Müslüm Kabadayı ile Söyleşi – Ayşe Kaygusuz

– Müslüm Hocam doğduğunuz topraklardan başlayalım mı? Bu günlerde çokça gündemde?
– Edip Cansever’in “Mendilimde Kan Sesleri” şiirini, toprak-insan ilişkisini çok derinden betimlediği için önemsemişimdir. Anamın söylediğine göre 1960’ta doğmuşum, Hatay’ın Yayladağı ilçesine bağlı Kışlak Bucağı’nda. Nüfus kaydında 1962 yazıyor; çünkü babam şayet bebekken ölürsem bir de nüfustan sildirme zahmetine katlanmak istememiş, iki yıl sonra kaydettirmiş.

Doğduğum topraklar, bugünlerde Türkiye ve dünya medyasında başka çerçevede adını duyuruyor. Bu çerçeveyi de içeren bir değerlendirme yapacak olursam, o topraklar, Anadolu’yla Batı Mezopotamya’nın buluştuğu dağ ve platolar silsilesinin Akdeniz’le buluştuğu bir noktada biçimlenmiş. Tarihte önemli rol oynayan Kadeş, Mercidabık Savaşları o coğrafya da gerçekleşmiş. Mitolojide önemli rol oynayan Zeus-Avrupa çatışması, Türkler tarafından Keldağ, Araplarca Cebel-i Akra, antik dönemde ise Cacius olarak adlandırılan 1939’dan bu yana Türkiye ile Suriye’nin sınır taşı gibi duran bir dağa atfedilir. Antik dönemde Süryan, Roma ve Bizans egemenliğinin ardından Arapların etkili olduğu bu topraklarda Türkmen, Arap, Ortodoks Rum, Ermeni ve birkaç köyle sınırlı Kürtlerin bir arada yaşadığı Selçuklu-Osmanlı döneminin biçimlendirdiği kültürün izleri bugün de sürmektedir. Böylesine zengin bir kültür birikimine dayanmasına karşın, bölgesel devletler yanında emperyal güçlerin de sı sık savaşla yağmaladığı bu bölgede, günümüzde dünyanın en güzel pipo tütünü üretilir, zeytinciliği, defne yağı ve sabunu önemlidir; ancak halkı yoksulluğa mahkum edilmiştir. İşte ben bu verili durumun içinden geçerek büyüdüm ve pek değerli hemşerim Köy Enstitülü öğretmen ve şair Ali Yüce’nin bir romanına da ad olarak koyduğu “Şeytanistan’ı, nasıl aydınlatabiliriz diye kafa yormaya başladım.

2007’de Alter-Yoğunluk Yayınları’ndan çıkan “Suriye Günlüğü” kitabımın arka kapağından küçük bir alıntı yaparak, doğduğum coğrafyanın bugününe dair kısa ve özlü bir değerlendirme yapmak istiyorum. “Suriye, Türkiye’nin güney komşusu olmakla birlikte, uzun yıllar siyasi nedenlerle komşuluk ilişkilerimizin pek gelişmediği bir ülkedir. 1999’dan beri askeri, ticari ilişkilerde ilerleme sağlanması önemli bir gelişmeyken, esasen tarihin derinliklerinden gelen kültürel ortaklıklarımız ve Anadolu-Ortadoğu-Mısır’ın Akdeniz?le buluşma noktasında yer alması çerçevesinde dostluk temelinde ilişkilerimizin en çok gelişmesi gereken ülkelerden biridir. Bu anlamda Suriye Günlüğü, ?kültür komşuluğu’nun sınır tanımadığının sayısız örneklerinden oluşmaktadır.? Bizler, özellikle Hatay’da yaşayan ilerici, sosyalist sanatçı ve aydınlar, 10 yılı aşkındır Türkiye-Suriye ilişkilerinin kültür, sanat, edebiyat üzerinden geliştirilmesi, halklarımızın bağlarının güçlendirilmesi için yoğun çaba gösterirken, ABD ve AB emperyalizmi, bu coğrafyada kendilerinin çıkarlarına engel gördükleri ülkeleri çözmek için her türlü melanete başvuruyorlar. Son yıllarda yazılarımızda, açıklamalarımızda ve eylemli davranışlarımızda, emperyalistlerin Türkiye’nin de olanaklarını kullanarak Suriye başta olmak üzere Lübnan ve Filistin’e dair sinsi politikalarını deşifre ediyor ve bölgede meydana getirilmek istenen çatışmalara dikkat çekiyorduk. Doğduğum topraklar üzerinde sahnelenmek istenen halkları boğazlaştırma politikası, son aylarda uygulamaya konuldu ne yazık ki. Bugün Yayladağı?nın adı “çadırkent” ve “Suriye’den göç dalgası” ile anılır olmaya başladı, bir de BM’nin ‘iyi niyet elçisi’olduğu söylenen ama aslında ABD?nin ajanı olarak çalışan Angelina Jolie?nın gelişiyle öne çıkarıldı. Ahmaklık ve dalkavukluğun lokum gibi akıtıldığı tv kanallarının vermeye çalıştığı emperyalist politikalara uyum söylemine karşı halklar arasında barışın önemini kavramış Yayladağlıların ürettiği ?dostluk lokumu?yla yanıt vermek gerektiğini biliyorum. Doğrusu, işimiz çok zor ve bu zorluğu aşacak halk ve toprak sevgisi bizde var.

– Yazarlığınızın yanında iyi bir eleştirmensiniz. Yazarlık ve eleştirmenlik?
– “Yazarlık, eleştirmenlik” gibi sıfatları hak ediyor muyum, bunu çalışmalarımızı takip edenler takdir edecek. Benim üretmeye, yapmaya çalıştığım şey şu: Yaşadığımız sürecin tanığı olmak kadar, eylemli bilinçle bu süreçlerin eşitlik ve özgürlük mücadelemize ivme kazandırmasına katkıda bulunmak. Bu amaçla da mesleğim gereği eğitim başta olmak üzere edebiyat-sanat alanında teorik üretimde bulunmanın yanı sıra, şiir-öykü-roman-resim-heykel-müzik türlerinde toplumcu damarımızı besleyen yaratımlarda bulunanların kitlelere tanıtımını yapmak, onların yapıtlarının okunması, izlenmesi, dinlenmesi için çaba göstermek?

1985?ten beri çıkardığımız dergi, gazete, ortak kitaplarla ya da başka yayınlarda yer alan yazılarımla bu amaca yönelik katkılarım sürüyor. Orta ve yükseköğrenim yıllarımda çiziktirdiğim kimi çalışmalar duvar ve yerel gazetelerde yer almıştı; edebiyat dünyasına mal olan ilk öykü ve denemelerim ise 1986?da Ankara?da 12 genç arkadaşımızın çabasıyla 3 sayı çıkan ?Yaşamın Tüm Birimlerinde Yoğunluk Sanat Kitabı?nda yer aldı. Bunu 1987?de yayımladığımız Nitelik dergisindekiler izledi. Daha sonra Trabzon?da öğretmenliğe başlamamla birlikte orada yayımlanan Kıyı, Katılım emek-sanat, Hamsi dergileriyle Kuzey Haber gazetesindeki yazılarım ilgi çekmeye başladı. ?Islık Işıklı Sevgi? başlıklı şiirim Samsun?da yayımlanan Kuzeysu dergisinde yer aldığında çok heyecanlanmıştım ama kendimi araştırma ve inceleme çalışmalarına adayınca edebi ürünler vermekten uzaklaştım. Doğrusu, kişiliğim ve ideolojik-siyasal duruşumla beslenen bu eğilimim, bugüne kadarki ürettiklerimin ana eksenini oluşturdu. Bir yanıyla sevinçliyim, ürettiklerimin işe yarıyor olmasından; diğer yanıyla burukluğum sürüyor, çünkü biriken o denli öykü, roman taslağı var ki, bunlara geniş zaman ayıracak zamanı bir türlü yaratamıyorum.

Meslekler, deneyim kazanılarak geliştirilir; yazarlık-eleştirmenlik gibi uğraşları bir meslek olarak görmediğim için, bu alanlarda keşif kolu gibi çalışmadığınız sürece ürettiklerinizin edebi bakımdan, tarihselliği noktasında çok etkili olacağı ya da kalıcı iz bırakacağı tartışılır. Bence yetkin bir yazarlık-eleştirmenlik, disiplinler arasında güçlü bağlar kuracak birikime ulaşmaya ve bu birikimleri yaratıcılıkla yeni biçim ve biçemlerde insana sunmaya nakşedildiğinde ortaya güzel tablolar çıkar. Değerlendirme, çözümleme ve önerme diyalektiğiyle kaleme aldığım yazıların böyle bir işlev üstlendiğini söyleyebilirim. ?Hatay Halk Şairleri? (2000), ?Doğu Karadeniz Lehçeleri Karşılaştırmalı Sözlüğü? (Gelenek Yayınları, 2001), ?Suriye Günlüğü? kitaplarımı bu çerçevede görebilirsiniz.
Toplanıp yayımlansa birkaç kitap oylumunda bulunan ve dergi-gazete sayfalarında kalan onlarca kitap tanıtımı-eleştirisi yanında sanatçılarla yapılmış söyleşiler var. Bunların bir bütünlük içinde okunmasını sağlamak, gerçekleştirmek istediklerimin başında geliyor.

– Eleştirmenliğin ve eleştirinin ölçüsü ya da boyutu var mı?
– Marksist eleştiri yönetimini geliştirmeye çalışıyorum çalışmalarımda. Tanıtım-değerlendirme yaptığım sanatçılarla onların yapıtlarına dair eleştirilerimde dikkat ettiklerimle başlamak istiyorum yanıtıma. Bugüne kadar hakkında tanıtım, inceleme-araştırma üzerinden değerlendirme yazıları kaleme aldığım sanatçıları seçerken dikkat ettiğim iki temel ölçüte özen göstermeye çalışıyorum. Birinci ölçütüm; yaşamı ve kişiliğiyle bir emekçinin kazanması gereken niteliklere uygunluğuyla ilgili. Doğrudan işçi-emekçi sınıfın içinden gelmesi daha da önemli olmakla birlikte, başka sınıftan gelse de yaşamını işçi sınıfın kurtuluşuna odaklayan samimi bir mücadele çizgisinin olması; o sanatçının daha geniş kitlelerce, özellikle genç kuşaklarca tanınması, yapıtlarının takip edilmesi için emek-çaba göstermeme yetiyor. Ölçütümün ikincisi ise, sanatçının yapıtlarının içerik ve biçim bakımından tutarlı biçimde toplumsal yoğunluk ve toplumcu bir perspektif taşıyor olması.

Ankara Belediyesi?nde asfalt döşemekten taş kırmaya kadar kol emeği gerektiren işlerde çalışarak emekli olan şair Necmi Otçu; Konya Kulu?ya bağlı Zincirlikuyu köyünde tarım ve hayvancılıkla uğraşarak geçimini sağlamanın yanında uykusundan fedakarlık ederek okuma ve yazma uğraşısını sürdüren şair Mehmet Ercan; son olarak çocuklarını hayata kazandırmak için bazlama yapıp satan, okuma ve yazma uğraşını gecesini gündüzüne katarak sürdüren öykücü Ayşe Kaygusuz bu bakımdan benim için çok önemliydiler. Onlar gibi onlarca sanatçının kişiliklerini ve dünya görüşlerini yapıtlarında nasıl estetik kıldıklarını ortaya koymaya çalışıyorum. Sadece şair-yazarlar değil, heykelde ?Böcek Heykelevi?yle gündemime giren hemşerim Mehmet Aksoy, müzikte ?Bizar? albümüyle dikkatimi çeken Nevzat Karakış da toplumcu sanatın damarlarını kalınlaştıran sanatçılar olarak çalışmalarımda yer aldılar.

Türkiye?de eleştiri, özellikle edebiyatla ilgili olunca Nurullah Ataç, Hüseyin Cöntürk, Fethi Naci akla gelen ilk kişilerdir. Oysa Cengiz Gündoğdu, ?insani gerçekçilik? anlayışıyla Türk edebiyatına dair çok ciddi eleştiriler kaleme almıştır. Bunun için İnsancıl Dergisi?nin ?Yıldız Güncesi?ne bakmak yeterlidir. İktisatçı olmakla birlikte bu alana farklı gerekçeyle müdahale eden Yalçın Küçük?ün ?Küfür Romanları?, ?Estetik Hesaplaşma?, ?Edebiyat ve Bilim? adlı çalışmaları önemlidir. Nedense okul kitaplarında ve edebiyat tarihçileri arasında bunlardan hiç söz edilmez. Dünya edebiyatında çok önemli eleştiri kitapları, makaleleriyle bilinen Lunaçarski, Georg Lukacs ve Moisej Kagan gibi Marksist eleştiri yöntemlerini geliştiren kalemlere de yer verilmez. Türkiye?de çıkan gazete ve dergilerde, özellikle piyasa ilişkileriyle malul kitap eklerinde eleştirmen olarak kalem oynatanların çoğu, daha çok ?tanıtımcı? konumlarıyla dikkat çekmektedirler. Doğan Hızlan, Mustafa Şerif Onaran, Hilmi Yavuz gibilerini böyle değerlendirebiliriz. Bunlar, mevcut edebiyat ortamını süsleyen kalemlerdir ve hiçbir biçimde devrimci bir tavır taşımazlar. Hatta, ödül mekanizması başta olmak üzere edebiyat-sanat alanındaki çürümenin zaman zaman parçası olurlar. Burada son yıllarda gündeme gelen bir başka yozlaşmaya çanak tutanların, sermayenin, toplumcu edebiyatla mistik edebiyatı bir potada eritme stratejisine hizmet eden pratikleri nedeniyle ciddi biçimde ayrıştırılması gerektiğine dikkat çekmek istiyorum. Bunu, Eylülce dergisi olmak üzere birkaç yerde yazdım; toplumcu sanatçılar, eleştirmenler tarafından bu ayrışmanın daha da kalınlaştırılması gerekiyor.

– Önceden nerede bir sosyal faaliyet, bir etkinlik var öğretmenler oradaydı. Toplumsal sorunlara daha duyarlıydılar sanki?
– Öğretmenlik; kimilerini ?Tanrı gökten inseydi öğretmen olurdu? tarzıyla kutsallaştırılan bir meslek değildir. Bu açıdan öğretmen, sürekli öğrenici olandır aynı zamanda. Tıpkı, canlılar dünyasında yaşayan-yaşatan ilişkisinde olduğu üzere. Şöyle bir ilişki kurmak istiyorum; doğada nasıl ki bitkilerin tozlaşma yoluyla çoğalması için arıya ihtiyaç varsa, çoğalan bitkilerden hayvanlar, hayvan ve bitkilerden de insanlar besleniyorsa ve bunu gerçekleştiren baş aktör arıysa, öğretmen de bilgi ve deneyimlerin çoğalması, ortaklaştırılması bakımından ?arı? işlevi görendir. Dolayısıyla arının tanrıyla değil, 45 gün gibi kısa ömürlü olsa da işçi arı olarak üretim ve paylaşımla, dayanışmayla ilgisi vardır. Bence öğretmenlik ömür boyu öğrencilikle iç içe geliştiğine göre, sevgi ve bilinçle icra edilen bir meslektir. Kapitalizmin hayatın her alanını kuşattığı, öğretmenin de vicdan ile cüzdan arasına sıkıştırıldığı piyasa ilişkilerine mahkum edilmek istendiği bir ortamda sizin yakındığınız olgunun gerçekleşmesi kaçınılmazdı. Peki böyle mi olmalıydı ya da kalmalı mı?

Kuşkusuz hayır! Dikkat edilecek olursa eğitimin ticarileştirilmesi başta olmak üzere Türkiye?de son 30 yılda Tük-İslamcı, neo-liberal politikalar çerçevesinde en çok ?eğitimli kuşak? yozlaştırıldı. Toplumsal duyarlığı gelişmeyen, yurtseverlik bilinci oluşmayan, evrensel değerleri içselleştirmeyen bir kuşakla karşı karşıyayız büyük oranda. Köy Enstitüleri, Öğretmen Okulları geleneği 36 yıl önce kesildi; öğretmen yetiştirme politikası değiştirildi. 9. Eğitim Şurası?ndaki bu değişiklik adım adım eğitimin ticarileştirilmesine, müfredatın gericileştirilmesine ve ülke gerçekleriyle halkın ihtiyaçları dışında uluslar arası sermayenin çıkarlarına göre biçimlenmesine dönüştü. Özellikle 2005 yılında uygulamaya konan ?yapılandırmacı müfredat? olarak kodlanan eğitim modeli, yeni kuşağımızın temel insani, yurtseverlik ve emek değerlerinden koparılmasını, girişimci-piyasacı bir zihniyete mahkum edilmesini hedefliyor. Biz Yurtsever Eğitim Emekçileri İnisiyatifleri olarak bu ?model?e karşı hem aktif bir mücadele hem de Danıştay?a bir velimiz üzerinden dava açtırarak hukuki mücadele yürüttük. Ne yazık ki bu süreçte üyesi bulunduğumuz Eğitim Sen başta olmak üzere bu alanda çalışma yapan dernek ve sendikaların desteğini göremedik. Bırakınız desteği, Danıştay tarafından bizim lehimize verilen yürütmeyi durdurma kararının gereği olan müdahaleyi bile yapmadılar. Bu çok düşündürücüdür ve eğitim örgütlerinin, AB projelerine kurban edilmesi anlamına gelmektedir. Bunun bedelini ödüyoruz şimdi.

Doğrusu, sorunuzda içkin olan ?öğretmen? kimliğinde ve kişiliğinde meydana gelen gerilemeye dur demek için en geniş katılımla aşağıdan yukarıya doğru harekete geçen bir ?Devrimci Eğitim Şurası?nın 1968 ruhunu günümüze uyarlayan bir tarzda başlatmak zorundayız. Öğrencileri için kar kış demeden koşturan, eşekli ve ayaklı kütüphane oluşturan, çevresini aydınlatmak için zorluklara direnen ?aydın öğretmen? tipini yaratmak durumundayız. Bugünün teknolojik olanakları, buna daha çok fırsat verse de esas olan kendini örgütleyen ve örgütlü davranan insan tipini yaratmak. Sizin de tanık olduğunuz üzere 2005 yılında hazırlıklarını yapıp 2006?da yayımlamaya başladığımı ?Sanat Edebiyat ve Eğitimde Yoğunluk? dergisi bu amaca katkıda bulunan bir yayın politikası izledi. Bir bakıma, eğitimin sanat ve edebiyatla içselleştirilerek nasıl verileceği üzerine yoğunlaşan çalışmalar yapıldı. Bu çerçevede Tuğba Tozluyurt gibi lise öğrencilerinden güçlü öykü yazarları edebiyat dünyasına kazandırıldı.

Açık konuşmak gerekirse, genel olarak Türkiye ilerici hareketinin, özel olarak demokratik öğretmen mücadelesinin temel açmazı, kar topu gibi büyüyen, böylece toplumsallaşarak kurumsallaşan bir örgüt ve bilinç ortamı geliştiremiyor olmamızdır. O kadar sıklıkla ve çoklukla örgütsel parçalanmalar, kitlelere güven vermeyen, onlarla yol almayan fevri davranışlar gerçekleşiyor ki, 12 Mart ve 12 Eylül gibi sermayenin yaptığı darbelere karşı da ciddi bir direniş geliştirilemedi. Bunu, bu boyutuyla ?dergiler mezarlığı?na dönen edebiyat dünyamızda da görüyoruz. Bu ?hastalık?ı gecikmeden aşmak, halkımızın aydınlanıp özgürleşmesinde, ülkemizin bağımsızlığına kavuşmasında biz öğretmenlere büyük görevler düştüğünün bilinciyle hareket etmek durumundayız.
– Köy Enstitülerine özel bir ilginiz ve duyarlılığınız olduğunu biliyorum. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
– 1930?lu yıllarda ?Köy Mektepleri? uygulamasının 1940?ta Köy Enstitüleri aşamasına sıçratıldığını, bu okullardaki üretici-yaratıcı eğitim uygulamasının ülkemiz açısından zengin bir deneyim sunduğunu biliyoruz. Ancak, her alan ve konuda olduğu üzere temel belirleyici olan sistemin ana karakteridir. Dolayısıyla Türkiye kapitalist bir toplum modeline göre yönetildiği için, Köy Enstitüleri?ndeki öğretmen ve öğrencilerin, sistemin ihtiyaç ve beklentileri dışında bir toplumsal duyarlılık yaratmaları söz konusu olunca, 1946 yılında ilk darbe indirilmiş, 1953?te de tümüyle bu okullar kapatılmıştır.

Bu okullardan biri olan Düziçi Köy Enstitüsü?nün devamı niteliğindeki İlköğretmen Okulu?nda okumuş biri olarak, bugün kazandığımız birçok beceriyi oradaki eğitime borçlu olduğumuzu vurgulamak isterim. Üç bin dönümlük arazi üzerinde bitkileri tanıma, budama-aşılamadan tutun da yer fıstığı sökümüne kadar tarımsal faaliyetleri öğrenme; büyükbaş hayvanların bakımından kümes hayvanlarının beslenmesine kadar hayvancılığın sorunlarını görüp çözüm üretme; tahta bavullarımızın yapımını, kitaplarımızın ciltlenmesini gerçekleştirme, sinema ve tiyatro etkinliklerini her hafta düzenli yapma kazanımımızı sağlayan olanaklar arasında sayılabilir. Her şeyden önce bu uğraşılar, insanın kendine güvenini, varlıkların oluş ve duruş bilincini, emeğin ve doğanın değerini kavramayı, üreterek paylaşmayı bize kazandırdı ki, birçoğumuzun sosyalizmle tanışmamıza da vesile oldu. Bunu önemsiyorum ama uzun süredir bizim sosyalist eğitim adına ülkemizde geliştirmemiz gereken uygulamalar konusunda kısırlaştığımızı dikkate alacak olursak, bugün ?kent enstitüleri?, ?halk üniversiteleri? gibi kavramları da içeren daha çağdaş ve toplumcu bir eğitim modeline ihtiyacımız var.

2004?te Ankara?da yüzlerce eğitimci, akademisyen, öğrenci ve velinin katılımıyla gerçekleştirdiğimiz ?Sosyalist Eğitim Sempozyumu? bu ihtiyaca cevap vermeyi hedefleyen bir çalışmaydı. Bu sempozyumun kitaplaştırıldığı ortak çalışmada benim de iki bildirim var. Eğitim Sen tarafından yapılan Demokratik Eğitim Kurultayları?na katılan biri olarak, bu boşluğun hem teorik hem de pratik açıdan karşılanmadığını üzülerek söylemeliyim.

– Edebiyat alanında dili bilmek ve kullanmak olmazsa olmaz. Dilin ve edebiyatın dünü bugünü karşılaştırırsanız neler söyleyebilirsiniz?
– Kuşkusuz edebiyat, dille yapılıyor. Heideger, ?Dil, düşüncenin evidir?; Witgenstein da ?Dünyamın sınırları dilimin sınırlarıdır? diyor. Bu açıdan dünyada olduğu üzere ülkemizde bugün temel sorun, hergün birkaç dilin ölümüdür. Dolayısıyla insanlığın binlerce yılda yarattığı kültür birikimini taşıyan bu dillerin kaybı, özgünlüklerimizin de sınırlanması demektir. Uluslararası sermaye hakimiyetinin İngilizce üzerinden kurulmaya başlandığı son 50 yılda dillerin zenginliğinin yerini, patronların zenginliği almıştır. Bu tehlikeli gidişe karşı hem ekonomik ve sosyal eşitlik hem de anadili eğitimi başta olmak üzere dillerin edebiyatlarının geliştirilmesi mücadelesi önem kazanmaktadır.

Ülkemizde Türkçe, edebiyat dili olarak binlerce yılın birikimine sahip, aynı biçimde bu coğrafyada konuşulan Kürtçe, Arapça vd. dillerde? Bir Türkolog olarak Türkçe dil ve edebiyat üzerine çalışmalar yaptığım kadar, doğduğum coğrafyada konuşulan Domca üzerine ilk çalışmayı yapanlardan biriyim de. Bugün Domca?nın ne olduğunu bilen insan sayısı da pek fazla değildir kanımca. Çingene dilinin bir kolu olup Arapça, Kürtçe ve Türkçeden beslenen bir söz varlığı da bulunan bu dille ilgili çalışmamın, Sanat Eylemi dergisinde 1990?lı yıllarda yayımlandığında ilgi görmesi, Karadeniz bölgesinde öğretmenlik yaparken yürüttüğüm 500 sözcük temelli Türkçe-Lazca-Hemşince-Gürcüce-Rumca karşılaştırmalı sözlük çalışmamı gün ışığına çıkartmama vesile oldu. Bu çalışmalarda gördüm ki, dil-kültür ilişkisi bakımından Anadolu çok zengin. Örneğin Karadeniz bölgesinde mısırla ilgili 40 civarında sözcük, deyim ve metafor var. Şimdi bu diller ölürse, doğa-nesne ve yaşantılarla ilgili edinilen onca söz varlığı tarihe karışacak. Dolayısıyla bunlarla oluşan sözlü ve yazılı edebiyatta avuçlarımızın arasından akıp gidecek. Bunu önlemek için birincisi; dünyanın her bölgesinde konuşulan dil ve yazılı olan edebiyatların varlığını korumalarına, gelişmelerine yönelik ciddi çalışmalar yapılmalı. İkincisi de diller, edebiyatlar arasındaki geçirgenlik, egemenlik ilişkilerini dışında doğal akışla gerçekleşmelidir. Burada çevirmenler başta olmak üzere yazarlara büyük görevler düşmektedir.

Dil ve edebiyat alanında ülkemizde yaşanan bir başka tehlikeye işaret etmek isterim. Nobel Edebiyat ödüllü Orhan Pamuk?un ?şerefe?ye ?balkon? diyen dilinin, bilinçli bir bozma eylemi olduğunu düşünüyorum. Aynı şey Elif Şafak için de söylenir. Sanat ya da edebiyat dili yaratılırken, o dilin yıllar içinde kazandığı söylem, gramer ve yazım tekniklerini yeni ihtiyaçlara göre geliştirmek önemlidir. Yoksa post-modern anlayışla her şeyi bozup çorbalaştırmak değil.

Türk edebiyatının Orhun Yazıtları?ndan bu yana ortaya koyduğu yazılı kaynakları arasında Dede Korkut hikayeleriyle halk hikayeleri, mesneviler, seyahatnameler, tezkirelerden sonra Tanzimat?la başlayan modern edebiyat oluşturma süreci, günümüze kadar güçlü kalemler kazandırmıştır. Halit Ziya Uşaklıgil, Refik Halit Karay, Reşat Nuri Güntekin, Falih Rıfkı Atay, Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Yaşar Kemal vd. kalemlerle zenginleşen bu edebiyatı kimsenin kısırlaştırmaya, bozmaya hakkı yoktur.

Ülkemizde hem bilimsel hem de edebi açıdan hak ettiği yeri bulamayan bir Kürt edebiyatından da söz etmek gerekir. Özellikle yurt dışında uzun süre yaşamış Mehmet Uzun, Fırat Ceweri?den sonra Haydar Karataş?ın ?Gece Kelebeği? romanını çok önemsemek, inceleyip değerlendirmek durumundayız. Dersim bölgesinin kültürünü, coğrafyasını ve siyasal atmosferini anlamak bakımından olduğu kadar, Kürtçenin, özellikle Zazaki lehçesinin, edebiyata kazandırdıkları açısından da önemli bir roman. Bugün bu yapıttan kaç edebiyatçının, eleştirmenin haberi var, merak ediyorum doğrusu. Burada dikkati önemli bir noktaya daha çekmek istiyorum. Edward Said?in haklı olarak eleştirdiği Batı?nın ?oryantalizm? politikası, edebiyata da egemen olmuştur. Bugün Türkiye?de Batı?da yayımlanan yapıtları yakından takip eden, Türkçeye kazandıran bir çevre varken, burnumuzun dibindeki İran ve Arap edebiyatından habersiz yaşamaktadırlar. Bu gerçeği, 2000 başlarında Türkiye?de yayımlanan ve çevirmenliğini 1995?te Suriye?de katledilen sevgili dostum Semih Özal?ın yaptığı, Arap edebiyatının Yaşar Kemal?i olarak bilinen Abdurrahman Munif?in ?İhtiyara Suikast? romanından büyük çoğunluğun haberdar olmamasından biliyorum. Ne acı değil mi?

Günümüzde esas tehlikelerden biri de, yeni kuşağın ?msn dili?yle yazışıyor, hatta konuşuyor olmasıdır. Dolayısıyla hayatın estetize edilmesinde dilin, edebiyatın önemini yeniden algılatmakla karşı karşıyayız.

– İnsan ilişkilerinizden bahsetmek istiyorum. Size yakın olan insanları özgürleştirmek gibi ya da özgürlüğüne saygı göstermek konusunda duyarlı bir duruşunuz var. Bununla ilgili neler söyleyeceksiniz?
– Böyle bir değerlendirmeyi hak ediyorsam, bundan büyük sevinç duyarım. Şu ana kadar dil, edebiyat ve siyasete dair değinilerde bulundum. Bunların yanında folklorik çalışmalar da yapıyorum. Folklor ve Edebiyat? la, Amik dergilerinde, Hatay ve Ses gazetelerinde bu alanla ilgili yazılarım yayımlandı. 2002?de ?Uygarlıkların Beşiği Hatay? adlı bir belgesel çalışmam var. Arşivimde binlerce fotoğraf, slayt ve yüzlerce video kaydı yer alıyor. Yeri geldiğinde bunları, isteyen dostlarımla, kurumlarla paylaşıyorum ve bugüne kadar da ürettiklerim için kişi ya da kuruluşlardan telif hakkı da almadım. Bu konuda tek ölçütüm şu: Ticari amaçlı kullanılmaması ve kamu ile toplum yararının gözetilmesi.

Sanıyorum ortak çalışma kültürü kazanmış kişiler, birbirlerinin alanına doğrudan müdahale etmeden dostane bir eleştiri diliyle katkıda bulunmayı yeğliyor. Bugüne kadar çalıştığım eğitim kurumları başta olmak üzere, dernek, sendika ve siyasal örgütlerde ortak çalışmanın güzelliğini yaratmayı amaçladım. Ne ölçüde başardığımızı ise insanlar, tarih belirleyecek.

Öğretmenlik yaptığım okullarda bazen öğrenciler ya da öğretmen arkadaşlarım, ?Siz neden bilgi yarışmalarına katılmıyorsunuz?? diye sorardı. Yanıtım tek cümle olurdu: ?Bizim bilgilerimiz satılık değil!? En küçük öğreniciden en yaşlı alıcıya kadar, enerjimin ve zamanımın yettiği ölçüde hep paylaşmayı önemsedim. Verdiğim kadar, onlardan da çok şey öğrendim. Burada karşılaştığım sorun ise, ?başkaları?na verdiğim emek ve zamanın eşim ve çocuğumdan çalınıyor olması. Bunun yarattığı gerilimin bedelini de sık ödediğimi, yakın dostlarım biliyorlar. Ne yapalım, bizim türümüzdeki insanlar, bedel ödemeye gelmişiz bu dünyaya. Yeter ki ?yeni şeyler söyleyelim? ve ?güzelleştirelim dünyayı.? Bu anlamda yolumuzun ve zihnimizin hep açık olmasını istiyorum.
Kitapları:
 Hatay Bibliyografyası, Hatay Gazetesi Yayını, 1999
Hatay Halk Şairleri, Hatay’da Önder Dergisi Yayını, 2000
Karadeniz Lehçeleri Karşılaştırmalı Sözlüğü, Gelenek Yayınları, 2001
Suriye Günlüğü, Alter Yayınları, Ankara, 2007
 Hataylı İki Aşık: Kâmil Sarıateş ve Osman Telli, Phoenix Yayınevi, 2009
Amik’ten Amanos’a Alkım, Onur Ofset Yayını, 2002

Ortak Kitaplar:

Türkçenin Yurttaşı : Nâzım Hikmet, TÖMER Yayını, 2002
Aşkın ve Başkaldırının Şairi: Adnan Yücel, Yurt Yayınları, 2003
Sosyalizm ve Eğitim, Nâzım Kitaplığı, 2005
Afşar Timuçin’e Armağan, Etik Yayınları, 2010
Asi’nin İncisi Antakya, Antakya Belediyesi Kültür Yayınları, 2012
Hatay Harmanından: Ali Yüce, Emek Edebiyat Dizisi 1, 2012
Bu söyleşi Ekin sanat düşün ve edebiyat dergisinin 65. Sayısında yayınlandı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir