın olarak verir (Courtois, 1997: 14).
9- Bu nedenle Çin’deki mevcut rejimin büyük ölçüde farklı bir üretim tarzına kuluçkalık yapıyor olması muhtemeldir. Kapitalizmin, tam boy faşist ve askeri diktatörlükler de dahil olmak üzere otoriter rejimlerle bir arada bulunması, politik ve ekonomik alanların pek çok farklı şekilde bir arada bulunabildiği olgusunun bir başka örneği olarak da düşünülebilir.
10- Bunun bir örneği, Komünist Manifesto’da, önceki dönemlere atıf yapan açılış bölümünün sonundaki pasajdır: “Demek ki, Modern Sanayinin gelişmesi, burjuvazinin üzerinde ürünlerini ürettiği ve mülk edindiği temeli ayağının altından çekmektedir. Dolayısıyla, burjuvazinin ürettiği, her şeyden önce, kendi mezar kazıcılarıdır. Onun yıkılması da proletaryanın zaferi de aynı oranda kaçınılmazdır.”
11 Tarihsel komünist devleti tanımlarken “yeniden feodalleştirilmiş” terimini kullanmanın abartma olduğunu düşünenler, Kuzey Kore’de iktidarın Kim İl Sung’dan oğlu Kim Jong ll’e geçişini akıllarına getirebilirler. Babadan oğula geçiş kuralı komünist devletlerde standart olmamakla birlikte Kuzey Kore örneği “sosyalist” feodal bir devleti, klasik feodal devletin bir karakteristiği olan babadan oğula geçiş kuralından ayıran kısa mesafeyi göstermeye hizmet eder. Rus çarlarıyla Stalinist rejim arasında sıklıkla kurulan paralellik de akla yakınlığını bu yapısal benzerliğe dayandırır.
12- Moishe Postone Marx’ın değer teorisini yeniden yorumlarken benzer bir sonuç çıkarır. “Marx’ın sergilemesi … kapitalist sınıfla işçi sınıfı arasındaki ilişkinin kapitalizm ve sosyalizm arasındaki ilişkiyle paralel olduğu, sosyalizme muhtemel geçişin (işçi sınıfı olarak kendisini olumlaması anlamında) proletaryanın sınıf mücadelesindeki zaferinden etkilendiği ve sosyalizmin proletaryanın gerçeklenmesini içerdiği anlayışına zımnen karşı çıkmaktadır.” Ancak Postone’un Marx okumasının bu yönüne, Historical Materialism, c. 12, sayı 3’te (2004) yayınlanan çalışması üzerine yapılan bir sempozyumun katılımcılarının bir bölümü karşı çıkmıştı.

Tablo 10.1 Sovyetler Birliği’nin mirasım değerlendirmek
Savunucularının iddiasına göre SSCB: Kapitalizmi başarıyla devirmenin olanaklı olduğunu gösterdi.
Düşmanca tutumlar ve istila karşısında, halkın rejimi inşa etmek ve savunmak için gösterdiği kahramanca çabaların damgasını vurduğu 80 yıl boyunca ayakta kaldı.
Ara, ara kitle demokrasisinin örneklerini sergiledi.
işçi sınıfına iş güvenliği gibi gerçek avantajlar sağladı.
İlk aşamalarında hızla sanayileşerek Batı ekonomilerinden daha büyük büyüme oranları sergiledi.
Sağlık ve eğitim hizmetlerine görece eşitlikçi tarzda erişimi sağladı.
Bazı bilimsel ve teknolojik başarılarıyla (askeri, uzay) dünyaya öncülük etti.
Zengin ile yoksul arasındaki uçurumu daralttı.
Faşizme karşı savaşa belirleyici bir katkıda bulundu ve dünya ölçeğinde pek çok ilerici davayı destekledi.
Eleştirmenlerinin iddiasına göre SSCB:
Kapitalizmi aşmadaki başarısızlı-ğıyla anti-kapitalist alternatifleri gözden düşürdü.
Halk desteğinin hiçbir görünür işaretinin olmadığı bir ortamda utanç verici bir biçimde çöktü.
Milyonlarca masum insanın ölümüne yol açacak kadar caniyane, anti-demokratik ve ileri derecede baskıcı bir rejimdi.
İşçi iktidarı yalnızca lafta kaldı.
“Olgun” safhalarında ekonomik durgunluk ve verimsizlik yaşadı.
Hâkim elite sadakat düzeylerine bağlı olarak insanlara eşitsiz davrandı.
Batının geniş bir tabana yayılan teknolojik ve bilimsel ilerlemesine uyum gösteremedi.
Sürekli bir arz yetersizliğine maruz olan düşük kaliteli tüketim malları üretti.
Başka ülkelerin devrimci ve ilerici hareketlerinin çıkarlarım SSCB’nin devlet çıkarlarına tâbi kıldı.

Sekil 10.2 Marksizm ve tarihsel komünizm ilişkisine dair açıklamalar.
Marksist teori kapitalizmin devrilmesi ve sosyalizmin inşası için isabetli, uygulanabilir bir rehber sunmuş olmaktadır.
Orijinal, doğru Marksist vizyon yanlış yorumlandı, bu nedenle teorinin kendisi asla gerçekten uygulanmadı.
Marksizm onu uyguladıklarını söyleyenlerin ihanetine uğradı, çünkü bunlar bu sayede kendi çıkarları doğrultusunda hareket edebildiler.
Marksizm hiçbir zaman sosyalist inşa için bir model sunmaya çalışmadı, bu nedenle sonuçlar yüzünden suçlanamaz.
Marksizm hatalıdır ve/veya çelişik güdülerin basıncına tâbidir, bu da tutarlı bir biçimde Marksist teori sosyalizm konusunda yanlış bir anlayışa sahipti ancak yine de kapitalizmin işleyişine dair doğru bir anlayış sunar.
Marksizm kötücül bir ideolojidir, onu uygulama girişimleri kaçınılmaz bir biçimde totalitarizme yol açar.

Kitabın Künyesi
20. Yüzyılda Marksizm
Orjinal isim: Twentieth-Century Marxism: A Global
Daryl Glaser, David M. Walker
Versus Kitap Yayınları / Marksizmi Okumak Dizisi
Yayına Hazırlayan : Sungur Savran
Kapak : İlknur Kavlak
Çeviri : Sungur Savran
İstanbul, 2011, 1. Basım
352 sayfa

Previous Story

Kitap takas eden 7 öğrenciye soruşturma. ?Bilgiyi satmıyoruz, kitaplarımızı paylaşıyoruz?

Next Story

Yurttaşlığın Kıyısında Aleviler – Kazım Ateş

Latest from Emek Tarihi / Teori

Türkiye’de ilk 1 Mayıs şiiri…

Türkiye’de işçi sınıfının birlik, dayanışma ve mücadele günü olan 1 Mayıs’la ilgili ilk şiir emekçi kadın şair Yaşar Nezihe Bükülmez tarafından 1923 yılında Aydınlık
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ