2001 yılında Kartal Cezaevi’nde ölüm orucunda yaşamını yitiren Sibel Sürücü’nün ailesi, her yıl ölüm yıldönümünde, Tokat’tan İstanbul Başakşehir’e gelip Sibel’i ziyaret ediyorlardı. Bu yıl da böyle yapacaklardı. 22 Nisan’daki ölüm yıldönümünden birkaç gün önce, dayısı Şenol Budak Sibel’in mezarını temizlemeye, toprağına su vermeye geldiğinde mezarı yerinde bulamayacaktı. Zengin egemen arsızlığının son zamanlardaki prototipi Ali Ağaoğlu’nun bölgedeki gecekonduları yıkarak inşa etmeye başladığı My World Europe evlerinin görüş alanına giren mezarlık bir gecede ve haber verilmeksizin başka bir yere taşınmıştı.

Bu olaydan yaklaşık bir ay önce ise Ankara Dikmen Vadisi’nde evlerinin yıkılmasına uzun yıllardır direnen halka, sivil ve resmi polisler eşliğinde yıkım ihalesini alan şirketin “elemanları” pompalı tüfeklerle saldırıya geçecekti. Dikmen halkının direnişiyle geri çekilen polisler ve silahlı işgalciler, iş makinelerini de orada bırakıp kaçtılar.

Mekân, egemenliğin tesis edilmesinde oldukça kritik önemdeki bileşenlerden biridir. Mekân giderek içerme/dışlama ile ilişkilendirilecek biçimde her türlü konumu belirleyen temel bir kategori haline gelmektedir. Mekân, yani okula ya da işe giderken teptiğimiz yollar, dostlarla buluştuğumuz yerler, oturduğumuz mahalleler, her gün bir şekilde adımladığımız sokaklar… Nihayet egemenliğin tesisi açısından oldukça önemli bir araç olan bu içerme/dışlama pratikleri, egemen sınıfın ?mekânı tutmayı? hayati bir görev olarak önüne koymasına ve mekânı kaybetme korkusu yaşadığı her anda, bu tehdidi yarattığını düşündüğü bedenleri bu mekândan ?linç?, ?tehdit? ya da ?tehcir? ile sürmesine neden olur. İktidarın kendini yeniden üretirken ayağını bastığı, içinde kıvrılarak dolaştığı ve sürekli kendi suretinde yaratmaya yeltendiği mekân, bugün artık başka bir dünya isteyenlerin nihai kavga alanıdır.
Mekânları ne yapmalı?
Mekân üzerine yürüyen kavgada kavramsal cephaneliğimizin oldukça genişlediğini söyleyebiliriz, direniş pratiklerimizin de. Ağaoğlugiller’in Sibel Sürücülere, Gökçekgiller’in Dikmenlilere karşı ilan ettiği savaş hepimizin savaşı. Bugün mekanları ele geçirmek, yıkmak ya da dönüştürmek yoksullar için marjinal politik bir faaliyet değil, kritik bir hayatta kalma stratejisi haline gelmiş durumda.

Meselenin bir boyutu çıplak ekonomi-politik. Egemenler, özellikle kent mekanlarını sürekli yeniden “yaratıcı yıkıma” maruz bırakmalarına yol açan bir tür rantiyer yasaya tâbiler. Değeri yükselen parselleri ve kentsel mekanları yeniden düzenliyorlar, merkezi kent mekanlarını daha fazla tüketebilenlerin kullanımına açabilmek adına yoksulları kentin sınırlarına doğru sürüyorlar. Meselenin diğer boyutu oldukça ideolojik. Egemenler, yoksulların kamusal mekanları kullanmaya haklarının olmadığını düşünüyorlar, yoksullardan açıkça tiksiniyorlar, ayrıca bu “akılsız” kitlelerin isyan etmemesini sağlamak adına her türlü özgürlükçü kamusal alan fikrinden alabildiğine korkuyorlar.

Direniş hatlarının örüldüğü yer de burası. Yine de söylemek lazım: Elimizde hazır bir reçete yok. Mekan üzerine verilen bu savaşta, aklımızda kaldığı kadar tarihsel deneyimlerden esinlenip, gücümüzün yettiği kadar gündelik mücadelelerle yol alıyoruz. Son yıllarda Mısır’daki Tahrir işgali bir devrimi tetikledi, Wall Street işgalinin nefesi ulusal çapta bir muhalefeti canlandırmaya yetmedi ve Zizek’in dediği gibi “çocuklara anlatılacak güzel bir anı olarak kaldı”, Ankara’da Tekel işçilerinin 80 günü aşan Sakarya Caddesi işgali ise yeni nesil işçi muhalefetinde mekânı tutmanın ne kadar önemli olduğunu gösterdi.

Henri Lefebvre “Belirli bir mekanı bir süreliğine özgürleştirebilirsiniz ancak her zaman şuna şahit olacaksınız, eğer daha ileri bir özgürleştirme sürecine girmezseniz, özgürleştirmiş olduğunuz mekân, bir süre sonra egemen pratik tarafından tekrar emilir, ele geçirilir” diyordu, Wall Street işgali bize bunu fazlasıyla gösterdi. Harvey de Lefebvre’i teyit ederek “egemen pratik değişmedikçe mekanlar her zaman tehdit altında olacaklar … Toplumsal yaşamı daha yaygın bir şekilde nasıl örgütleyeceğinizi düşünmeye başlamalısınız. Aksi takdirde egemen pratik galip gelir ve biz de tekrar en baştan başlarız, mekanları özgürleştirmeye yeniden başlarız” sözlerini sarf edecekti.
Mekan, bellek, kent hakkı
Mekan üzerine süregiden mücadelenin diğer yanıyla bir bellek savaşı olduğunu da sürekli akılda tutmak gerekiyor. Taksim Meydanı ve Emek Sineması’na yönelik saldırının ideolojik dozunun çokça yüksek olduğu aşikar. Egemenler mekanları kendi suretlerinde yaratmak istiyorlar; aksi takdirde her yerde toplumsal belleğin “hatıralarıyla” yüklü başka suretlerle karşı karşıya geliyorlar. Taksim Meydanı’nı bilinen haliyle ortadan kaldırmak, onlar için 1 Mayıs 1977’yi de ortadan kaldırmak demek, gecekonduları ortadan kaldırmak, bu gecekondularda birikmiş direniş deneyimlerini silmek demek. Mekanların belleğini silmek, bu belleğin toplumsal belleğe referansla “istenmeyen şeyleri” hatırlatmasının önüne geçmek durumundalar. Kent mekanını yeniden talep etmek, bu anlamda, nostaljik ve romantik bir “istemezükçülük” değil, ahir zaman Faustlarına karşı verilen bir kolektif bellek savaşıdır.

1967’de Lefebvre’in “bir çığlık” olarak tarif ettiği “kent hakkı” kavramının, işte bütün bu açılardan bugün kritik hale geldiğini söylemeli. Küresel çapta nüfus yoğunluğunun kentlerde kritik eşiği çoktan aştığı günümüz dünyasında insanca ve onurlu yaşayabilmenin yollarını bulabilmek ve egemenlerin tüketim adaları ve yoksulluk okyanuslarından oluşan bir dünyaya dönük projelerini yırtıp atabilmek adına dünya üzerinde hayata geçirilen kent hakkı merkezli mücadele deneyimlerinden de dersler devşirmek gerekiyor.

Soner Torlak
BirGün Kitap Eki, 127.sayı

Previous Story

Aforizmalar X – Mehmet Ercan

Next Story

Çağın Ruhunu Yakalamak için Lefebvre – Cihan Özpınar

Latest from Makaleler

Van Gogh’un kitap tutkusu

Geçtiğimiz haftalarda Paris’in izlenimci koleksiyonuyla ünlü Musée d’Orsay, Antonin Artaud’un Van Gogh: Toplumun İntihar Ettirdiği kitabından yola çıkarak yazar ile ressamı, Artaud ile Van

George Orwell’a ilham veren kitap: Biz

George Orwell‘ın 1984’ünü neden sevdiyseniz, Yevgeni Zamyatin‘in Biz‘ini sevmeniz için en az 1984 kadar nedeniniz var. Üstelik Biz, 1984’ten çok daha önce, 1920 yılında
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ