Metin Kaçan ile son söyleşi: “Argo Türkçenin yan dilidir benim için” – Söyleşen: Elif Şahin Hamidi

Metin Kaçan’ın oldukça büyük ilgi gören, çağdaş klasikler arasına dahil edilen, herhangi bir yazın kalıbına sığmayan kitabı “Ağır Roman” şimdilerde yine gündemde. Kaçan’ın 1990 yılında yayımlanan bu eseri hem sinemaya uyarlandı hem müzikali yapıldı.

Hem de kısa bir süre için de olsa televizyon dizisi olarak seyirciyle buluştu. Bir de Kaçan’dan öğrendiğimize göre, uluslararası Ağır Roman müzikali gündemdeymiş. Ayrıca “Ağır Roman” ve yazarın diğer kitapları “Harman Kaplan”, “Adalara Vapur”, “Fındık Sekiz” Everest Yayınları tarafından tekrar okura sunuldu. Tüm bu sebeplerle de Metin Kaçan’la söyleşmek kaçınılmaz oldu. Kaçan ile Ağır Roman’ı ve elbette argoyu, Dolapdere’yi, İstanbul’u ve burada geçen çocukluğunu, beslendiği kaynakları ve diğer kitaplarını konuştuk. Argonun bir küfür dili olmadığını vurgulayan Kaçan; “Ağır Roman’da argo bir dil kullandım çünkü o sokakları, orada yaşananları sadece onların dilinden anlatabilirdim. Her ne kadar öyle değilmiş izlenimi olsa da bence Türk halkı argoyu seviyor. Aksi halde Ağır Roman’ın böyle bir ilgi görmesini, okur tarafından sevilmesini nasıl açıklayabiliriz ki?” diyor…

Bilindik yazın kalıplarının içine sığmayan bir kitap Ağır Roman. Bu romanı Türk edebiyatında farklı bir yere oturtan, eseri çarpıcı kılan, şüphesiz “dili”. Otantik bir dil kullanılıyor romanda; argoyu fantastik öğelerle harmanlayarak gerçek üstücü imgeler uyandıran bir dil ortaya koyuyorsunuz. Eserde yazarın dili olan bu dil üzerine konuşabilir miyiz biraz? Sadece sokakta ve dilde yaşayan argonun yazılı kültürde de var olmasına nasıl bir katkı sağladı bu kitap; Türk edebiyatında argonun yerinden bahseder misiniz?
Öncelikle ben birçok insanın aksine argonun bir küfür dili olduğunu düşünmüyorum. Argo sokaktaki durumun, o sokakta yaşayanların duruşunun dilidir. Her zaman söylemişimdir; argo Türkçenin yan dilidir benim için… Bu yüzden ‘yandan’dır. Ağır Roman’da argo bir dil kullandım çünkü o sokakları, orada yaşananları sadece onların dilinden anlatabilirdim. Her ne kadar öyle değilmiş izlenimi olsa da bence Türk halkı argoyu seviyor. Aksi halde Ağır Roman’ın böyle bir ilgi görmesini, okur tarafından sevilmesini nasıl açıklayabiliriz ki?

Alışagelmiş bir İstanbul romanı değil bu kitap. İstanbul’un karanlık yüzü ayrıntılı bir şekilde resmediliyor. Ermenilerin, Rumların, Çingenelerin, Anadolu’nun farklı yerlerinden göç etmişlerin bir arada yaşadığı, ezan seslerinin çan seslerine karıştığı; esrarkeşlerin, fahişelerin, eşcinsellerin, yobazların, katillerin dip dibe var olduğu Dolapdere’de geçiyor hikâye. Bir zamanların Kasımpaşa’sına tanık oluyoruz. Siz de Anadolu’dan göç eden bir ailenin çocuğu olarak Dolapdere’de büyüdünüz. Eserlerinizin beslendiği bu ana kaynak/bu alt kültür üzerine neler söylemek istersiniz?
Aslında ben alt kültür tanımını pek benimsemiyorum. Onlar da benimsemez; kendilerine “Çingene” dedirtmezler mesela, “Roman” dedirtirler. Dolapdere’de büyümüş biri olarak ne eşcinselleri ne katilleri ne yobazları ne fahişeleri asla yargılamadım, asla aşağılamadım. Bana göre hepsinin bir hikâyesi vardı. Başlangıçta hepsi güzel hikâyelerle yola çıkmış insanlardı. Onları oldukları gibi kabul etmek, yargılamamak Dolapdere’de yaşamanın bana öğrettiklerindendi. Bu insanların çoğu, zaman içinde benim arkadaşım oldu. İnsanın özellikle böyle bir çevrede yalnız olması, kendini izole etmesi mümkün olamıyor.

Henüz 16 yaşındayken “Beyaz Eldiven” isimli bir çete kurduğunuzu ve arkadaşlarınızın hepsi öldürülünce yazmaya başladığınızı biliyoruz. Hani “Farklı bir zamanın, başka bir boyutun çocuğu” idi ya Ağır Roman’ın başkahramanı Gılı Gılı Salih; Metin Kaçan’ın çocukluğu için de geçerli mi bu cümle?
Beyaz Eldiven çetesi benim o zamanki çocukluk dünyamla, okuduğum Robin Hood tarzı bir tür zenginden alıp verme düşüncesiyle ortaya çıkmıştı. Başlarda güzeldi, fakat diğer arkadaşlar işi ilerletti ve küçük iyilik çetemiz sessizce dağıldı. Çocukken bambaşka algılıyorsunuz dünyayı; sadece siz varmışsınız, tüm dünyayı, tüm düzenleri değiştirebilirmişsiniz gibi… Başka bir boyutta kahraman olduğunuz rüyalarda yaşıyorsunuz…

Almanca ve Fransızcaya da çevrilen eser; sinema filmi, müzikal ve son olarak da dizi olarak karşımıza çıktı. Bu kitabın bu kadar ilgi görmesini neye bağlıyorsunuz? Ve ilk kitabınız Ağır Roman; böyle bir başarı elde edebileceğini hayal edebiliyor muydunuz? Bir de edebiyat eserlerinin başka sanat dallarına uyarlanması üzerine ne düşünüyorsunuz; edebiyata fayda mı sağlıyor, zarar mı veriyor sizce?
Söylediğim gibi bence Türk halkı argo dili seviyor. Sürekli gelişen yaşayan bir dil çünkü. Zamanın jargonlarına ayak uyduruyor, kendini yeniliyor. Mesela yazılmış olan argo sözlüklerinden de anlayabiliriz bunu rahatlıkla; jenerasyonların argoları farklılaşıyor. Bu neslin argo tabirleri, bir önceki nesle hitap etmeyebiliyor. İnsanlar argonun gelişimini takip etmekten keyif alıyor. Argo insanların gündelik yaşamın baskısını bir nebze olsun omuzlarından atmasını sağlıyor. Ağır Roman’ı yazdıktan sonra okurdan gelebilecek olan çeşitli tepkileri düşündüm. Sevilmesi, eleştirilmesi, başarılı ya da başarısız olması her şey olası durumlardı. Ben sadece bir hikâye anlattım, benim için önemli olan kitabın içime sinmesiydi. Kafamdaki dünyayı, yaşadığım dünyayı sayfalarda da yaşatabilmek; önemli olan buydu. Eserlerin, eserlerimin farklı sanat dallarına uyarlanması, atmosferi başarılı bir şekilde yansıttığı sürece bence bir sorun teşkil etmiyor. Hatta birbirlerini desteklediklerini düşünüyorum. Örneğin, kitap okumayı sevmeyen biri, kitaptan uyarlanmış olan filmi izledikten sonra okumaya karar verebiliyor.

Sözlü kültürden, mitolojiden, mistisizmden, fantastik bir dünyadan, sinemadan ve şiirden çokça beslendiğinizi düşünüyorum. Okuma ve yazma yolculuğunuzun başlangıcından; rehber edindiğiniz, kaleminize yön veren isimlerden, beslendiğiniz kaynaklardan bahseder misiniz?
Jorge Amado, Julio Cortázar, Pablo Neruda, Charles Baudelaire, Octavio Paz, Tuğrul Tanyol, Yunus Emre, Kemal Tahir, Tomris Uyar, Sevim Burak, İsmet Özel ve Adnan Özer sevdiğim, etkilendiğim yazar ve şairlerdir.

Gerçeği ve gerçeküstüyü bir arada sunan, destansı ve şiirsel öykülerin yer aldığı Adalara Vapur’da da yine İstanbul var; yeniden yorumlanıp, yeniden anlamlandırılan İstanbul. Aşk, yalnızlık, hüzün, acı, hayal kırıklıkları var; Ermeniler, Rumlar, Süryaniler var. Fındık Sekiz’de de alt tabaka ile entel takımının yan yana yaşadığı Beyoğlu söz konusu. İstanbul ne ifade ediyor sizin için; yazınınızı nasıl besliyor?
Söylediğiniz gibi İstanbul birçok duyguyu, birçok farklı kültürü yan yana, iç içe barındırıyor. Benim için hayranlık vericiydi bu yönüyle İstanbul. Anlattığım, anlatmak istediğim insanlar, olaylar, sokaklar, hepsinin başrolünde İstanbul var aslında. İstanbul benim karakterlerimin hünerlerini sergilediği bir sahne. Seven, nefret eden, onlara kucak açan ve aynı zamanda dışlayan büyük bir sahne… Çocukluğumun geçtiği Dolapdere, bir nevi İstanbul’un minyatürü gibiydi benim için. Katiller, hırsızlar, göç etmiş aileler, Ermeniler, Rumlar hepsi inkâr edilemez bir şekilde tüm varlıklarıyla oradalardı; kabul edilmişlerdi ve aynı zamanda dışlanmışlardı, ötekileştirilmişlerdi…

40 kısa öyküden oluşan Harman Kaplan’da, tüm kitaplarınızda olduğu gibi yine aykırı tipler, topluma ters düşen karakterlerle karşı karşıyayız. Bu fantastik gibi görünen eserde kapitalizmin biçare kıldığı günümüz insanını resmediyorsunuz aslında…
Ben artık insanların bilinçli olarak çaresiz olmayı seçtiklerini düşünüyorum. İnsanlar şimdilerde kapitalizmin bilinçli köleleri haline geldiler. Alışveriş merkezleri, her köşe başında kentsel dönüşüm rantları, susmak bilmeyen cep telefonları, sosyal paylaşım siteleri, giderek birbirlerinden uzaklaşan insanlar…

Yakın gelecekteki yeni planlarınız neler; yeni bir kitap, yeni bir senaryo söz konusu mu?
Yeni proje olarak şu an, Yelda Kelly ile birlikte üzerinde çalıştığımız uluslararası Ağır Roman müzikali gündemde. Açılışında yüksek ihtimal Emma Shapplin olacak. Ve diğer yabancı ve yerli birçok sahne sanatçısı yer alacak. Diğer taraftan Burak Sesürgen, Dilek Dilber, Fahrettin Dal ile birlikte senaryo çalışmalarını yaptığımız “Fındık Sekiz” adlı kitabımın film olarak uyarlanması için çalışmalarım sürmekte…

SÖYLEŞİ: Elif Şahin Hamidi
NOT: Bu söyleşi, Ocak 2013’te Aydınlık Kitap Eki’nde yayımlanmıştır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir