Doğal çevremle, yani bohem sanatçılar ve solcu aydınlarla hiçbir ilişkisi olmadığından, Neyzen Tevfik’i, üniversite öğrencisiyken, salt bir rastlantı sonucu tanıdım. Yağmurlu bir kış günü, her zaman olduğu gibi, Eminefendi’ye gidemeyeceğim için, Şehzadebaşı’nda öğleyin sandviçlerimi yiyebilecek bir kahvehane arıyordum.

Bir de baktım, Yavrunun Çayhanesi adını taşıyan, içine ancak üç dört masa sığabilecek küçücük bir yer. Gençliğimde bile sayısı azalan, artık tümüyle yok olan gerçek bir çayhaneydi bu. Kahve, gazoz filan değil, ancak çay içebilirdiniz orada. Çayı da çok güzeldi.

Yaşlı başlı sahibine neden “Yavru” denildiğini hiçbir zaman öğrenemediğim çayhaneye oturduktan birkaç dakika sonra, içeriye bir ihtiyar girdi. Hem meteliksiz olduğu, hem de kılık kıyafetine metelik vermediği, her halinden belliydi. Sırtında eski bir mintan, bunun üstünde bir çeşit hırka; başına şimdiki dincilerinkine hiç benzemeyen acayip bir takke geçirmişti. Elinde, kılıfa geçirilmiş sopaya benzeyen bir şey tutuyordu.

1879’da Bodrum’da doğduğunu; daha çocukken “limon almaya bakkala gidiyorum” diyerek evden çıktığını; oralara bir daha hiç geri dönmediğini daha sonraları öğrendim. Demek onu tanıdığım sırada sadece altmış yaşlarındaydı. Ama ancak yüz yaşında bir adamda görülebilecek kırışıklar vardı .yüzünde ve bu kırışıklar akim alamayacağı kadar ilginç çizgiler oluşturuyordu. Ona bakan bir desen ustasının böyle çizgilere dayanabilmesinin yolu yoktu. Nitekim Abdin Dino, Neyzen Tevfik ile karşılaşır karşılaşmaz, istekten nerdeyse titreyerek, dakikasında bir kalem kâğıt kapar, Neyzen’in yüzündeki çizgileri çizmeye başlardı. Aliye Berger’in de aynı isteği duyduğunu, hem ağabeyi Cevat Şakir’in, hem de Neyzen’in portresini çizdiği bir gravürden anladım. “

Daha kim olduğunu bilmediğim, ama gözümü yüzünden ayıramadığım adam, çayhane sahibine bir şey anlatıyordu. Anlattığı, basitin basiti bir durumdu: Sabahleyin, kömür sobası tütmüş, odaya duman dolmuş, sobayı bir türlü yakamamış. Gelgelelim, kısık sesiyle bunu öyle bir biçimde anlatıyordu ki, bu sıradan aksilik bir Sophokles tragedyasına dönüşüyor, onu dinlerken gözyaşlarımı zor tutuyordum.

Adam bana baktı; bir süre sustu. Sonra kılıcını kınından? çekercesine, neyini kılıfından çekti. İşte o zaman anladım onun Neyzen Tevfik olduğunu. İnanılmaz güzellikte bir müzik yayıldı Yavrunun küçücük çayhanesine. Radyoda ney dinlemiştim ara sıra; ama onun neyinden çıkan ses bambaşkaydı. Neyzen neyini kılıfına koyarken, benim dilim tutulmuştu, büyülenmiştim sanki. Sonunda, kekeleyerek, “kimin parçası bu?” diye sorabildim. “Bir ere âşık olup, Kanuni Sultan Süleyman’ın ordusunun peşinden Viyana kapılarına kadar giden ve orada ölen bir kadının” dedi Neyzen. Hoşuma gideceğini bildiğinden, bu trajik öyküyü hemen o sırada uydurmuştu. Viyana kapılarına kadar giden kadının değil, Neyzen’in çoğu parçalan gibi bu da kendi doğaçlaması olduğunu daha sonraları anladım. Çünkü Neyzen, genellikle başkalarının müziğini değil, ancak kendi müziğini üflerdi neyine.

Neyzen Tevfik’in nasıl geçindiği, nasıl yaşadığı, nerede barındığı konusunda hiçbir zaman kesin bir bilgim olmadı. Ancak şundan bundan birçok şey duymuştum: “Kendi sürünmek istediği için sürünüyor” diyorlardı. “Radyodan ona bir maaş bağlanabilirdi. Bal gibi geçinebilirdi. Ne olacak, adam alkolik zaten” diyorlardı. Alkolik olmasa da, bu Bektaşi dervişinin hiçbir kurumun isteklerine boyun eğmeyeceğini; ancak kendi canı isteyince neyini üfleyeceğini bilmiyorlardı.

Kaldı ki, Neyzen Tevfik alkolik değil, tıpkı Edgar Alan Poe gibi dipsomandı. (Ailemde ve yakm çevremde içki sorunu olduğundan, biraz bilgi edindim bu konuda.) Alkolik, normal yaşamını sürdürebilmek; örneğin yıkanıp, giyinip, işine gidebilmek için, bir miktar alkol almak gereksinimini duyan kişidir. Sabahtan başlayıp, bütün gün içer. Ne var ki, ölçüyü kaçırmaz-sa, fazla içmezse, çalışma yaşamını az çok sürdürebilir. (Akşamcı, gündüzleri içkiye hiç dokunmayan; ancak akşamları belirli bir saatten sonra içmeye başlayandır.) Dipsomanların durumu ise, alkoliklerinkinden beterdir. “Dipso” içmek isteği/ “mania” da delilik anlamına geldiğine göre, dipsornaniyi delice içmek hastalığı diye tanımlayabiliriz. Dipsomanlar, haftalarca, kimi zaman aylarca, hiç alkol almazlar. Sonra durup dururken içki nöbeti başlar. Hiç ara vermeden, çılgınca, ölesiye içerler. Bu alkol delirmesi, genellikle bir “fugue” yani bir kaçışla sonuçlanır. Adamı evinden kilometrelerce uzakta, bilinçsiz bir durumda bulurlar. Örneğin Beyoğlu’nda oturan biri, Şile yolunda bir hendekte bulunur.

Neyzen Tevfik, dipsomania nöbetinin başlayabileceğini bazen önceden sezerdi. Bana anlattığına göre, iradesini kullanır, kendi isteğiyle Bakırköy Akıl Hastahanesine gider, “başlayacak; beni hemen kapatın” derdi ağlayarak. Hastahanede onu kaç kez görmeye gittim. Bir kral muamelesi görürdü orada. Ona özel bir oda verilirdi, her isteği yerine getirilirdi. “Berber gelsin” derdi; berber hemen gelirdi. “Başhekim gelsin” derdi; Başhekim Dr. Fahri Celal hemen gelirdi.

Neyzen Tevfik’in benim açımdan en şaşırtıcı yanı, böylesine hüzünlü bir müzik yaratabilen insanın, aynı zamanda siyasal ve toplumsal olayları yakından izleyen bir taşlama ustası olması; çok ince bir duyarlılıkla keskin bir gülmece yeteneğini kişiliğinde birleştirmesiydi. Ney üfler, dinleyeni ağlatır; sonra peşpeşe espriler patlatır, insanı katıla katıla güldürürdü. Bir defasında, onu kızdırmak için, sevmediği bir milletvekilinin yakında başbakan olacağı haberini uydurdum. Bana şöyle bir baktı; “beter olur inşallah” dedi. Doğaçlama söylediği taşlamalar dilden dile dolaşırdı. Şu satırları yazdığım sırada, kökten-dinci bir milletvekili sayesinde TBMM üyeleriyle “deyyus” küfrü arasında bir bağlantı kurulduğu için, “mebus” ile “deyyus” sözcüklerinin kafiye düştüğü bir örnek veriyorum Neyzen’den:

Kime sordumsa seni doğru cevap vermediler. Kimi alçak, kimi hırsız, kimi deyyus dediler. Künyeni almak için Partiye ettim telefon; Bizdeki kayda göre şimdi mebus dediler.

Neyzen’i tanıdıktan sonra, Yavrunun Çayhanesine dadandım. Öğleyin arkadaşlarımla birlikte Eminefendi kahvesine ya da başka bir yere gideceğime, onları atlatır, doğru oraya koşardim. Neyzen bazen gelir, bazen gelmez, bazen konuşur, bazen susar, bazen de ney üflerdi. Arkadaşlarım, benim Şehzadeba-şı’nın bir batakhanesinde (buna Fransızca olarak “les bas-fonds de Şehzadebaşı” diyorlardı) herkesten gizlenmesi gereken tehlikeli bir aşk serüveni yaşadığım kanısına varmışlar; bu sırrı çözebilmek için, beni izlemeye karar vermişler.

Bir öğle vakti, Yavrunun Çayhanesine girer girmez, kızların ikisi peşimden oraya daldılar. Bizim çok alafranga Fransız Edebiyatı bölümünün en alafranga ik kızıydı bunlar. Onların hemen arkasından Neyzen gelince, fena halde telaşlandım. Neyzen çok alıngan, müthiş öfkelenen, öfkelenince de çok kırıcı olabilen bir insandı. Arkadaşlarım onu kızdıracak bir şey söyleyecekler diye ödüm kopuyordu. Nitekim korktuğum oldu. Neyzen Tevfik diye bir fenomenden hiç haberleri olmadığından, ona kim olduğunu sordular. “Neyzen” sözcüğünün ne anlama geldiğini öğrenince de, “bize ney çal öyleyse” dediler. Neyzen’in onların canına okuyacağını sanıp, fenalıklar geçirdim. Oysa büyük bir sükûnet içinde, “ney çalınmaz, ney üflenir” dedi. Sonra neyini kılıfından çıkardı, üflemeye başladı. Ben büyülenmiş dinlerken, arkamdan hafif hıçkırık seslerinin geldiğinin farkına vardım: Böyle bir müziği ömürlerinde ilk kez duyan iki alafranga kız, biribirlerine sarılmış, hüngür hüngür ağlıyorlardı.

Neyzen’i yıllarca bir hayli sık gördüm. Evime de çağırdım; ama çok ender gelirdi. Bir defasında Fakülte’den Cihangir’deki evime dönünce, neyinin sesini duydum: Balkonda bir minderin üstünde bağdaş kurmuş oturmuş İstanbul limanını seyrederek ney üflüyordu. Ne var ki, Yavrunun Çayhanesi ve Bakırköy Akıl Hastahanesi dışında bir adresini bilmiyordum. Bazen haftalarca ortadan yok olurdu. İkide birde çayhaneye uğrardım. Ama, Yavru da bilmezdi nerede olduğunu. Hastahaneye telefon ederdim; orada yatmadığını söylerlerdi. Sonunda 1953’te öldüğü haberini aldım.

Mina Urgan – Bir Dinozorun Anıları
Dördüncü bölüm,
YKY

Previous Story

Halide Edib’in dediği dedikti; her istediği yapılırdı – Mina Urgan (anılar)

Next Story

Mina Urgan’ın anılarında bilinmeyen yönleriyle Nazım Hikmet

Latest from Anlatı

Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ