Georges Braque, Pablo Picasso, Delaunay gibi kübist sanatçıların resimlerini çoğumuz görüşten tanırız. Sanat dünyasını ve tarihini etkili bir şekilde çalkalamış olan bu sanat akımının en bilinen özellikleri tekil bir bakış açısını kenara bırakması, geometrik şekiller aracılığı ile cisimleri temsil edip alışılagelmiş tanımları kökten değiştirmeye çalışması ve farklı düzlemleri birbirine kenetlemesidir. Picasso?nun resimlerini incelediğimizde basmakalıp şekillerin nasıl başkalaşım geçirdiklerini ve tamamıyla farklı bir dünyaya ait cisimlere dönüştüklerini görürüz. Bu resimler üzerine kafa yorduğumuzda, ressamın alışılagelmiş geometrik şekilleri bir araya getirerek bu sonuçları elde ettiklerini fark ederiz. Yani aslında ressam günlük hayatımızı sürekli olarak tanımlayan çizgisel ve dairesel formları kullanarak hedefine ulaşmıştır. Kübist resimlerin bizi bir anda kendi dünyamızdan koparıp başkalaşmış cisimlerle tanıştırması ve bunu başarmak için hammadde olarak günlük hayatın en basit formlarından yararlanması çarpıcı bir ikilem oluşturur. Aslında kendi dünyamızın en basit formları bizi bu dünyadan koparmaya yeterlidir!

Peki yazında buna benzer bir etki nasıl elde edilebilir?

Rus şair Vladimir Mayakovski ile tanışana kadar buna bir cevap bulamamıştım. Mayakovski?yi okumaya başladığım anda kendimi büsbütün farklı bir dünyaya nakledilmiş buldum. Nasıl mı? Şairin 1913 yılında kaleme aldığı ?Ben? adlı şiirinin ilk bölümüne birlikte bakalım:
?Ezilmiş ruhumun
kaldırımında
delilerin adımları
sert sözcüklerin topuklarını dokuyorlar.
Şehirler durmakta
asılı halde
ve kulelerin
eğilmiş boyunları
bulutların döngüsünde
tutulmuş
bir şekilde ?
bense gidiyorum
tek başıma ağlamaya
dört yol ağzında
çarmıha gerilmiş
polislere.?

Şair kendini şehir hayatının ortasında bir yabancılaşma içerisinde buluyor. Etrafında olup bitenler, duyduğu sesler ve hayatın hızlı akışı şairin zihnini karıştırıyor. Şiirin adından da belli olduğu gibi şair sunduğu bütün detayların arasında, şehirde kaybolmuş olan benliğini arıyor. Peki, Mayakovski nerede? Şair kendini şehrin hangi köşesinde, hangi detayında keşfediyor? İşte bunu anlamak için önce şiiri inceleyelim.

Mayakovski ilk dört dizede şiiri yazdığı sayfayı şehri çevreleyen kaldırımlara benzetiyor. Deliler, yani şehrin durmak bitmeyen temposunda kavrulan sakinleri, attıkları her adımla, şairin kullandığı kelimelerin çıkarttıkları sesleri oluşturuyorlar. Bu adımların ardı arkası gelmeyen sesleri, şairin kelimelerine birer ?topuk? veriyorlar. Böylece okuyucular olarak biz her okuduğumuz kelimede, bu topukların yere basmasını sağlıyor, şehrin yürüyüşüne kulak veriyoruz. Aslında burada Mayakovski bize şiirin temposunu öğretiyor! Şiire uzaktan baktığınız zaman da fark edeceksiniz ki şiir, kısacık dizeleriyle biçimsel olarak şehrin durmak bilmeyen ve insanı sürekli bir yerden bir yere itekleyen temposunu başarıyla taklit ediyor.

Şiirin ikinci bölümünde şair şehrin siluetini tanımlıyor: yorgun kuleler şehrin tepesini sarmış olan bulutlarla iç içe geçmiş, kafalarını göğe çarpmamak için eğilmiş ve boyunları tutulmuş bir şekilde duruyorlar. ?Asılı halde? söz grubu için, Mayakovski bir dize ayırarak okuyucularını şiirin biçimine dikkat etmeye davet ediyor. Asılı halde duran tek şey şehir değil ? şairin tanımladığı her obje kâğıt üzerinde asılı halde duruyor! Dizelerin kısalığından dolayı kelimeler kâğıt üzerinde asılı halde bırakılmış üniteler gibi sergileniyorlar.

Şiirin son bölümündeki benzetme ise şairin psikolojik durumunu yoğun bir şekilde okuyucuya aktarıyor. En başta tanımlanmış olan ?deliler? ve şehrin tehditkâr silueti bir dört yol ağzında buluşuyor. Dört yol ağzı şairin içinde bulunduğu kararsızlığı ve bölünmüşlüğü temsil ediyor. Mayakovski burada günlük hayattan çok sıradan bir sahneyi seçip tanımlıyor: Dört yol ağzında kolları açık bir şekilde yol gösteren bir polis. Fakat bu polis ansızın çarmıha gerilmiş bir insan şeklini alıyor ve dini bir sembole dönüşüyor. Polis şairin ve şehrin çektiği acıyı bir araya getiren figür olarak şairin aklına kazınıyor.

Dikkat ettiyseniz, Mayakovski sürekli objeleri ve cisimleri geometrik formlar kullanarak başkalaştırıyor. Sayfa kaldırıma dönüşürken, kelimeler topuklarla donatılıyor, kuleler boynu eğik insanlar haline gelirken, dört yol ağzında duran polis çarmıha gerilmiş bir figür oluveriyor! Bütün bu başkalaşımlar günlük hayatın şekillerini ve seslerini kullanarak elde ediliyor ve kısacık bir şiir boyunca gerçekleşiyor! Mayakovski?nin şiirlerinin bu hızlı ivmesi de kübist karakterinin yanında fütürist yani gelecekçi ritmini ortaya koyuyor.

Rus ressam Olga Rozanova kübizm hakkında şöyle diyor: ?Kübistler bütün formları saptırdılar. Ama bunu kendilerini gerçekten ve doğadan özgürleştirmek için değil doğayı son detayına kadar temsil etmek için yaptılar. Bu yüzden de kübizm objelere duyulan hayranlığı doruk noktasına çıkarmıştır. Kübistlerin gerçeğe, doğaya güvenmemeleri, onları objeleri anlamanın ve temsil etmenin yollarını çoğaltmaya mecbur etmiştir.?

Mayakovski şiirlerinde cisimleri işte bu şekilde başkalaşıma uğratmaktadır. Bunu yaparken bildiğimiz, alışılagelmiş formları kullanarak, bizi, günlük hayatımızda çevreleyen şekillere daha yakından tanıtır.

Baştaki sorumuza geri dönecek olursak, şairin nerede olduğunu bu kübist yaklaşımı anlayarak öğrenebiliriz. Şair başkalaşıma uğrattığı her objeye can veren, karakter veren kişi haline gelmiştir. Bütün bu yeni formlar şairin süzgecinden geçerek oluşmuşlardır ve bu yüzden temellerinde şairi barındırırlar. Aynı dönemde yaşamış bir başka Rus şair Marina Tsvetayeva, Mayakovski?yi şiirin ?kasılmış kası? olarak tanımlar ve şöyle der: ?Mayakovski birleşmenin imkânsızlığıdır… Mayakovski bizi ayıltır, yani, gözlerimizi faltaşı gibi açar; işaret parmağının mil işaretini objeye ve belki de gözlerimize saplar: BAKINIZ! ? böylece her zaman var olan fakat bizim uyuduğumuzdan ya da isteksizliğimizden dolayı göremediğimiz şeyi bize gösterir.?

?Birleşmenin imkânsızlığı!? ? işte kübizmin temeli! Kübist sanatçılar cisimleri o kadar vurucu bir şekilde başkalaştırırlar ki kendileri yeni oluşan cisimden ayrılamaz hale gelirler. Her oluşturdukları şekil ve her temsil ettikleri obje öznelliğin galerisi olur ve yeni bir gerçeklik tanımlarlar.

Mayakovski?nin şiirlerini okumak, Tsvetayeva?nın dediği gibi bizleri sarsar, ayıltır ve uykudan uyandırır. Hiç görmediğimiz şeyleri görmeye başlar ve başkalaşan her objeyle birlikte biz de başkalaşırız. Her kelime bizi yeniden tasarlar ve bunu yaparken bize kendimizin daha önce hiç bilmediğimiz yönlerini tanıtır.

MELİH LEVİ
16.05.2014, http://kitap.radikal.com.tr/

Previous Story

“Bitmeyen Kavga” – Miralem Gür

Next Story

Marx geri dönse Twitter kullanır mıydı?

Latest from Makaleler

Van Gogh’un kitap tutkusu

Geçtiğimiz haftalarda Paris’in izlenimci koleksiyonuyla ünlü Musée d’Orsay, Antonin Artaud’un Van Gogh: Toplumun İntihar Ettirdiği kitabından yola çıkarak yazar ile ressamı, Artaud ile Van

George Orwell’a ilham veren kitap: Biz

George Orwell‘ın 1984’ünü neden sevdiyseniz, Yevgeni Zamyatin‘in Biz‘ini sevmeniz için en az 1984 kadar nedeniniz var. Üstelik Biz, 1984’ten çok daha önce, 1920 yılında
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ