Modern bireyin insanlık halleri

Toplumun bir makine düzeniyle işlemesi için nasıl bir insana ihtiyaç var? Toplumsal düzen, büyük gruplar içinde uyumlu bir şekilde iletişim ve etkileşimde bulunabilen, durmaksızın tüketmek isteyen, arzu ve istekleri standart, kolayca öngörülebilir olan ve etkilenmeye açık bireyler istiyor. Modern birey toplumsal duygularını yalnızca devlete yansıtıyor. Bu da devlete ve onu sembolize eden her şeye abartılı bir saygı göstermesine neden oluyor. Kendi gücünü, bilgeliğini ve cesaretini politik liderlere atfediyor, sonra da onları idolü haline dönüştürüveriyor.
Endüstriyel gelişim ne kadar artar, ülkelerin ekonomik durumu ne kadar iyileşirse insanların da temel gereksinimleri de o kadar çok karşılanır, diye genel bir inanış vardı ve belki hâlâ çok sayıda insan böyle düşünmektedir. İnsan sanki yeteri kadar yiyeceği ve boş zamanı da olursa, bir şeyler satın alma olanağı yeteri kadar artarsa bedensel ve ruhsal olarak çok daha iyi olacak ve mutluluğa varabilecektir.

Oysa biliyoruz ki bu doğru değil. Eğer böyle olsaydı İsveç ve İsviçre gibi çok gelişmiş ülkelerde, diğer ülkelere göre intihar oranları ve alkol tüketimi daha yüksek olmazdı. Ayrıca dünyanın en zengin ülkesi olan Amerika Birleşik Devletleri’nde bir ‘korku çağı’ hüküm sürmezdi. ABD’ye turist olarak bile gitmenin bunca zor olmasını yalnızca köktendinci terör olaylarından korkuyla açıklamak mümkün değil. İskandinav ülkelerindeki durum göz önüne alınırsa, endüstrileşmeye bağlı gelişimin henüz nihai hedefine ulaşmadığı da iddia edilemez. O zaman bir şeylerin ters gittiğini iddia edebilir miyiz acaba?

Bireyin karakter özellikleri kendi elleriyle inşa ettiği ve içinde yaşadığı toplumun gereklilikleriyle belirlenir. 18. ve 19. yüzyıl burjuva sınıfının en önemli toplumsal karakter özellikleri sömürmek ve istiflemekti. Sonunda daha da çok kazanabilmek için ötekini sömürmek ve daha çok kazanç elde etmek arzusu burjuva karakterini belirliyordu. Oysa günümüz modern bireyinin en belirgin özelliği pasif olması ve hiçbir çatışmaya girmeden kapitalist değerlerle mümkün olduğu kadar özdeşleşmeye çalışması. Bu hiçbir şey yapmadığı anlamına gelmiyor elbette; kastettiğim, pasif bir tüketici durumunda olması modern bireyin. O, korkunç bir oral takıntıyla durmaksızın bir şeyleri içini alıyor. Çok fazla içiyor, çok fazla yiyor, çok fazla spor yapıyor, çok fazla geziyor, çok fazla seks yapıyor. Her şeyi tüketiyor, yutuyor ve yok ediyor. Aşırı iştahından hiçbir şey kurtulamıyor. Yalnızca bekleyen ve hiç tatmin olmayan bir bebeğe dönüşmüş olan modern birey için dev bir meme artık dünya ve hayat.

Modern birey tüketmediği zamanını da ticaret yaparak geçiriyor. İçinde bulunduğumuz zaman diliminde her şeyin değerini pazar koşulları belirliyor. Yalnızca alınıp satılan ‘mal’ değil, insanın değeri de satılabilirliğine göre belirleniyor, dolayısıyla o da bir ‘mal’a dönüşmüş durumda. Modern birey hayatı yatırım yapılması gereken bir meta artık. Yatırım tutmuşsa başarılıdır ve hayatı da anlamlı demektir, yoksa o bir ‘looser’dan başka bir şey değildir. Modern bireyin değeri artık akıl ve sevgi gibi insani yetileriyle, sanatsal becerileriyle ölçülmüyor. Bu da kendilik değerini dış etkenlere, başkalarının bireyi nasıl gördüğüne bağımlı kılıyor. Sonuç toplumsal ve hatta evrensel bir aşağılık kompleksi, Adleryen terminolojiyle konuşacak olursak. Kendini yetersiz hissetmeyen tek bir modern birey yok artık. Bu duygu insan olmanın normal hali oldu ve hiçbir terapiyle düzelmesi mümkün gözükmüyor. Modern bireyin kendini güvende hissetmesi ötekilerle mutlak bir uyum içinde olmasına ve sürüden bir metre bile uzaklaşmamasına bağlı.

Toplumun bir makine düzeniyle işlemesi için nasıl bir insana ihtiyaç var? Toplumsal düzen, büyük gruplar içinde uyumlu bir şekilde iletişim ve etkileşimde bulunabilen, durmaksızın tüketmek isteyen, arzu ve istekleri standart, kolayca öngörülebilir olan ve etkilenmeye açık bireyler istiyor. Kendini bağımsız ve özgür hissetmeli, hiçbir otoriteye boyun eğmemeli, prensipleri ve vicdanı olmamalı, öte yandan yönlendirmeye de, yönetilmeye de açık olmalı, kendisinden bekleneni yapmalı, toplumsal işleyişe hiçbir pürüz çıkarmadan uyum sağlayabilmeli. Bu uyum o kadar iyi olmalı ki, onu yönetmek için şiddete başvurmak gerekmesin, hatta bir lidere bile gerek olmasın. Tek hedefi daha çok tüketebilmek için hareket halinde olmak olmalı.

Modern kapitalizm robotlaşmış, yabancılaşmış bireyi yaratabilmeyi başarmış durumda. Yabancılaşma öyle bir boyutta ki, birey kendi yapıp ettiklerinden ve kendi gücünden bile uzaklaşmış halde. Eylemleri ve aslında sahip olduğu kendi gücü onun karşısında artık; o onlara değil, onlar modern bireye hâkimler. Bütün yaşam gücü yine kendisi tarafından idolleştirilen şeylere dönüştü. Bütün uğraş ve çabasıyla ürettiği şeylere tapınır ve onların önünde diz çöker durumda modern birey. Kendi eylemlerinin ve zenginliğinin sahibi değil de, onlara bağımlı olan bir ‘şey’ gibi hissediyor kendini, çünkü bütün yaşamsal özünü onlara aktarmış durumda.

Modern birey toplumsal duygularını yalnızca devlete yansıtıyor. Bu da devlete ve onu sembolize eden her şeye abartılı bir saygı göstermesine neden oluyor. Kendi gücünü, bilgeliğini ve cesaretini politik liderlere atfediyor, sonra da onları idolü haline dönüştürüveriyor.

İşçi, beyaz yakalı çalışan ya da yönetici, modern birey yaptığı işe de tamamıyla yabancılaşmış durumda. İşçi, ekonominin makineleşmiş bir parçası durumunda ve üretim sürecine herhangi bir etkisi olmadığı gibi, ürettiği ürünün son haliyle de hemen hemen hiçbir ilişkisi yok. Beyaz yakalı çalışan, üretilen mala yalnızca pazarlanması ve satılması gereken ama doğrudan kendi işine yaramayacak bir nesne olarak bakıyor. Ürün, yalnızca patronun kapitalinin nesneye dönüşmüş şekli ve bu haliyle ona tam anlamıyla yabancı. Yönetici, her şeyin tıkır tıkır işlemesinden sorumlu ve bu nedenle çalışan insanlar da dahil olmak üzere her şey bu işlevinin birer nesnesi durumunda. Çalışanlarla olan ilişkisinin insani bir ilişki olarak adlandırılması neredeyse imkansız, çünkü beyaz yakalılar da, işçiler de yaşadıkları yabancılaşmadan dolayı birer robot gibiler.

Tüketim alışkanlıklarımız da yabancılaşmış durumda; çünkü ihtiyaçlarımızı, neden hoşlanmamız gerektiğini, ne yemek ve içmek istediğimizi reklamlar belirliyor.

İşin bu kadar anlamsızlaşması ve yabancılaşma, modern bireyi isteksizliğe ve tembelliğe sürüklüyor. Modern birey iş hayatından nefret ediyor, çünkü kendini bir mahkum gibi hissediyor iş yerinde. En büyük ideali mutlak bir hareketsizlik. İşten kaçmak ve pasif bir şekilde yalnızca tüketerek haz almak istiyor. Aldous Huxley’in dediği gibi: “Bugün alacağın hazzı sakın yarına erteleme!” Çocukluğundan beri bu bilgiyle büyüdü modern birey. Arzusunun tatminini ertelemezse, hiçbir çatışma, hiçbir hayal kırıklığı da yaşamaz. Bu arada arzu etmesi gereken şeylerin de, yalnızca ulaşabildikleriyle sınırlı olduğu konusunda düzen tarafından zaten koşullandırıldı modern birey, böylece karar alma zahmetine de girmek zorunda değil. Ayrıca zaten dönüp kendine bakacak zamanı da yok, hep meşgul çünkü – ya çalışıyor ya da haz peşinde koşuyor. Sürekli tüketir halde olduğu için, kendinin bilincine varması gerekmiyor. Modern birey arzulardan ve onların tatmininden oluşan bir sistem artık. Arzularını doyurmak için çalışmak zorunda ve neyi arzulaması gerektiği de ekonomik düzen tarafından her gün yeniden belirleniyor.

Yabancılaşmış ve tecrit edilmiş modern bireyin çok temel bir korkusu var. Özellikle devasa global şirketlerdeki “kurumsallaşma” adı altında hayata geçen bürokratik sistem içinde küçücük kalan bireyle kurum arasındaki uyuşmazlığın yarattığı varoluşsal korku. Hemen herkes maaşlı çalışan ve bu devasa bürokratik çarkın içinde kendi üstündeki yöneticisine bağımlı. Bu bağımlılık içinde yalnızca iş güçlerini değil kişiliklerini de satmış durumdalar; gülümsemelerini, tutumlarını, dostluklarını… Kendilerine ihanet eder durumdalar, çünkü yükselecekler mi, düşecekler mi hiç mi hiç bilmiyorlar. Kariyer basamaklarında tırmanabilirler ya da yoksulluğun tuzağına düşebilirler. Kapitalist bürokrasinin yarattığı bu korku ve kaygı hayatın başka alanlarında ortaya çıkabilecek bütün sıkıntılarından daha sert vuruyor.

Modern insan bütün bu yabancılaşmanın yanında teknolojik gelişmelerden çok fazla etkilenmiş gözüküyor ve teknoloji bağımlısı durumuna gelmiş durumda. Apple’ın yeni bir modeli güzel ve içten bir sohbetten daha çekici geliyor ona. Yaşam ve organik olana değil, teknolojik ve anorganik olana doğru kaydı modern bireyin ilgisi. Bu da onu hayata karşı ilgisiz ve umursamaz kılıyor haliyle.

Bu durum psikoterapi için yeni sorunlar doğuruyor. Şeyleşmiş modern birey başa çıkamadığı bir kaygı içinde yüzüyor, hiçbir şeye inancı yok ve sevme becerisini yitirmiş durumda. Bunun yerine karşısına ne çıkarsa tüketmeye, alkol ve uyuşturucuya, abartılı bir cinselliğe kaçıyor. Yaşanan strese bağlı olarak psikosomatik rahatsızlıklar, tükenmişlik duygusu, sağlık kaygıları, beden algısı ve yeme bozuklukları eskisine göre çok daha fazla gözüküyor ve bildik psikoterapi yöntemleriyle tedavi edilmeleri oldukça zor. Bütün bu şikayetler zenginleşmiş toplumlarda ve bizim toplumumuzda da ekonomik olarak daha varlıklı kesimde çok daha sık gözüküyor.

Bütün bunlardan çıkan sonuç endüstrileşmenin kötü olduğu değil elbette. Ama endüstrileşmenin ve teknolojik ilerlemenin bu haliyle ve insana karşı bu tutumuyla zararlı olduğu kesin. İnsanı homo consumens ve homo technicus haline getiren vahşi ve bencil kapitalist düzenin tekrar insancıl özelliklere kapıyı aralaması, geçmişte kalan insani değerlerimizin tutucu ve gelenekçi olma tuzağına düşmeden yeniden anımsanması ve insan ilişkilerinin sil baştan altruistik ve dayanışmacı karakterine kavuşturulması gerektiğini düşünüyorum.

Alper Hasanoğlu
gazeteduvar.com.tr, 23.06.2017

Yararlanılan kaynak:
Erich Fromm, Die psychischen Folgen des Industrialismus (1964).

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir