Menzil Bekçisi – Aleksandr Sergeyeviç Puşkin

Aleksandr Sergeyeviç Puşkin’in  1830 yılının ürünü olan Menzil Bekçisi Öyküsü, yalın bir üslupla yazılmış, gerçekçi, özlü sanat ürünüdür. Bu öyküde Puşkin, halk insanlarını büyük bir yalınlık, gerçekçilik ve ustalıkla çizmiştir. ‘Menzil Bekçisi’ öyküsünde bekçi kızı da diğer öykülerin karakterleri gibi  sevecen bir alaycılık ve duyguyla çizilerek, gerçekçi rus yazınına örnek oluşturmuştur; Dostoyevski, Nekrasov, Tolstoy, Çehov v.b. daha sonraki dönemlerin birçok büyük yazarı için tükenmez esin kaynakları olmuştur. Puşkin’in diğer öylüleri gibi bu öykü de ince bir alay, zeka, yalın ve şen bir insan sevgisiyle örülüdür.

Menzil Bekçisi
“Sıradan, küçücük bir kâtiptir / Menzil bekçisi oldu mu diktatör kesilir” Prens Vyazemski
Menzil bekçilerine sövüp saymayan, onlarla dövüşmeyen var mıdır içinizde? Çektiğimiz eziyetler, karşılaştığımız düzensizlikler ve kalabalıklar hakkında hiçbir işe yaramayacak olan yakınmalarımızı yazmak için öfkeye kapılarak hangimiz istememişizdir o uğursuz defteri? Menzil bekçilerini bir zamanların dava vekilleriya da Murom eşkıyaları gibisinden insan soyunun ucubeleri arasında saymayan var mıdır? Fakat adil olup kendimizi onların yerine koymaya çalışırsak, yargılarımızı çok daha hoşgörüyle verebiliriz. Kimdir bir menzil bekçisi? On dördüncü dereceden bir çilekeş. Rütbesi kendisini ancak dayak yemekten kurtarabilen (vicdan sahibi okuyucularım kabul ederler ki bu da her zaman olmaz) bir zavallı. Prens Vyazemski’nin alay olsun diye diktatör dediği bu adamların yaptıkları iş tam bir kürek mahkûmluğu değil de nedir? Gece olsun, gündüz olsun rahat yüzü görmezsiniz. Yolcu can sıkıcı yolculuğu süresince birikmiş bütün öfkesini menzil bekçisinden çıkartır. Hava mı bozuk? Suçlu menzil bekçisidir. Yollar mı berbat? Menzil bekçisinin yüzünden. Atlar hımbıl mı hımbıl, arabacı dik kafalı herifin biri mi? Suç menzil bekçisindedir. Onun yoksul kulübesine yolu düşenler düşman gibi görürler karşılarına çıkan adamı. Yakasını bu çağrılmamış konuktan kurtarabilirse ne mutlu menzil bekçisine. Fakat eğer bir de at yoksa elinde… Eh, artık sövgünün, gözdağının bini bir para! Yağmur altında, vıcık vıcık çamura bata çıka avludan avluya koşmak zorundadır. Öfkeli yolcunun azarlarından, itip kakmalarından hiç olmazsa bir dakikacık kurtulabilmek için fırtınaya, zemheriye bakmaksızın, kendini kapı dışına atar. Bakarsın bir general çıkagelmiş. Korkudan tir tir titreyen menzil bekçisi, biri de haberci postası olan elindeki son iki troykayı ona verir. General teşekkür bile etmeden çekip gider. Beş dakika sonra bir çıngırak sesi!.. Hükümet habercisi seyahat belgesini masaya fırlatır!.. Bütün bunları enine boyuna düşünürsek yüreğimiz öfkeyle değil, merhametle dolar. Bir iki şey daha söyleyeyim. Tam yirmi yıl dur durak bilmeden bütün Rusya’yı baştan başa dolaştım. Bütün posta yollarını bilirim aşağı yukarı. Birkaç arabacı kuşağıyla tanışıklığım vardır. Yüz yüze gelmediğim menzil bekçisi yok gibidir. Pek çoğuna da işim düşmüştür. Edindiğim ilgi çekici gezi izlenimlerimi fırsat buldukça yayımlamak isterim. Fakat şimdilik şu kadarını söyleyeyim ki menzil bekçileri sınıfı, gerçeğe çok aykırı bir biçimde tanıtılmıştır topluma. Bu kadar iftiraya uğrayan menzil bekçileri, aslında yumuşak başlı, yaratılıştan yardımsever, insancıl, öyle pek de şan, şeref, para düşkünü olmayan kimselerdir genellikle. Sohbetlerinden (sayın yolcuların küçümsemekte hiç de haklı olmadıkları bu sohbetlerden) çok ilgi çekici bilgiler elde edilebilir. Altıncı dereceden bir memurla resmi bir konuşma yapmaktansa bir menzil bekçisinin sohbetini yeğlerim ben kendi payıma.
Bu saygıdeğer kişiler arasında bazı dostlara da sahip bulunduğumu kolayca anlamışsınızdır. İçlerinden bir tanesinin anısı benim için çok değerlidir gerçekten de. Olaylar bir zamanlar bizi birbirimize yaklaştırmıştı. Sevimli okuyucularıma bunu anlatmak niyetindeyim işte.
1816 yılı Mayısı’nda bugün artık kaldırılmış olan bir posta yoluyla ** ilinden geçmem gerekmişti. Küçük rütbeli bir memurdum o zamanlar. İki katlı bir posta arabasıyla seyahat ediyordum. Bu yüzden menzil bekçileri beni üstünkörü karşılıyorlar, ben de hakkım olduğuna inandığım şeyi bilek gücüyle elde ediyordum çoğu kere. Genç ve ateşliydim o sıralar. Benim için hazırlanmış atları yüksek rütbeli bir memurun arabasına koşuverdiğinde bir menzil bekçisinin, bu küçük adamın alçaklığına fena halde içerledim. Yine bunun gibi, vali sofrasında uyanık bir uşağın beni atlayarak servise devam etmesine de alışamamıştım uzun süre. Şimdi her ikisi de çok olağan görünüyor bana. Düşünün bir, eğer herkesçe kabul edilen rütbe sırası kuralı değil de söz gelişi akıl sırası gibi bir kural uygulanacak olsaydı ne yapardık? Kimbilir ne tartışmalar çıkar, uşaklar kimbilir kimden başlarlardı yemek dağıtmaya? Neyse, biz hikâyemize dönelim.
Çok sıcak bir gündü. ** menziline üç verst kala çiselemeye başlayan yağmur az sonra öyle bir sağanağa çevirdi ki, tepeden tırnağa ıslandım. Menzile vardığımda ilk işim üstümü başımı değiştirmek, ikincisi de çay istemek oldu. Menzil bekçisi:
– Hey, Dunya, diye seslendi, semaveri hazırla, biraz da kaymak getir.
Bu sözler üzerine bölmenin arkasından on dört yaşlarında bir kız çıkarak sofaya doğru koştu. Güzelliği gözlerimi kamaştırmıştı.
– Kızın mı, diye sordum.
Menzil bekçisi onuru okşanmış bir tavırla:
– Evet, dedi. Öyle akıllı, öyle beceriklidir ki, tıpkı rahmetli anası…
Bunu söyledikten sonra benim seyahat belgemi işlemeye başladı. Bense onun gösterişsiz, fakat derli toplu evini süsleyen tabloları seyretmeye koyuldum. Bunlar Hayırsız Oğul’un (13) hikâyesini canlandırıyorlardı. İlk tabloda başında takkesi, sırtında gecelik entarisiyle nur yüzlü bir ihtiyar duasını üstünkörü dinleyip para kesesini hırsla kapan tedirgin bir delikanlıyı uğurluyordu. Öteki tabloda genç adamın yaşadığı batakhane hayatı parlak renklerle canlandırılmıştı. Delikanlı çevresi sahte dostlarla, düşük kadınlarla kuşatılmış olarak bir masa başında otururken gösterilmişti burada. Sonraki tabloda varını yoğunu tüketen genç adam sırtında yırtık pırtık giysiler, başında üç köşeli bir kasket, domuz güdüyor, onlarla aynı kaptan yemek yiyordu. Yüzünde derin bir keder ve pişmanlık okunmaktaydı. Son tabloda hayırsız oğulun yeniden baba ocağına dönüşü gösterilmişti. İyi yürekli ihtiyar başında aynı takke, sırtında aynı gecelik entariyle onu karşılamaya koşuyor, hayırsız oğul babasının önünde diz çöküyordu. Tablonun arka planında ise besili bir danayı boğazlayan aşçıyla hizmetçilere şenliğin nedenini soran büyük kardeş gösterilmişti. Her tablonun altında o tabloya uygun Almanca şiirler yazılıydı. Kına çiçeği saksıları, alacalı bulacalı bir örtüyle kaplı karyola ve o gün orada gördüğüm şeylerin tümüyle birlikte hâlâ hatırımdadır bütün bunlar. Elli yaşlarında bir adam olan ev sahibinin kendisi de canlılığı, dinçliği, üzerinde rengi atmış kurdelelere asılı üç madalya bulunan uzun yeşil ceketiyle bugünmüş gibi gözlerimin önündedir.
Ben henüz yaşlı arabacının parasını vermeye vakit bulamadan Dunya semaverle döndü. Üzerimde bıraktığı etkiyi bir anda sezmişti küçük çapkın. İri mavi gözlerini yere indirdi. Bir iki şey söyledim. Her şeyden haberli bir genç kız gibi ürküp sıkılmadan konuştu benimle. Babasına bir bardak punç, Dunya’ya bir fincan çay sundum. Sanki kırk yıllık ahbaplarmışız gibi sohbete daldık.
Atlar koşulalı çok olmuştu. Ama ben menzil bekçisinden ve kızından ayrılmak istemiyordum hâlâ. Sonunda vedalaştık. Menzil bekçisi bana iyi yolculuklar diledi. Kız arabaya kadar benimle geldi. Sofada durup bir öpücük istedim. Razı oldu…
Bu işle uğraşalı beri yığınla öpücük alıp vermişliğim vardır. Ama hiçbirinin bunun kadar uzun, bunun kadar tatlı bir anısı kalmadı bende.
Birkaç yıl sonra olaylar yine aynı posta yoluna, aynı yerlere sürükledi beni. Aklıma yaşlı menzil bekçisinin kızı geldi. Onu yeniden göreceğimi düşünerek sevindim. Fakat bir yandan da menzil bekçisinin belki de bir başka yere atanmış olabileceğini, Dunya’nın belki de evlendiğini düşünüyordum. İkisinden birinin ölmüş olabileceğini de aklımdan geçirerek ** menziline kederli bir ön seziyle ulaştım.
Atları evin önünde bırakıp odaya girdiğimde hayırsız oğulun hikâyesini canlandıran tabloları hemen tanıdım. Masa ve karyola eski yerlerindeydi. Fakat pencerelerdeki saksılar kaldırılmıştı. Bir köhneliğin, bir bırakılmışlığın izleri okunuyordu her yanda. Menzil bekçisi gocuğunu üstüne çekmiş uyuyordu. Benim içeri girişim üzerine uyanıp doğruldu. Bu Samson Vyrin olmasına Samson Vyrin’di ya, o kadar çökmüştü ki, şaşıp kaldım. O benim seyahat belgemi işlerken ağarmış saçlarını, çoktandır ustura değmemiş yüzündeki derin kırışıkları, kamburlaşmış sırtını gözden geçiriyordum. Dinç bir adamın üç, bilemedin dört yıl içinde böyle yıkık bir ihtiyar olup çıkmasına şaşmamak elde değildir.
– Tanıdın mı beni? diye sordum, seninle eski dostuz biz.
Kaşlarını çatarak:
– Olabilir, dedi. Büyük bir yoldur burası. Çok yolcu gelip geçti bu menzilden.
– Dunya nasıl? diye sordum.
İhtiyar büsbütün somurtarak:
– Allah bilir diye yanıtladı.
– Yoksa evlendi mi? dedim.
İhtiyar sorumu duymazlıktan gelerek seyahat belgemi fısıltıyla okumaya devam etti. Ben de soru sormayı bıraktım, çay istedim. Adamakıllı meraklanmıştım. Biraz punç içerse ihtiyar dostumun dilinin çözüleceğini umuyordum.
Yanılmamışım. İhtiyar, kendisine uzattığım bardağı çevirmedi. İçkiyi görünce yüzünün ışıdığını fark ettim. İkinci bardakta dili çözüldü. Beni ya anımsadı ya da anımsar göründü. O zamanlar çok etkisinde kaldığım, üzerinde çok düşündüğüm hikâyesini anlattı.
– Demek Dunyamı tanıyorsunuz siz, diye başladı söze. Onu tanımayan var mıydı ki. Dunya, ah Dunya! Ne kızdı o! Herkes hayran kalırdı ona, kimse bir kusur bulamazdı. Baylar kimi zaman mendil, kimi zaman küpe armağan ederlerdi. Yolcular sözüm ona öğlen ya da akşam yemeği yeme bahanesiyle, gerçekteyse onu biraz daha fazla görmek için mola verirlerdi burada. Bir bay ne kadar öfkeli olursa olsun onu gördü mü yatışır, tatlı tatlı konuşmaya başlardı benimle. İnanır mısınız efendim, haberciler, hatta hükümet habercileri, oturur yarım saat çene çalarlardı onunla. Evin her şeyiydi o. Derler toparlar, çekip çevirir, her şeyin üstesinden gelirdi. Bense, ihtiyar bunak, bakmaya doyamazdım ona. Sevinçten içim içime sığmazdı. Dunyamı sevmiyor muydum sanki? Yavrumdan bir şey mi esirgiyordum? Mutlu değil miydi sanki? Fakat kaderden kaçılmıyor. Alnımıza yazılan başımıza geliyor.
Yaşlı adam bu sözü söyledikten sonra içindeki acıyı ayrıntılarıyla anlatmaya koyuldu. Üç yıl kadar önce bir kış akşamı menzil bekçisi yeni bir deftere çizgi çeker, kız da bölmenin arkasında kendine elbise dikerken kapıya bir troyka yanaşmış; başında bir Çerkez kalpağı, sırtında asker kaputu bulunan omuzu atkılı bir yolcu içeri girerek at istemiş. Atların hepsi de seferdeymiş. Bunu işiten yolcu hem sesini, hem de kamçısını yükseltmek üzere imiş ki bu gibi sahnelere alışık olan Dunya hemen bölmenin arkasından fırlayarak yolcuya bir şeyler yemek isteyip istemediğini sormuş. Dunya’nın ortaya çıkışı her zamanki etkisini göstermekte gecikmemiş, yolcunun öfkesi geçmiş. Atlar gelinceye kadar beklemeye razı olarak, bir akşam yemeği ısmarlamış. Islak tüylü kalpağını çıkarıp, atkısını çözüp silkinerek kaputunu sırtından atınca genç, kara bıyıklı, boylu boslu bir hafif süvari subayı çıkmış ortaya. Menzil bekçisinin yanında bir yere oturarak onunla ve kızıyla sohbete dalmış. Akşam yemeği hazırlanmış. Bu arada atlar da gelmiş. Menzil bekçisi yiyecek bile verilmeden atların bir an önce yolcunun arabasına koşulmasını emredip içeri girdiğinde genç adamı kanepe üzerinde hemen hemen yarı baygın yatarken bulmuş. Birden bire fenalaştığını, başının çok ağrıdığını, yola çıkacak durumda olmadığını söylemiş hafif süvari subayı… Ne yaparsın? Menzil bekçisi kendi yatağını ona vermiş. Hasta iyileşmeyecek olursa ertesi gün S** kentinden doktor getirtilmesi kararlaştırılmış.
Ertesi gün hafif süvari subayı daha da kötüleşmiş. Uşağı doktor getirmek üzere ata binip gitmiş. Dunya hastanın başına sirkeyle ıslatılmış bir bez bağlayarak, elinde dikişi, yatağının baş ucuna oturmuş. Menzil bekçisi oradayken hasta durmadan inliyor, hemen hemen hiç konuşmuyormuş. Bununla birlikte iki fincan kahve içmiş ve öğle yemeği hazırlanmasını istemiş. Dunya onu yalnız bırakmıyormuş. Hasta durmadan bir şeyler içmek istiyor, Dunya da bir maşrapayla kendi hazırladığı limonatayı götürüyormuş. Fakat delikanlı sadece dudaklarını maşrapaya değdirmekle yetiniyor ve her seferinde de güçsüz eliyle teşekkür anlamında Dunya’nın elini sıkıyormuş. Doktor öğleye doğru gelmiş. Hastanın nabzını dinleyip onunla önce Almanca konuşmuş, sonra da Rusça olarak dinlenmesi gerektiğini, yola iki gün sonra çıkabileceğini bildirmiş. Hafif süvari subayı vizite ücreti olarak yirmi beş ruble ödeyip doktoru yemeğe buyur etmiş. Birlikte büyük bir iştahla yemek yiyip bir şişe şarap yuvarladıktan sonra birbirlerinden çok hoşnut olarak ayrılmışlar.
Aradan bir gün daha geçince hafif süvari subayının bir şeyi kalmamış. Son derece neşeli bir adammış meğer. Dunya’yla, menzil bekçisiyle boyuna şakalaşıp durmuş. Islıkla şarkılar çalıyor, yolcuların seyahat belgelerini menzil defterine işliyormuş. İyi yürekli menzil bekçisi bu genç adama öylesine ısınmış ki üçüncü günün sabahı sevimli konuğundan ayrılmak bayağı zor gelmiş kendisine. Günlerden pazarmış. Dunya sabah duası için kiliseye gitmeye hazırlanıyormuş. Hafif süvari subayının arabasını getirmişler. Genç adam yiyecek ve yatak ücretini cömertçe ödemiş, menzil bekçisiyle vadalaşmış. Dunya’yla da vedalaşarak onu kentin öbür ucunda bulunan kiliseye arabasıyla götürmek istemiş. Dunya duraksamış… Babası:
– Ne korkuyorsun kız, demiş. Efendimiz kurt değil ki seni yesin. Kiliseye kadar arabayla gidiver işte.
Dunya hafif süvari subayının yanına oturmuş. Subayın uşağı arabacının oturma yerine sıçramış. Arabacının ıslığıyla birlikte atlar dörtnala kalkmışlar.
Zavallı menzil bekçisi kızına nasıl olup da hafif süvari subayıyla birlikte gitmesi için izin verdiğini, hangi akla uyduğunu, nasıl olup da böyle bir sersemlik yaptığını anlayamıyormuş. Aradan yarım saat geçince yüreği sızım sızım sızlamaya başlamış. Bir ara öylesine kaygılanmış ki, daha fazla dayanamayıp kendisi de kiliseye yollanmış. O kiliseye yaklaştığında halk dağılmaktaymış. Fakat Dunya ne kilise avlusunda, ne de basamaklarda yokmuş. Menzil bekçisi hemen kiliseden içeri girmiş. Papaz mihraptan çıkıyor, zangoç mumları söndürüyor, iki kocakarı bir köşede hâlâ dua ediyorlarmış. Fakat Dunya kilisede yokmuş. Zavallı baba epeyce duraksadıktan sonra zangoca yaklaşarak kızının sabah duasında bulunup bulunmadığını sormuş. Zangoç, bulunmadığını söylemiş. Menzil bekçisi yarı canlı, yarı ölü eve dönmüş. Tek ümit olarak Dunya’nın aklına bir gençlik uçarılığıyla bir sonraki menzilde oturan vaftiz anasına kadar gitmenin esebileceği kalıyormuş. Menzil bekçisi içini acıtan bir yürek çarpıntısıyla kızını götüren troykanın dönmesini beklemeye başlamış. Arabacı dönmek bilmiyormuş. Sonunda akşama doğru tek başına ve sarhoş olarak, öldürücü bir haberle dönmüş: ”Dunya hafif süvari subayıyla birlikte bir sonraki menzilden öteye doğru hareket etti.”
Yaşlı adam bu mutsuzluğa dayanamamış. Bir gün önce genç düzencinin yattığı yatağa atmış kendini. Olayları bir bir gözlerinin önüne getirince, hastalığın da yalan olduğunu anlamış. Zavallı adam şiddetli bir hummaya yakalanmış. Onu S** kentine götürüp yerine geçici olarak bir başkasını atamışlar. Kendisini tedavi eden doktor, hafif süvari subayına gelen aynı doktormuş. Menzil bekçisine, genç adamı sapasağlam bulduğunu, onun kötü niyetini daha o zaman sezdiğini, fakat kamçılanmaktan korktuğu için sustuğunu söylemiş. Alman doktorun sözleri; ister gerçek olsun, isterse ileri görüşlülüğüyle övünmek için söylemiş olsun bunları, zavallı hastanın yarasına hiç de merhem olmamış. Menzil bekçisi biraz iyileşir iyileşmez S** kenti menzil müdüründen iki ay izin alarak ne yapmak istediğini hiç kimseye çıtlatmadan kızını bulmak için yola düşmüş. Genç adamın hafif süvari yüzbaşısı Minski olduğunu, Smolensk’ten Petersburg’a gittiğini seyahat belgesinden biliyormuş. Dunya’yı götüren arabacının söylediğine göre kız kendi isteğiyle gidiyor görünmesine rağmen yol boyunca hep ağlamış. Menzil bekçisi: ”Kim bilir, yolunu yitirmiş kuzucuğumu belki de döndürürüm yuvasına” diye düşünüyormuş. Bu düşünceyle Petersburg’a vararak eski meslek arkadaşlarından emekli bir erbaşın İzmaylov alayı yakınlarındaki evinde konaklayarak, araştırmalarına başlamış. Hafif süvari yüzbaşısı Minski’nin Petersburg’da Demutov Oteli’nde oturmakta olduğunu öğrenmiş çok geçmeden. Oraya gitmeye karar vermiş.
Sabahleyin erkenden otelin sofasına gelerek, efendilerine, eski bir askerin kendisiyle görüşmek istediğini haber vermelerini rica etmiş. Kalıba geçirilmiş çizmeleri temizlemekte olan emireri, yüzbaşının uyumakta olduğunu, saat on birden önce kimseyi kabul etmediğini bildirmiş. Menzil bekçisi otelden ayrılarak söylenen saatte yeniden oraya dönmüş. Onu bu kere sırtında robdöşambr, başında kadifeden kırmızı bir külahla, Minski’nin kendisi karşılamış.
– ”Ne istiyorsun kardeş?” diye sormuş.
İhtiyarın içi bir tuhaf olmuş, gözleri yaşarmış. Ağzından titrek bir sesle sadece:
– ”Efendimiz!.. Tanrısal bir lütufta bulununuz!…” sözleri dökülmüş.
Minski ihtiyara şöyle bir bakar bakmaz yüzünü ateş basmış, elinden tutarak yazı odasına götürmüş onu, kapıyı kilitlemiş. İhtiyar:
– ”Efendimiz!… Olanla ölüme çare bulunmaz, fakat hiç olmazsa zavallı Dunyamı geri verin bana. Hevesinizi aldınız artık. Ona boşu boşuna kıymayın” diye sürdürmüş sözlerini. Genç adam büyük bir şaşkınlık içinde:
– ”Olan oldu bir kere, demiş. Sana karşı suçluyum. Senden özür dileyebildiğim için de memnunum. Fakat Dunya’yı bırakmayacağımı bilmelisin. Sana şeref sözü veriyorum, mutlu olacak o. Sen onu ne yapacaksın? Seviyor beni. Eski yaşamını da unuttu. Ne sen, ne de o, olanları unutamazsınız artık!” Genç adam bunları söyledikten sonra ihtiyarın kol yenine bir şeyler sokuşturmuş, kapıyı açmış ve menzil bekçisi neye uğradığını anlayamadan kendini sokakta bulmuş.
Uzun bir süre hiçbir şey yapmadan öylece kalmış. Sonra kol yeninde gördüğü bir kâğıt tomarını çekip çıkarmış. Bu birkaç tane buruşuk, ellilik banknotmuş. İhtiyarın gözleri öfke yaşlarıyla dolmuş bu kez! Kâğıt parçalarını bir topak oluncaya kadar avucunda sıkıp yere fırlatmış, öfkeyle ezdikten sonra birkaç adım atmış. Sonra duraklamış, bir süre düşünüp geri dönmüş… Fakat kâğıt rublelerin yerinde yeller esiyormuş. İyi giyimli genç bir adam menzil bekçisini görünce bir arabaya doğru koşarak çabucak binmiş, ”Çek!…” diye bağırmış. Menzil bekçisi adamın arkasından koşmamış. Evine, menziline dönmeye karar vermiş. Fakat Dunyasını hiç olmazsa bir kere daha görmek istiyormuş. Bu nedenle iki gün sonra yeniden Minski’ye gitmiş. Fakat emireri sert bir tavırla, yüzbaşının kimseyi kabul etmediğini söyleyerek ihtiyarı göğüsleye göğüsleye sofadan çıkarmış, kapıyı yüzüne çarpmış. Menzil bekçisi beklemiş, beklemiş, sonra uzaklaşmış oradan.
Aynı günün akşamı Vse-Skorb-yaşçiye (14) Kilisesi’nden, akşam duasından çıktıktan sonra Liteynaya Caddesi’nde yürürken şık bir gezinti arabası hızla geçmiş yanıbaşından. Menzil bekçisi, Minski’yi tanımış. Gezinti arabası üç katlı bir evin karşısında, tam kapı önünde durmuş, hafif süvari subayı koşarak içeri girmiş. O anda menzil bekçisinin kafasında sevinçli bir düşünce parlamış. Geri dönüp arabanın yanına gelerek:
– ”Kimin bu araba kardeş?” diye sormuş. ”Minski’nin mi?”
Arabacı:
– ”İyi bildin”, demiş, ”Ne istiyorsun?”
– ”Senin efendi, Dunyasına bir pusula gönderdi de onu verecektim. Fakat Dunya nerede oturuyordu unuttum.”
– ”İşte burada oturuyor, ikinci katta. Fakat sen pusulayı getirmekte geciktin kardeş. Beyin kendisi de onun yanında şimdi.”
Menzil bekçisi anlatılmaz bir yürek çarpıntısıyla:
– ”Zararı yok”, diye karşılık vermiş. ”Yardımına teşekkür ederim. Ben şu görevimi yerine getirivereyim yine de.”
Bu sözleri söyleyip merdivenleri tırmanmış. Kapı kapalıymış. Çıngırağı çekmiş. Ona hiç geçmiyormuş gibi görünen birkaç bekleme saniyesinden sonra anahtarın kilitte döndüğünü işitmiş, kapı açılmış. Karşısına çıkan hizmetçi kıza:
– ”Avdotya Samsonovna burada mı oturuyor?” diye sormuş.
Genç kız:
– ”Burada oturuyor, demiş. Ne yapacaksın onu?”
Menzil bekçisi karşılık vermeden salona dalmış. Hizmetçi kız arkasından:
-“Durun, durun’ Avdotya Samsonovna’nın yanında konukları var” diye bağıra dursun, o ileriye doğru yürümüş. İlk iki karanlık odadan sonraki odada ışık varmış. Menzil bekçisi odanın açık kapısı önüne gelerek orada durmuş. Gerçekten çok güzel döşenmiş olan bu odada Minski düşünceli bir tavırla oturuyormuş. Dunya göz kamaştırıcı son moda giysiler içinde. İngiliz eyeri (15) üstünde bir leydi gibi Minski’nin koltuğunun bir kıyısında oturmaktaymış. Gerç kız Minski’nin kara saçlarının kıvırcıklarını sedef gibi parmaklarına dolayarak sevgi dolu gözlerle bakıyormuş delikanlıya. Zavallı menzil bekçisi kızını hiçbir zaman bu kadar güzel görmemişmiş. Elinde olmaksızın bakakalmış ona. Genç kız başını kaldırmadan :
– “Kim var orada?” diye seslenmiş.
Menzil bekçisi sesini çıkarmamış. Dunya karşılık alamayınca başını kaldırıp bakmış ve bir çığlık kopararak halının üstüne yuvarlanmış. Korkan Minski kızı kaldırmak üzere yerinden fırladığında kapı önünde duran menzil bekçisini görünce Dunya’yı bırakıp öfkeden tir tir titreyerek yaşlı adama yaklaşmış. Dişlerini gıcırdatarak:
– “Ne istiyorsun?” sen demiş. “Eşkıya gibi sinsi sinsi ne dolaşıp duruyorsun peşimde? Yoksa beni boğazlamak mı istiyorsun? Defol!”
Bunları söyleyip güçlü pençesiyle menzil bekçisinin yakasına yapışmış, kapı dışarı etmiş adamı.
İhtiyar kaldığı eve dönmüş. Dostu mahkemeye başvurmasını öğütlemiş. Fakat o bir süre düşündükten sonra olumsuz anlamda elini sallamış, geri dönmeye karar vermiş. İki gün sonra da Petersburg’dan ayrılarak menziline doğru yola koyulmuş, eski görevine başlamış.
Menzil bekçisi şöyle tamamladı sözlerini:
– İşte üç yıldır, en küçük bir haberini bile alamadan Dunyasız yaşıyorum. Ölü mü, diri mi, Tanrı bilir artık. Her şey olur. Rasgele bir çapkının baştan çıkarıp bir süre oyalandıktan sonra fırlatıp attığı ne ilk, ne de son kızdır o. Petersburg’da yığınla var bu gencecik ahmaklardan. Bugün atlaslar, kadifeler içindedir. Yarın bakarsın bir meyhane serserisiyle birlikte sokaklarda sürtüyor. Kimi zaman Dunya’nın da böyle bir felakete uğramış olabileceğini düşünüyorum da, elimde olmaksızın günaha giriyor, o duruma düşmektense ölmüş olmasını diliyorum.
İhtiyar dostumun -Dmitrev’in o çok güzel baladındaki çalışkan Terentyiç gibi- tablosu yapılmaya değer bir tavırla, ceketinin eteğiyle sildiği gözyaşlarının sık sık kestiği hikâyesi buydu işte. Gerçi gözyaşları biraz da hikâyeyi anlattığı sürece yuvarladığı beş bardak punçtan ileri geliyordu, ama yine de içim bir tuhaf oldu. Ayrıldıktan sonra da uzun bir süre ihtiyar menzil bekçisini unutamadım. Zavallı Dunya aklımdan çıkmadı…
Geçenlerde ** ilçesinden geçerken, dostumu anımsadım. Onun bekçilik yaptığı menzilin kaldırıldığını söylediler. Menzil bekçisinin yaşayıp yaşamadığı konusunda kimsenin doğru dürüst bir şey bildiği yoktu. Yabancısı olmadığım yerlere kendim gitmeye karar verdim. Menzil dışından bir araba kiralayarak N** köyüne yollandım.
Mevsim sonbahardı. Gökyüzü kül renkli bulutlarla örtülüydü. Soğuk bir rüzgâr, karşılaştığı ağaçlardan kopardığı kızarmış ve sararmış yaprakları sürükleyerek, biçilmiş tarlalar üzerinden esiyordu. Köye güneş batarken girip tam menzil bekçisi kulübesinin önünde durdum. Bir zamanlar zavallı Dunya’nın beni öptüğü sofaya çıkan şişman bir kadın, sorularımı, menzil bekçisinin bir yıl önce öldüğünü, evde şimdi bir bira yapım evi sahibinin oturduğunu, kendisinin de bu adamın karısı olduğunu söyleyerek yanıtladı. Buralara kadar boşu boşuna gelmiş olmama ve hiç yoktan harcadığım yedi rubleye canım sıkılmıştı… Bira yapımcısının karısına:
– Niçin öldü acaba? diye sordum.
Kadın:
– Niçin olacak anacığım, ayyaşlıktan, diye karşılık verdi.
– Nereye gömüldüğünü biliyor musunuz?
– Köy dışındaki mezarlığa, rahmetli karısının yanına.
– Birisi beni oraya kadar götürebilir mi acaba?
– Niye götürmesin! Hey Vanka! Bırak artık şu kediyle oynamayı. Bayı mezarlığa kadar götür de menzil bekçisinin mezarını gösteriver.
Bu sözler üzerine kızıl saçlı, bir gözü kör, üstü başı yırtık bir çocuk bana doğru koştu, az sonra köyün dışına çıktık. Yolda giderken ona:
– Sen rahmetliyi tanır mıydın? diye sordum.
Çocuk:
– Nasıl tanımam, dedi. Bana ağaçtan düdük yapmasını öğretmişti. Kimi zaman meyhaneden çıktığında (Allah rahmet eylesin) bütün çocuklar peşine takılır: ”Dede! Dede! Bize ceviz ver!” diye bağırırdık. O da hepimize ceviz dağıtırdı. Zaten çoğu zaman bizimle oynardı hep.
– Peki gelip geçen yolculardan onu soran oluyor mu hiç?
– Şimdileri buralardan gelip geçen azdır. Arada bir ilçe meclisinden biri uğrar ya, onların da ölülerle alış verişi yoktur. Bak aklıma geldi, yazın buradan geçen bir bayan, ihtiyar menzil bekçisini sorduydu da, mezarına kadar geldiydi hatta!
Merakla:
– Nasıl bir bayandı bu, diye sordum.
Çocuk:
– Çok güzel bir bayandı, dedi. Altı atlı arabasında üç çocuğuyla, bir süt ninesiyle, bir de kara bir finoyla seyahat ediyordu. İhtiyar menzil bekçisinin öldüğünü duyunca ağlamaya başladı. Çocuklarına:
– ”Siz uslu uslu oturun, ben mezarlığa kadar gideceğim” dedi.
Ben onu götürmek için ortaya atılmıştım ki, bayan:
– ”Ben yolu biliyorum” dedi.
Bana da beş gümüş kapik verdi. Böyle iyi bir bayandı işte!
Mezarlığa geldik. Çevresinde bir çit bile bulunmayan tahta haçlarla kaplı, çıplak, ağaçsız bir yerdi burası. Hayatımda bundan daha iç karartıcı mezarlık görmedim.
Çocuk, üzerinde bakır bir tasvir bulunan kara bir haçın saplı olduğu bir kum yığınına sıçrayarak:
– İşte ihtiyar menzil bekçisinin mezarı, dedi.
– O bayan da geldi mi buraya, diye sordum.
Vanka:
– Geldi, dedi. Uzaktan izliyordum onu. Buraya uzandı, uzun zaman öylece kaldı. Sonra köye dönerek papazı çağırttı, para verip gitti. Bana da beş gümüş kapik vermişti. Çok iyi bir bayandı.
Ben de bir beş kapiklik verdim çocuğa. Buraya gelişime de, harcadığım yedi rubleye de acımıyordum artık.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir