Latin Amerika Boom’unun parlak ışıkları arasında, adı ön plana çıkan yazarlardan biri Gabriel Garcia Marquez’di. 1927 Kolombiya doğumlu yazarın çocukluğunu geçirdiği kasabada her renkten insan vardı.
Kanarya Adaları’ndan gelenler, Venezuellalılar, Guayanalılar, İtalyanlar hatta Suriyeliler… Bu dünya küçücüktü, ama aynı zamanda sınırları olmayan bir yerdi. Marquez’in bu capcanlı ortamda varlığını, düşünce biçimini şekillendirenlerse daha çok kadınlar olmuştu. Ninesi ve dedesiyle birlikte yaşadığı evde, hizmetçi kadınların hikâyelerini dinleyerek büyüdü. O kadınların her biri Marquez’in deyişiyle kanatsız birer melektiler. Erkekler, bu dünyayı alt üst etmek için uğraşıyorlardı ona göre; kadınlarsa ayakta tutmak için.
Yaşamın onu ‘’ yazar değil de başka ne olursa olsun’’a dönüştürmek için elinden geleni yaptığını söyler Marquez. Ama o da, yerçekimine direnircesine, yazar olabilmek için elinden geleni yapmıştır. Edebiyatla sadece tutkulu bir okur olarak ilgilenmez. Hemingway, Woolf, Faulkner gibi yazarların işçiliğini araştırmakta; onların eserlerini kendi deyişiyle ‘’ameliyat masasına yatırmak’’tadır. Sanatın yetişkinleriyle yakın arkadaşlıklar kurar. Öğrenciliğinde sık sık gittiği kahvelerden El Molino’da yazar arkadaşlarıyla birlikte, yaşlı şairlerin ‘’tertulia’’larına kulak misafiri olur. Garsonlardan, kendisini her seferinde usta Leon de Greiff’in yanına bir masaya oturtmasını rica eder. Kitap satın alabilecek kadar paralı arkadaşlarından bu kitapları çok kısa süreliğine ödünç alır. Karnını doyurmakta zorluk çekerken yeni İspanyolcaya çevrilmiş yazarlardan D.H.Lawrence’i, Aldoux Huxley’i, Graham Green’i, Chesterton’u, William Irish’i, Katherine Mansfield’i ve daha nicelerini bu sayede okumuştur.
İnsan boğazına kadar yoksulluğa batmışken yaşamını sanatıyla var etmenin yolunu nasıl bulabilir?
Marquez, Hukuk Fakültesi’ndeki öğrenimi yarım bırakıp gazeteciliğe başlamıştır ve bir yandan da ilk romanı üzerinde durup dinlenmeden çalışmaktadır. Çabalarından memnun kalmadığı için iyice umutsuzluğa düştüğü bir dönemde (henüz yirmi iki yaşındadır) annesiyle birlikte iki günlüğüne çocukluğunun cenneti Aracataca’ya gitmesi tüm yaşamının yönünü belirler: ‘’… iyi yazabilmek için şansa ihtiyacım olduğunu sanmıyordum. Ne zaferler kazanmak umrumdaydı ne para ne de ihtiyarlık. Çok genç yaşımda sokaklarda öleceğimden emindim zaten… Beni bu uçurumdan kurtaran, annemle birlikte Aracataca’daki evi satmak amacıyla yaptığımız yolculuktu; yeni bir romanın kesinliği farklı bir geleceğin ufuklarını gösterdi…’’
Marquez’in, tıpkı Aracataca yolculuğu gibi, gündelik yaşamında yer eden ve sonradan romanlarında da genişçe yer açtığı olağandışı ve büyük ölçüde de tuhaf manzaralar, insanı, içine sır kaçmış yaşantılarla gündelik alışkanlıklar arasında bir yerlere bırakır. Örneğin liseyi okuduğu San Jose Koleji’ni bize şöyle anlatır: ‘’…eskiden kentin en eski mezarlığının da içinde olduğu, hala taşlar arasında kemiklere ve ölülerin giysilerine rastlanabilen badem ağaçlarıyla dolu bir parktaydı…’’ Veya annesinin evinde, divanda uyur uyanık uzanmışken birdenbire yatak odasına dalan tavuklardan, ördeklerden; kilerdeki erzaka dadanan domuzlardan bahseder. Bu satırları okurken dehşete kapılırız. Fakat hemen arkasından, yazarın bütün bu ayrıntıları, ortak insanlık durumlarının kapsama alanına yerleştirmedeki becerisine hayranlık duymadan edemeyiz. Bir adım sonra da, Marquez’in hangi eserini elimize alırsak alalım, onun anlattıklarına duyduğumuz coşkunun eksilmeyeceği duygusuna kapılırız.
Beni fazlasıyla coşturan bu Marquez sevgimden olacak, geçtiğimiz ay, onun Türkçede Doğu Avrupa’da Yolculuk başlığıyla yayımlanan bir kitabının çıktığını duyunca izini sürdüm hemen. Bir zamanların o eski halk cumhuriyetlerinde yazarın neler gözlediğini merak ediyordum. Kimlerle konuşmuş, rejim hakkında neler düşünmüş, ne yiyip ne içmişti?
Uzak diyarlara yaptığımız yolculuklar, dünyanın düşündüğümüzden çok daha karmaşık bir hareketlilik içinde olduğunu anımsatır. Toplumlara, şehirlere, geleneklere vb. dair anlayışımızı yenileriz. Sanırım, Marquez gibi sıklıkla seyahate çıkanların edindikleri tecrübeler onlara, sınırları aşmanın farklı biçimlerini de öğretiyor. Yazar 1957 yazında, biri Fransız diğeri İtalyan iki arkadaşıyla birlikte, Demir Perde’yi (Doğu Almanya, Çekoslavakya, Polonya, Sovyetler Birliği ve Macaristan) gazetecilik kimliğinin yardımıyla aralıyor. Gezisi boyunca bize resmi görevlilerin ağzından hiçbir düşünce, görüş iletmiyor. Fırsat buldukça kendini bu ülkelerin başkentlerinin caddelerine, sokaklarına vurup yorulmak bilmeden insanları inceliyor.
Marquez, Çekoslavakya’nın toplumsal dinamizmini heyecan verici buluyor. Fakat Çekoslavakya dışında, geçtiği tüm duraklarda hüznü, fakirliği, korkuyu, kocayamadan yaşlanan bedenleri, Büyük Savaş’ın kapanamamış yaralarını, baskıyı, sansürü, bürokrasiyi, işgali görüyor. Yazarın tüm bu izlenimleri sırasında tanıdığı insanları anlatma biçiminde, ister istemez romanlarındaki üslubuyla benzerlikler arıyoruz. Bu arayışın, Marquez’in roman karakterlerinin, yeryüzünün kendilerinden önceki çağlarından çok şey taşıyormuş gibi görünmeleriyle bir ilgisi var. Onun eserlerinde zamanın genişliğine, sözcüklerindeki çağrışım bolluğu eşlik ediyor. Yazar, yaşlanmış roman kahramanlarının görünüşlerini, bu genişliğe uygun olarak betimlemede benzersiz bir ustalığa erişiyor. Sanki yıllar bu insanlara sessizce konuk oluyorlar ve giderken de onlara, işlerine yarayacak bir şeyler bırakıyorlar. Öyle ki, kahramanlarımızın yaşamdan iyice uzaklaştıklarını düşündüğümüz anda birdenbire becerileriyle bizi şaşırtıveriyorlar: Labirentindeki General’de Bolivar öleceğine yakın bir anda delikanlılar gibi dans ediyor. Yüzyıllık Yalnızlık’ta, yaşlılıktan artık gözleri görmeyen Ursula evin içinde bir türlü bulunamayan kayıp eşyaların nerede olduğunu eliyle koymuş gibi biliyor. Marquez’in Doğu Avrupa’sında ise yıllar insanların kapılarını gürültüyle çalmış, giderken de onlara acıdan başka bir şey bırakmamış…
Yazar, Batı Berlin’in savaş sonrası Amerikan mimarisinin etkisi altında kapitalistleşme sürecinden bahsederken ‘’Bütün sabahı şehri aramakla geçirmiştik; içinde dönüp dolaşıyor ama onu bulamıyorduk’’ diyor. Varşova’da durum daha başka: ‘’Her yan kupkuruydu ama neden bilmem sanki Varşova’da uzun yıllar boyunca hiç durmadan yağmur yağmış gibi görünüyordu…’’
Hatice Balcı