Milliyetçi ideoloji ile insan hakları arasındaki evrensel çelişki

medeniyet kaybıMilliyetçilik ile insan hakları, modermizmin birbiriyle didişen iki çocuğudur (tabiî erkek çocuk!). Gerçi Fransız Devrimi’yle taçlanan Aydınlanmacılık akımı, bu İkiliyi birbiriyle uyuşturma iddiasındaydı. İnsan hakları açısından ‘uyuşturma’nın iki anlamını da içeren bir terkipti bu: İnsan hakları hem milliyetçilikle uyumlu kılmıyor, hem de -böylelikle- felç ediliyordu. Milliyetçilik ve millî devlet, kamilen insan olmanın, uygarlaşmanın onsuz olunmaz bir aşaması sayılıyordu. İnsan, ona haklarını kazandıran yurttaşlık rütbesini, bir millî devlete mensup olmasıyla elde ediyordu. Dolayısıyla millî devlet inşa etmeye dönük milliyetçilik hareketi, aynı zamanda insanları, insan haklarına sahip özgür yurttaşlar mertebesine eriştirmeyi hedefleyen bir hareket olma iddiasını da taşıyordu.

Temel haklar beyannamesinin “insan -ve- yurttaş” terkibi boşuna değildir; insanlık yurttaşlığa, yurttaşlık milliyete bağlıdır ve Hannah Arendt’in sık sık zikredilen sözü uyarınca “yurtsuz insan insan değildir”… Fransız Devrimi’nin “özgürlük-eşitlik-kardeşlik” teslisindeki “kardeşlik” ilkesi önce “bütün insanların evrensel kardeşliği” hülyasıyla doluydu. Jakobenizmin saltanatı altında İnsan ve Yurttaş Haklan Beyannamesi’nin “sivil aforoz”a dayanak oluşturabilen bir “millî ilmihal” işlevi görmesiyle “yurtseverliğe” (patriyotizm) dönüştü. Napolyon savaşlarıyla, dış düşmanı ve onun uzantısı saydığı “iç düşmanları” -önce tayin edip- ‘kahreden’ şovenizm halini aldı.

Batı Avrupa’da 18./19. yüzyıl dönümünde, Doğu Avrupa’da 19/20. yüzyıl dönümünde, Üçüncü Dünya’da 20. yüzyılda ka- tedilen milletleşme süreci, milliyetçiliğin, bu iddiasını görece hakeder göründüğü evresiydi. Malûm: Cemaat insanları, mil- letleşmekle, geleneksel bağlanndan/yükümlülüklerinden kurtulup (“özgür” demeyelim de) ‘serbest’ vatandaşlar haline geldiler. Bu göreceliğin tarihsel ve coğrafi boyutu da vardır: Milletleşme sürecinin ‘geciktiği’ ve çoketnili yapıların millî tür-deşleştirmeyi zora soktuğu coğrafyalarda, mlliyetçilik ile insan hakları arasındaki nikâh, iyice gönülsüz ve çok kumalı bir nikâh oldu. Milliyetçiliğin insan haklarıyla bağdaşımı, görece uyumlu evrelerinde bile sorunludur. Her şeyden önce milletleşme sürecinin kendisi, insan haklarının kayıtlandığı, hak ihlâllerinin sistematikleştiği bir deneyimdir. Zira millî devletlerin kuruluş süreci çoğu kez savaşla, iç savaşla ve azınlık toplulukların altedilmesi veya baskı altına alınması gibi ‘gereklerle’ içiçe geçer: Bu da toplu cinayet, işkence ve maddi baskı, toplu sürgün gibi büyük insan hakkı ihlâlleri, demektir. İnsan haklarının göreli olduğu (olabileceği) ve bu hakların ‘icabında’ ihlâl edilebileceği bilgisi, (millî) devlet aygıtının ve halkın kolektif zihnine bu deneyimlerle kazınır.

Millî devletlerin kuruluş süreci, millî kimliğin etnik ve kültürel içeriğinin belirlendiği eşiktir. Bu eşiğin geçilmesinde, etnik ve kültürel kimliğin inşâsı, kitlelerin “insan-ve-yurttaş yapılması” ile beraber gider; dolayısıyla “insan” tanımı da büyük ölçüde çizilen millî kimlik portresiyle örtüşür. Böylece “insan”- “yurttaş” rabıtasındaki gerilim ve bu ikisinin örtüş-türülmesindeki totaliter potansiyel yoğunlaşır: Millî kimlik “insan” kimliğinin kopmaz yüklemi haline gelir. Artık “insan” denilince önce (örneğin) “Türk insanı” anlaşılır – zımnen, sıfatı başka olan veya sıfatsız insanlardan ‘daha insan’ birisidir bu. Etienne Balibar, insan hakları kavramının bünyesinde başta eşitlik-özgürlük gerilimi olmak üzere bir dizi gerilim içerdiğini söylüyor. Bu gerilimler eşitliğin, özgürlüğün ve bu ikisinin ilişkisinin gelişimi açısından pekâlâ verimli olmuş ve olabilecek gerilimlerdir; milliyetçilik, Fransız Devri-mi’nden itibaren bu gerilimleri en karşı-devrimci biçimde massetmiş, ‘uyuşturmuştur’.’1

“İnsan” tanımının yurttaşlıkla ve dolayısıyla milliyetle kayıtlanması insan haklarının kayıtlanmasının en güçlü meşrû- Iaştırıcısıdır. Başka milletlerden insanların insanlıktan ve insan olmaktan gelen haklardan -en azından ‘kısmen1- istisna edilebilir olması, milletin mensuplarına/yurttaşlarına da onları yurttaş-insan yapan vasıflardan ‘saptıkları’ takdirde aynı uygulamanın yapılabilmesinin yolunu açar. İnsan haklan felsefesinin “insanlar…”, “hiçbir şekilde…”, “…mazlar” vb. kesinlikli ifadelerinin etrafından dolanan bu istisnaları yaratmanın en emin yolu, insan tanımının millî kimlikle sıfatlandırılmasın-dan kaynaklanan ‘göreliliği’ kullanmaktır. Millî tehditlere dikkat çeken, millî düşmanlar ve “vatan hainleri” icat eden milliyetçi karalama kampanyaları, insan haklarının askıya alınmasının en kolay yollarıdır.

Milliyetçilik ile refakatine aldığı insan haklan arasındaki bünyesel çelişkinin, özellikle millî devletin kuruluşunu izleyen evrelerde belirginleşen bereketli bir kaynağı da, onun bir devlet ideolojisi olmasıdır. Milliyetçiliğin temel ülküsü, millî devletini inşâ etmek ve onu (ilelebet) korumaktır. Devletin bekası ve çıkarı, milliyetçi ideoloji açısından her türlü değerin üstündedir – elbette insan haklarının da… Kaldı ki milliyetçi ideolojinin yücelttiği ve özdeşleştiği millî devlet, en ‘kibar’ türüyle bile, çatısı altındaki – görece özerkleşmeye yatkın- zor aygıtıyla, aslî insan hakları ihlâlcisidir. Hukuken sahip olduğu şiddet tekeli, onu bir bakıma insan hakları ihlâllerine ‘resmen yetkili’ bir (tek) merci konumuna da oturtur! (Birçok örnekte devletin zor aygıtıyla ‘yeraltından’ da bağlantılı bir devlet erki olarak yargımn bu ‘yetki’nin kullanılmasına -ve resmîleşmesine- verdiği destek unutulmamalıdır.)

Milliyetçilik ile insan hakları, tinsel denebilecek bir düzeyde de karşı karşıya gelirler. Modernizm tinselliği akıldan radikal biçimde ayrıştırdı, onu kamusal hayatın kıyılarına itti; ki bu, sekülerleşmeyi aşan bir gelişmedir.4 Milliyetçilik ve insan haklan, modern anlamda bir tinselliğin serpilmesine zemin sağlayan iki büyük sistem oldular. Her ikisi de, modernliğin akılcı söylemine uygun bir anlayış çerçevesinde ve onu uygun ritü-ellerle, bir aşkınlık ve kutsallık nosyonu, ahlâki ve vicdani bir duyarlılık geliştirdiler. Milliyetçilik bu modem kutsallaştırma-yı/aşkınlaştırmayı “millet” ekseninde, insan hakları “insan” ekseninde yaptı. Bu iki eksen, Aydınlanmam milliyetçilik savunusunun vaadettiği doğrultuda birbirlerini bir koordinat sisteminin eksenleri gibi tamamlamaktan uzak kaldılar. Tersine, çatışma içinde oldular.5 Daha önemlisi, çok güçlü bir mitoloji ve mistifıkasyon sistemi inşâ etmiş olan milliyetçiliğin, tinselliği ikame etmede insan haklarıyla kıyaslanmayacak kadar ‘iddialı’ olmasıdır.

içinde bulunduğumuz dönemde milliyetçilikle insan haklan arasındaki çatışmanın yoğunlaştığını gözlüyoruz. Her ikisine olan talep yükselmekte ve aralarındaki rekabet kızışmakta. Bunun nedeni, kabacası, geç-kapitalist hayat nizamında tinselliğin ‘hepten’ yitişinin yol açtığı bunalımın bir görüngüsü olarak, toplumsal ve siyasal anlam bunalımının derinleşmesidir. “Globalleşme” denen konjonktürde, yüz yılı aşkındır siyasal hayata damgasını vuran ideolojik kanavanın dağılması ve siyasal aygıtın tıkanması, dünyanın her yanında insanların hayatlarım anlamlandırmadaki ‘maddi’ ve kurumsal kerterizlerini yıkıyor veya görünmez kılıyor. Öte yandan, artan eşitsizlik ve yoksullaşma, toplumsal çatışma potansiyelini büyütüyor; ABD-SSCB dehşet dengesine dayalı merkezî gözetimin ortadan kalkmasıyla devletler (veya ‘devletsi’ güç odakları) arasındaki çatışmalar da ‘serbesti’ kazamyor. Bu kaotik ortamda, milliyetçilik ile insan hakları, hem anlam bunalımına hem de tutunum ve doğrudan doğruya güvenlik ihtiyacına cevap vermeye aday ideolojiler ve sistemler olarak öne çıkıyorlar. Siyasal dilin inanılmazlaştığı ortamda, milliyetçiliğin ve insan haklarının içerdiği, ahlâki, vicdanlara hitap eden söylem unsurlarının da etkinliği artıyor.6 (Dinî hareketler de aynı dinamikle ivme almaktalar.) İnsan hakları söyleminde “insancıllık/insanilik” nosyonunun taşıdığı yükün artma eğiliminde bulunması bu yönelimin göstergesidir. “İnsancıllık/insanilik” bir yönden soyut ve göreceli, dolayısıyla muğlâk bir nosyondur; diğer yönden, klasik temel haklar manzumesine dayalı kurumsal ve hukuki insan hakları söylemine göre tinsel ağırlığı ve etkileyiciliği daha fazladır. Bu gerilim, insan haklarının nasıl anlamlandı-nlacağına ilişkin ideolojik mücadelenin önemini arttırıyor. Nitekim insan haklan ile milliyetçilik arasındaki rekabette, milliyetçiliğin insan haklarını kendine tâbi kılma çabasında tutunduğu dal budur. Milliyetçiler, insan hakları tartışmasında yayılan kültürel görecelik yaklaşımını teşvik ederek;7 “insan”lığı millî kimlikle kayıtlayan zihniyetlerine saha açmaya uğraşıyorlar. İnsan haklarını sadece “millî çıkar”a hizmet eden veya kendi milletleriyle ilgili mağduriyetlerin tasvirine dayalı indi ve benci bir “insancıllığa”, demagojik bir vicdani hitabete indirgemeye hevesliler. Sonuç, insan haklarının hiçbir zaman olmadığı kadar ‘millileştirilmeye’ çalışılması oluyor.

Globalleşmenin insan hakları ile milliyetçilik arasındaki ihtilafı körükleyen başka bir boyutu, yeni-“yeni-emperyalizm” diyebileceğimiz bir düzlemde… İnsan haklarının “serbest piyasa, sivil toplum, demokrasi” silsilesine ulanıp egemen değer sisteminin bir unsuru yapılarak, “Yeni Dünya Düzeni”/global- leşme çığırının hâkim güçlerinin elinde bir siyasal denetim söylemine eklemlenmesi, bu teftişe tâbi beşeri coğrafyada (dünyanın güneyinde/doğusunda) milliyetçi bir reaksiyona yol açıyor. O hâkim güçlerin8 ciddi sorumluluk payı taşıdığı çatışmalarla, kıyımlarla dolu bu dönemin ahlâki ‘telâfisinin’ insan haklarıyla sağlanmasındaki riyakârlık, samimiyetsizlik ve “insancıllık” seferberliğinin yürütülmesindeki araçsalcılık bu reaksiyonu besliyor, insan hakları mefhumuna karşı kuşkuyu yoğunlaştırıyor. Trajik olan, dünyanın egemen “büyük güç”lerının insancıllık ahlakındaki ve insan haklan politikasındaki riyakârlığın, insan haklarını sistematik bir şekilde çiğneyen ‘küçük’ devletlerin egemen güçlerince kendi zulümlerini ve riyakârlıklarını meşrulaştırmada kullanılmasıdır. Millî devlet ideolojisi ve milliyetçilik, insan haklarının önünde engel olduğu gibi, egemen insan hakları politikasının özgürlükçü, ‘devrimci’ bir sorgulanmasının önüne de duvar örüyor. (Bu duvarın ’millici sol’ etiketli sıvacılarının ‘rolüne’ ise ancak trajikomik denebilir.)

TANIL BORA
Medeniyet Kaybı
Milliyetçilik ve Faşizm Üzerine Yazılar
Birikim Yayınları

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Previous Story

1862’de Dostoyevski ve Avrupa Gezisi üzerine- Edward Hallett Carr

Next Story

Dostoyevski’nin Puşkin Konuşması – Konstantin Mochulsky

Latest from Makaleler

Van Gogh’un kitap tutkusu

Geçtiğimiz haftalarda Paris’in izlenimci koleksiyonuyla ünlü Musée d’Orsay, Antonin Artaud’un Van Gogh: Toplumun İntihar Ettirdiği kitabından yola çıkarak yazar ile ressamı, Artaud ile Van

George Orwell’a ilham veren kitap: Biz

George Orwell‘ın 1984’ünü neden sevdiyseniz, Yevgeni Zamyatin‘in Biz‘ini sevmeniz için en az 1984 kadar nedeniniz var. Üstelik Biz, 1984’ten çok daha önce, 1920 yılında
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ