samir-amin-3Müslüman-Arap bölgesinin görüntüsü, sosyal ve politik ya­şamın tüm alanlarına dinin (İslamın) damgasını vurduğu izlenimi veriyor. O kadar ki, başka türlü olabileceğini tasavvur etmek yersiz …

Yabancı gözlemcilerin çoğunluğu (politik yetkililer ve medya) buradan hareketle, modernitenin ve demokrasinin, İslamın bu baskın varlığına uyum sağlaması, bunun için de fiilen laikliği dışlaması gerektiği sonucuna varıyorlar … Ya da, eğer böyle bir uzlaşma mümkünse, desteklemek gerektiğini söylüyorlar. Eğer o da mümkün değilse, bu bölgeyi olduğu gibi kabul etmek ve ona göre davranmak gerektiğini ileri sürüyorlar.

“Gerçekçi” denilen bu görüşü asla paylaşmıyorum. Bölge halklarının ve başka yerlerdeki halkların geleceği laiklik ve demokrasidedir (geniş bir perspektifte de dünya sosyalizmindedir).
Böyle bir gelecek hem söz konusu bölgede hem de başka yerlerde mümkündür; ama asla “kesin” ve “garanti” de değildir. Modernite, XVI. yüzyılda Avrupa’da uç veren evrensel tarihte bir kopuş demektir ve modernite insanın bireysel ve kolektif olarak kendi tarihinden sorumlu olduğunu vazeder. 
Oradan hareketle de modernite, öncesinin egemen ideolojilerinden kopuşu temsil eder. Modernite, demokrasiyi; dinin siyasetten ayrılması anlamında laikliği mümkün varsayar ve gerekli kılar. XVIII. yüzyılda Aydınlanma filozofları tarafından formüle edilip Fransız Devrimi’yle de hayata geçirilen modernite, bir tür modernite, demokrasi, laiklik “bütünlüğüdür”.

Ondaki ilerleme ve gerilemeler modern dünyayı biçimlendiregelmiştir. Fakat modernite sadece bir kültürel devrim değildir; kapitalizmin doğuşu ve gelişmesiyle sıkı ilişki içinde oluşu onu biçimlendirmiş, dolayısıyla “gerçekte var olan” modernitenin tarihsel sınırlarını da belirlemiştir. Şurada burada görülen somut demokrasi ve laiklik biçimleri, kapitalist gelişmenin aldı­ğı somut biçimlerle doğrudan ilgilidir. Başka türlü söylersek, sermaye egemenliğinin aldığı somut biçimler, siyasi rejimlerin niteliğini doğrudan etkilemiştir. Hegemonik tarihsel kompromiler [uzlaşmalar), benim “politik kültürün tarihsel güzergahı” dediğimi biçimlendirmiştir.

Burada özet olarak yaptığım sunuş, tarihsel materyalist yöntem anlayışımı hatırlatmakla yetinecek (başka yazılarımda daha geniş tahlillere ulaşılabilir). Burada sadece kapitalist modernite/demokrasi/laikliğin farklı eklemlenme biçimlerine dair teorik çerçeveyi özetlemekle yetineceğim. 
Aydınlanma filozofları ve Fransız Devrimi radikal bir laiklik modeli önermişlerdi. Ate [tanrıtanımaz] veya agnostik [bilinmezci] veya mümin [inançlı], dolayısıyla Hristiyan olsun, birey seçmekte özgürdür ve devlet bu işin dışındadır; ona burnunu sokmaz, sokmamalıdır. Avrupa kıtasında -ve Restorasyon dönemi Fransa’sında- geri adımlar ve burjuvaziyle modernite öncesine ait egemen sınıflar arasında uzlaşmalar [kompromiler] bir döneme damgasını vurdu. Böyle bir kompromi de laikliğin “yumuşatılmış versiyonu” demekti. Kilise’nin sosyal işlevi politik yapıda yer almasa da bu, bir tür tolere etmek olarak algılandı. Öte yandan, ABD’ de tarihsel güzergahın oluşturduğu politik kültür temelli gericiydi; laikliği tanımıyordu. Din, toplumda önemli sosyal işlevi olan bir aktördü ve orada laiklik, resmi dinlerin çokluğu olarak anlaşıldı (orada tüm dinler hatta tarikatlar bile resmidir).

Kabul edilen laikliğin radikallik düzeyiyle, laikliğin toplumsal dönüşümdeki işlevine dair anlayış arasında doğrudan
ilişki vardır. Sol hareket (radikal veya ılımlı), toplumun istenen istikamette biçimlendirilmesinde politikanın önemli olduğunu düşünür, bu yüzden radikal bir laikliği savunur. Muhafazakar sağ, ister ekonomide (ki, orada sermaye için işleri piyasaya havale etmek her zaman arzulanır bir şeydir) ister “düşük yoğunluklu demokrasinin” kural haline geldiği politikada, değişim, alternatifin yerini alıyor, politikanın aktif bir laikliğe ihtiyacı olmadığı, bu alanda devletin boşluğunu “cemaatlerin dolduracağı” söyleniyor. Piyasa ve temsili demokrasi tarihi yapar ve yapmasına izin verilmelidir. Şimdilerde sol hareketin geriledi­ği dönemde, söz konusu muhafazakarlar, sosyal düşüncedeki egemenliklerini artırmış durumdalar. Tourain’den Negri’ye bu tür formülasyonları görmek mümkün. Politikanın sorumlulu­ğunun yadsınması hususunda Amerikan siyasi kültürü daha da ileri gidiyor. Sürekli tekrarlanan Tanrı’nın Amerikan ulusuna ilham verdiği inancı ve bu “inanca” çoğunluğun teveccühü, laiklik kavramını yok saymak demeye geliyor. Bu, tarihi yapan Tanrı’ dır, demektir … Söylem öyle olsa da bu, gerçek dünyada bu işi yapan bir başına piyasadır, demeye gelir. Ve böyle bir toplumda herhangi bir kiliseye veya bir tarikata mensup olmayan özgür düşünceli biri “sapkın”, değilse “asosyal” sayılır. Nitekim uzun zaman boyunca homoseksüellik tolere edilmiş değildi (Salem büyücülerini unutmadan … ). Eğer sapkınsa Amerikalı değildir … (McCarthy Komisyonu ve şimdilerde oğul Bush hep o dönemleri hatırlatmıyor mu?) Yakın zamanlarda artık “sapkınlara” da var olma hakkı tanındı; ama bir şartla: Söz konusu sapkınların kendi gettolarında kapalı kalma kaydıyla …

Bu bağlamda, Ortadoğu bölgesindeki halklar nerede duruyor? Secde eden sakallı kalabalıklar ve peçeli kadınlar bölüğünü yansıtan imajlar, orada bireylerin dine yoğun bir şekilde teveccüh ettikleri kestirme sonucuna götürebiliyor. Fakat bu sonuca varmak için yapılan sosyal baskıdan hiç söz edilmiyor; kadınlar peçeyi kendileri istemedi, onlara büyük bir baskıyla dayatıldı. Dışarıda peçesiz yakalanmak sadece işinden olmak değil; kimi zaman hayatından da olmak anlamına geliyor. İnanç özgürlüğüne saygıyı öneren “kültüralist” Batılı dostlar, oradaki iktidarların böylesi bir “görüntüyü” nasıl başardıklarını asla sorgulamaya yanaşmıyorlar. Şüphesiz “Allah’ın delileri” eksik değil… O görüntülerdekiler oran olarak Paskalya’ da İspanya’ da yürüyüşe geçen Katoliklerden daha mı fazladır? Ya da ABD’ de tele-vaizleri izleyen devasa kalabalıklardan daha mı fazla dersiniz?

Her halükarda din kendiliğinden hiçbir zaman böyle bir görüntü vermedi. Ülkeden ülkeye değişse de, tüm Arap halklarını kapsayan; Fas’tan Afganistan’a uzanan bölgede Türkler, İranlılar, Afganlar ve eski Sovyetler Birliği Orta Asya’sında (Arap Körfezi hariç), laikliğin gelişme potansiyeli önemsiz de­ğildir. Diğer komşu ülkelerde, Körfez Arapları ve Pakistan’ daysa durum farklıdır.

Söz konusu bölgede politik gelenek, modernitenin radikal versiyonundan büyük ölçüde etkilendi: Aydınlanma felsefesi, Fransız Devrimi, Rus Devrimi, 111. Enternasyonal komünizminin bölgedeki insanların bilincine Westminister parlamenterizminden daha çok yerleştiğini bile söylemek mümkündür. 

Bölgede yönetici sınıfların esinlendiği politik dönüşümlerin arkasında bir tür “aydın despotluk” olduğu söylenebilir.
Mısır’ da Muhammed Ali veya Hidiv İsmail, bunun tipik örnekleriydi. Türkiye’ de Kemalizm, İran’ daki modernleşme de az çok benzer yöntemlerle gerçekleşmişti. Yakın döneme ait ulusal-popülizm de aynı “modernist” politik proje ailesine dahildir. Bu modelin varyantları da çoktur (Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN) ve Tunus’ta Burgibacılık, Mısır Nasırcılığı, Suriye ve Irak’ta Baasçılık aynı yönde hareketlerdi. “Komünist görüntüsü” veren daha radikal rejimler olan Afganistan ve Güney Yemen deneyimleri de özde diğerlerinden farklı değildi). Tüm bu rejimler önemli şeyler başardılar ve bunun sonucunda da geniş bir kitle desteğine sahip oldular. Her ne kadar demokratik olmasalar da, o yönde muhtemel gelişme potansiyeline sahiptiler. Bazı durumlarda -1920-1950 dö­neminde Mısır’ da olduğu gibi- çoğulcu demokrasi denemeleri de söz konusu oldu ama egemen emperyalist güçler (İngiltere) ve yerli müttefikleri (monarşi) tarafından püskürtüldü. Laiklik uygulamaları -ılımlı versiyonları demek daha uygun- halkın itirazıyla karşılaşmadı: Halkın gözünde asıl karanlıkçı olarak görülenler din adamlarıydı ve gerçekten de büyük çoğunluğu öyleydi.

Modernist deneyler -aydın despotluktan ulusal-popülizmlere kadar- tesadüf eseri ortaya çıkmış değillerdi. Modern kü­reselleşmede eşit ve etkin aktörler (ortaklar) olmak isteyen güç­lü politik hareketler tarafından empoze edilmişlerdi. Söz konusu politik hareketler orta sınıfların özlemlerini dile getiren hareketlerdi. “Burjuva demokrat” denilebilecek bu hareketler; modernist, laiklikten yana ve potansiyel olarak da demokratik evrimin taşıyıcısıydılar. Fakat bu projeler egemen emperyalizmin çıkarlarıyla çatışıyordu ki, emperyalizm her yola başvurarak bunları etkisizleştirmek üzere aralıksız mücadele etti; bu amaçla da güç kaybına uğrayan karanlıkçı odakları destekleyip harekete geçirdiler.

Müslüman Kardeşler’ in tarihi biliniyor: Bu örgüt Mısır’ da 1920’lerde tam anlamıyla İngilizler ve monarşi tarafından; demokrat ve laik Wafd’ın önünü kesmek için kuruldu. Nasır’ın ölümünden sonra CIA ve Enver Sedat tarafından kitleler halinde Suudi Arabistan’ dan Mısır’a nasıl getirildikleri biliniyor. Aynı şekilde Taliban’ın durumu da bir sır değil. Taliban da CIA tarafından, kız çocukları da dahil tüm çocuklara okulun yolunu açan “komünist” rejimle mücadele etmek üzere Pakistan’ da kuruldu. Başlarda, Filistin direnişinin laik ve demokratik akımlarını yok etmek için, Hamas da İsrailliler tarafından desteklenmişti. 

Eğer ABD’nin güçlü ve kararlı desteği olmasaydı, politik İslamın Suudi Arabistan ve Pakistan sınırlarını aşması kolay olmazdı. Şüphesiz topraklarının altında bir petrol denizi olduğu keşfedilince, Suudi Arabistan gelenekten kurtulmak için hiçbir girişimde bulunmadı. Geleneksel egemen sınıfla emperyalizm arasındaki ittifak hemen tasdik edildi ve bu bir tür Vahhabi politik İslama taze kan nakli demeye geliyordu. İngilizler de kendi Ortadoğu’da “Sosyal Hareketlerin” Muğlaklığı ve Çeşitliliği Üzerine aylarına, Müslüman liderleri kendi devletlerini kurmaya ikna ederek; Hindistan’ın birliğini engellediler ki, bu daha baştan nüfus cüzdanını politik İslama kaptırmak anlamına geliyordu.
Aslında Mevdudi’ye atfedilen “teori” önceden ve bütünüyle İngiliz oryantalistleri tarafından majestelerinin adına kaleme alınmıştı.

Bandung Konferansı’nda {1955) başlatılan, Asya ve Afrika halklarının birliğini oluşturmayı amaçlayan girişimi etkisizleştirmek, önünü kesmek üzere ABD, Suudi Arabistan ve Pakistan’ın başını çektiği bir “İslam Konferansı” başlatılmıştı (1957) ki, bölgeye politik İslamın yerleşmesi bu yolla gerçekle­şecekti…

Yukarıdaki gözlemler en azından şu sonucu çıkarmayı mümkün kılıyor olmalıdır: Politik İslam, ilgili halkların kendiliğinden hareketinin ve dini inançlarının gerçek gücünün sonucu olarak ortaya çıkmış bir şey değil. Politik İslam, emperyalizmin sistematik faaliyeti sonucu oluşturuldu. Elbette gerici, karanlıkçı güçler ve bağımlı komprador sınıflar tarafından da desteklendi. Bu tartışmasız gerçek karşısında sol hareketler ne yapacağını, ne yapması gerektiğini ne gördü ne de bildi. Ki, asıl sorumluluk da onlara aittir …

Samir Amin
Modernite Demokrasi ve Din
Yordam yay

Previous Story

Almanya’nın çok satan kitabı: Hitler’in Kavgam’ı

Next Story

İspanya İç Savaşı’ndan Fotoğraflar

Latest from Felsefe

Nietzsche

FRIEDRICH NIETZSCHE: Felsefede “Akıl”

Felsefede “Akıl” 1 Soruyorlar bana, nedir filozoflardaki bütün bu alerji diye?… Sözgelimi tarih duygusu eksiklikleri, oluşun düşünülmesine bile duyduktan nefret, Mısırcılıkları.[17] Bir davayı tarihsellikten
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ