Mezar Güneşi – Müslüm Kabadayı

Dirim, canlı bir organizmanın enerjisini hareket, davranış, üretim vb. yollarla ortaya koyma durumu; peki ölüm ne?
Doğanın diyalektiği ve yaşamın evrimi açısından baktığımızda dirim ve ölüm, aslında bir faz değişimi? Mikroskop altında hücrelerini inceleyebildiğimiz embriyonun oluşum sürecinde rol oynayan tüm unsurlar, doğada var olan diğer elementlerin belli oranlar ve koşullarda bireşimiyle gelişmekteler. Bu bireşimi kütle haline getiren ?Higs?in oluşumu deneyle de kanıtlandığına göre, büyüteçler altında gözlenen hücreden yüzlerce santim boya, onlarca santim ene hacim olarak kavuşan, değişik ağırlıklarda bedene kavuşan insanın ölümü, yani dinamizmini yitirip doğada (toprak, hava, su) farklı yapılara dönüşmesinin biyolojik ve fizyolojik açıdan açıklanan birçok boyutu olduğu kadar, özellikle beyin hücreleriyle, sinir dokularıyla depolanan bilgi ve duyuların ne olduğu sorunu ortada durmaktadır. Bilim ve teknolojik ilerleme, zamanla bu soruyu da açıklığa kavuşturacaktır; işte o zaman da insanlığın milyonlarca yıllık evrim sürecinde yaşananlar ?gerçeklik?in bilimsel temelde kavranmasına, böylece hurafe ve safsatalarla insanların zaman ve emek kaybetmelerinin önlenmesine olanak sunulacaktır.
Mezarlıklar, bu sorunun irdelenip açıklığa kavuşturulmasında önemlidir, diye düşünmüşümdür hep. İnsan, diri iken doğaya bıraktığı sesi, ışığı, enerjisiyle ileride geliştirilecek aygıtlarla bedenen olmasa bile ?kalıt? olarak yeniden var edilebilecektir. Çocukluğumdan beri bu bakışla, hatta umutla yakınlarımdan başlayarak dostlarımla ilgili bilgi ve belgeleri toplamaya, bunları arşivlemeye, yazılı ve görsel olarak yaymaya, paylaşmaya özen göstermemin arkasında, belki de bunun bir gün gerçekleşeceği beklentisinin payı vardır.
29 Haziran 2012?de ölünceye kadar, aile çevremde düzenli görüştüğümüz, görüş ve düşüncelerimizi paylaştığımız, çevremizle ilgili sorunlara kafa yorduğumuz, okuma ve yazma uğraşımızda deneyimlerimizi paylaştığımız güzel insan Sabahat Şeren ablamızı defnederken, daha sonra mezarını ziyaret ederken hep bu konuyla kafam meşguldü. Doğada ?yok olmak? söz konusu olmadığına, başka bir biçime (yapıya) dönüşüm olduğuna göre bu dönüşümün bilimsel bir deneyimlemeyle incelenip gün ışığına çıkartılması nasıl mümkün olabilir? Bu soruyla kafam meşgulken, Arapçada ?şemsü?l-kubur? denilen, ?mezarların güneşi? imgesi yıldırım gibi şakıdı beynimde. Özellikle ikindiden akşama doğru evrilen zaman diliminde giderek sararan güneş ışınlarının mezarlar, yani ölüler için olduğu inancı vardır değişik topluluklarda. Bunu, ?ışığın oğlu? ya da ?Luvi? olarak kendilerini adlandıran eski kavimlerden başlayarak günümüzde varlığını sürdüren Arap Alevi topluluklarında görmek mümkün. Bununla ilgili ritüeller ve mitolojik anlatımlar bir yana, bilimsel olarak kafatasının içindeki beynin doğaya karışırken, bu ?ışık?la ilişkilenebileceği düşüncesi oluştu beynimde. Sonuçta, enerjinin en yoğunlaştırılmış durumu ?ışık?la doğada ve insan yaşamında kendini ifade etmiyor mu? Bunun üzerinde durulmasını istemek, en azından hipotez kurmak, kimilerine ?deli saçması? gelebilir ama, bilim ve sanatın yaratma ya da sezgi süreçlerinde ?delilik?in önemine burada değinmeme gerek yok herhalde.
Doğrusu, kuzenlerimizin en büyüğü Sabahat Şeren aramızdan ayrılırken de beni farklı bir düşünme dünyasına yönelttiğine göre, bu güzel insanla ilgili üç yıl önce kaleme aldığım bir metni, kamuoyuyla paylaşmam yerinde olur, diye düşünüyorum. Bu vesileyle, onun toprağı sürekli ışıklansın; yakınları ve dostları bu ışığın aydınlığında yürüsün, istiyorum.

İncelikli Düşünme Timsali : Sabahat Şeren

Fotoğrafta soldam sağa: Sabahat Şeren, Müslüm Kabadayı, Muammer Kabadayı, Hatice Şeren (annesi)
Çevrenizde olaylara tarihsellik ve nedensellik çerçevesinde bakan, hele hele kişisel deneyimlerini toplumun ortak aklına, belleğine dönüştürmeye çalışan insanların bulunması ne güzel bir avantajdır, değil mi? Elli yıllık ömrümün tarih bilinciyle yoğrulduğu 35 yılında, böyle yakınlarım, dostlarım ve tanıdıklarımın olmasını, hep önemsedim; onlarla her bir araya gelişimizde, teknolojik araçlarla iletişim kurmamızda yeni bilgi ve yorumların(m)ı paylaştım. Genç kuşaktan tanıdıklarıma, onlarla ilişki kurmalarını önerdim. Edindiğim bilgi, düşünce ve anılarını da gazete ve dergilerde kaleme almaya çalıştım. Mütevazı davranmayacağım bu konuda, yazılarımı okuyan ve çalışmalarımı yakından takip edenlerin de teyit edeceği üzere şunu rahatlıkla söyleyebilirim : Türkiye?de deneyimlerinden, yeteneklerinden, yapıtlarından, düşüncelerinden yararlanılması gereken ama ?sıradan?lığı seçtikleri için birilerince pek kaale alınmayan yüzlerce kişiyi, gündeme taşımaya çalıştım. Bunlardan bazıları, bu çabamın değerini bilmese veya vefasız davransa da bunu sürdürmeyi, yaşamımın önemli bir dayanağı olarak gördüm.

1947?de Hatay Yayladağı?na bağlı Kışlak köyünde doğan Sabahat Şeren, yakınlarım arasında olaylara tarihsellik ve nedensellik çerçevesinde bakmaya çalışanlardan. Çocukluğumda o, köyümüzün genç kızıydı 1960?larda. Ortaokul kısmını bitirdiği Antakya Kız Sanat Okulu?ndan edindiği bilgiyle terzilik yapan, o zamanın okul müdiresi Nimet Tan?ın her zaman desteğini alan bu konuşkan ve atak insan, kısa sürede köyünün kadınlarının giyim kuşam ihtiyacına estetik düzeyde yanıt vermeye başlamış, okuduğu kitap ve gazetelerden edindiği bilgileri onlarla paylaşarak kadınların aydınlanmasına katkıda bulunmuştur.
1967-1968 Eğitim-Öğretim Yılı?nda ilkokul birinci sınıf öğrencisiydim; hiç unutmuyorum, köyümüzde o yıllarda yol, su vd. alanlarda hummalı bir çalışma vardı; kamucu atılımlar yapan köy muhtarı Mehmet Yıldız ve ihtiyar heyetinin çabasıyla Kışlak?ı ziyarete Orhan Alp adında bir bakan gelmişti. Bakan?a çiçek sunan Sabahat Şeren, duyanların küçük dilini yuttuğu bir konuşma yapmıştı. Aklımda kaldığı kadarıyla, mealen şöyle demişti: Benim gibi köylü kızlar okuyup hak ettikleri yerlere geldiği zaman, sizlere ihtiyaç kalmayacak. Bu söze şaşıran ve ne diyeceğini önce kestiremeyen bakan, yanındaki valiye, ?Bu kızı okutalım.? demiş; bir müddet sonra valiliğe çağrılan Sabahat Şeren?e okuması için yardım edileceği önerisi geldiğinde, ?Benim annem ve babam var, onların güçsüz olduğunu gösterecek böyle bir öneriye evet diyemem.? yanıtını vermiş. ?Hani adam olacak çocuk?? çağrışımı üzerinden düşündüğümüzde onuruna düşkünlük, ailesini-kamuyu-ülkeyi düşünme inceliği o zamandan var olan bu köylü kızı, terzilikten kazandığı parayla kardeşinin üniversitede okumasına da katkıda bulunmuştur.
1970?lerin ikinci yarısında PTT?de göreve başladığında, babasının kendine verdiği öğütlerden birini, üstüne basa basa tekrarlamaktadır. Kamucu anlayışın köylü diliyle ifadesi olan bu öğüt şöyle: ?Bak kızım, bugüne kadar benim boğazımdan haram lokma geçmedi. Sen de çalıştığın yere ait bir toplu iğneye bile dokunmayacaksın. İşinde herkese eşit davranacaksın.? Özellikle 1980 sonrası kamu mallarının yağmalanmasına öncülük eden Özal?ın, ?Benim memurum işini bilir.? sözünde ifadesini bulan çürümeye karşı, babasının bu öğüdüne sadık kalan böyle bir kamu emekçisinin elleri öpülmeli değil mi?
Bugüne kadar ailesinin, yakınlarının sorunlarının çözümü için kafa yoran Sabahat Şeren, emekli olduktan sonra köydeki baba ocağının tütmesi için, eski evin işlemeli taşlarını korumak kaydıyla yeni bir ev yaptırarak, bugün büyük çoğunluğunu kaybettiği yakınlarının, eski insanların anılarını yaşatmaya çalışmaktadır. Özellikle gençlerimize örnek teşkil etmesi bakımından onun anlattığı anılardan birkaçını aktarmak istiyorum.
Bir gün komşuları Emine-Ömer Aldanmaz?lara gittiğinde, oraya köyün imamlarından Musa Ak gelmiş. ?Ya Hacı Ömer, bu başı açık kızı niye evinize alıyorsunuz? Günaha giriyorsunuz.? demiş. Hacı Ömer de, ?Ya hocam, sana maaş vermeseler, gidip ezan bile okumazsın. Bak bu kız köyün yırtığını yamıyor, söküğünü dikiyor. Biz onu böyle kabul ediyoruz.? diye karşılık vermiş. Sabahat abla bu olayı anlatınca, aradan 45-50 yıl geçmesine karşın, o zamanın köylülerinin, halka hizmet konusunda ne denli duyarlı olduklarını düşündüm. Kamu hizmetini, birinci ibadet sayan bir anlayış değil mi bu? Bugün dini, ticarete tahvil edenlerin yarattığı yozlaşmaya tanık oldukça, o insanları daha çok saygıyla andığımı vurgulamalıyım.
Çocukluğunda kapı komşuları Haddüç ve Mama adında iki yaşlı kadın varmış. Mama kadın, ?Bire Haddüç, biz ölünce bu sandıklarımız, çıkınlarımız n?olacak?? demiş. Haddüç kadın da, ?Kele Mama, ilahi tükene de yok ola. Biz toprak olduktan keri, sandığı ne yapacağız!? diye cevaplamış. Burada, yaşam-ölüm diyalektiğini kendi doğallıkları içinde değerlendiren köylü kadınların sohbetine tanık olmuyor muyuz?
Köyde ?Kör Bayram? denilen yaşlı bir adam varmış, kendi halinde. Bir gün evlerinin önünde otururlarken karısı şöyle demiş : ?Şöyle etrafıma bakıyorum da koca, senden benden güzeli yok!? Bu sözde çok uçlu bir mizah bulmak mümkün değil mi?
Halk arasında ?Porsuk? lakabıyla bilinen kocasını kaybeden Hüsne kadın, şöyle dermiş:
?İbrişimi kelep eyledim/ Şam yolunu Halep eyledim/ İzzetli hürmetli kocamı da kaybeyledim? Bu dizelerde, eşe verilen değer, ona duyulan büyük sevgi ve saygı anlatılmıyor mu?
Doğrusu, ondan dinlediğim o kadar ilginç anılar var ki, başlı başına bir folklorik, sosyolojik inceleme konusu olacak kadar zengin. Sanıyorum şu birkaç anlatı bile, hepimize insanlık dersi verecek denli mesajlar içeriyor.
Şimdi Sabahat Şeren gibi insanları niçin yazmaktan geri durmadığım, daha iyi anlaşıldı sanıyorum.

Bir yorum

  1. Saygıdeğer Müslüm Hocam;
    Bilimsel ve duygu yüklü yazınızdan dolayı kutluyorum…Sabahat Ablamın ruhu şen olsun!..

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir