“Nasıl oluyor da yoksullar haksızlığa katlanıyor” – Montaigne

montaigneYAMYAMLAR ÜSTÜNE
Aklın kurallarına uyarak barbar diyebiliriz Yamyamlara, ama bize benzemiyorlar diye barbar diyemeyiz onlara; çünkü barbarlıktan yana onları her bakımdan aşmaktayız. Savaşları soylu ve yiğitçe bu insanların. Savaş denilen bu insan hastalığını biz haklı ve güzel görebiliriz de onlar niçin görmesinler?

Kaldı ki onlarda savaş
yalnız değer kıskançlığından ve yarışmasından doğuyor. Yeni
topraklar kazanmak için savaşmıyor bu Yamyamlar; çünkü doğanın
bereketi onlara her şeyi, çabasız, çilesiz öyle bol bol sağlıyor ki
topraklarını genişletmenin bir gereği kalmıyor. Henüz doğal isteklerini
doyurmakla yetindikleri mutlu bir dönemde yaşıyorlar: Bunun
ötesindeki her şey gereksiz onlar için. Herkes kendi yaşında olanlara
kardeş, kendinden genç olanlara evlat diyor ve bütün yaşlılar herkesin
babası sayılıyor. Yaşlılar bütün varlıklarını hiç bölmeden herkese
birden miras bırakıyorlar; doğanın bütün yaratıklarına verdiği her şey
böylece herkesin oluyor. Komşuları dağları aşıp kendilerine saldıracak
olurlarsa ve savaşı kazanırlarsa, zafer, onurdan başka bir şey
sağlamıyor onlara; değer ve erdem bakımından üstünlüklerini
göstermiş oluyorlar yalnız. Yenilenlerin malına mülküne ihtiyaçları
olmadığı için kalkıp yurtlarına dönüyorlar ve orada hiçbir şeyin
eksikliğini duymadan kendi varlıklarının tadını çıkarmasını,
onunla yetinmesini biliyorlar. Savaşı berikiler kazanırsa onlar da öyle
davranıyor. Tutsaklarından bütün istedikleri yenildiklerini kabul etmeleri
yalnızca; ama yüzyılda bir olsun buna yanaşan çıkmıyor
sözleri, davranışlarıyla yiğitliklerine en küçük bir toz kondurmaktansa
ölmeyi yeğ görüyor hepsi. Öldürülüp etlerinin yenilmesini daha
onurlu sayıyorlar. Tutsakları özgür bırakıyorlar ki, yaşamayı daha tatlı
bulsunlar; nasıl ölecekleri, ne işkencelere uğrayacakları, nasıl
parçalanıp yenilecekleri anlatılıyor, bunun için yapılan hazırlıklar
gösteriliyor kendilerine. Bütün bunlar ağızlarından bir tek gevşek,
onur kırıcı söz alabilmek, kaçmaya heveslendirip onları korkutmuş,
dirençlerini kırmış olma üstünlüğünü kazanmak için! Çünkü, iyi
düşünülürse, gerçek zafer budur aslında:

victoria nulla est

Quam quae confessos animo quo que subjuga hostes. (Claudianus)

Zafer zafer değildir

Yenilen düşman yenilgiyi kabul etmedikçe.

Pek yaman savaşçı olan Macarlar düşmanlarına aman dedirttiler mi
daha ilerisine gitmezlermiş. Canlarına kıymadan, baç istemeden
bırakır çok çok bir daha kendilerine karşı savaşmayacaklarına söz
verdirirlermiş.

Düşmanlarımıza karşı kazandığımız üstünlüklerin birçoğu
kendimizin olmayan eğreti üstünlüklerdir. Kol bacak sağlamlığı
yiğitliğin değil hamallığın şanındandır gürbüzlük cansız, bedensel bir
değerdir; düşmanımızı şaşırtmak, güneşin ışığıyla gözlerini
kamaştırmak bir talih işidir eskrimde üstünlük korkak ve değersiz
bir adamın da elde edebileceği bir ustalık, bir bilgidir. Her insanın ölçüsü,
değeri yüreğinde, istemindedir asıl. Yiğitlik, kolun bacağın değil,
yüreğin, ruhun sağlamlığındadır atımızın, silahlarımızın değerinde
değil, kendi değerimizdedir. Yüreği yılmadan düşen dizleri üstünde
savaşır, der Seneka. Ölüm tehlikesi karşısında kılı kıpırdamayan, can
verirken düşmanına yiğitçe yukarıdan bakan bize değil talihe alt
olmuştur yenilmiş değil öldürülmüştür.

En yiğit kişiler en mutsuz insanlardır kimi zaman… Biz yine
hikayemize dönelim: Bu tutsak yamyamlar bütün korkutmalar
karşısında aman dilemek şöyle dursun, iki üç aylık bekleme sırasında
güleryüzle dolaşıyorlar düşmanlarını, yapacaklarını bir an önce
yapmaya kışkırtıyorlar; meydan okuyor, küfür ediyorlar onlara,
korkaklıklarından, yitirdikleri savaşlardan sözediyorlar. Bir tutsağın
söylediği türkü var bende; şöyle sözler ediyor içinde: Gelin hepiniz
yiğitçe, toplanın yiyin beni; yiyecek olduğunuz kendi babalarınız,
atalarınızdır, çünkü onların etleriyle beslendi bu bedenim benim.
Bu pazılar, bu et, bu damarlar sizin, zavallı budalalar; atalarınızın
özünü görmüyor musunuz onlarda? Tadına bakın, kendi etinizin tadını
bulacaksınız onlarda…

Bu yamyamlardan üçü, bizim düşkünlüklerimizi öğrenmenin rahatlık
ve mutluluklarını ne ölçüde kaçıracağını, yenilik hevesiyle kendi
güzelim göklerini bırakıp bizimkilerin altına gelerek bizimle ilişki
kurmanın başlarına neler getireceğini, bugün bir hayli ilerlemiş
olduğunu sandığım yıkılışlarını bilmeyerek Fransa’nın Rouen şehrine
gelmişlerdi; rahmetli kral Charles da oradaydı o zaman. Kral uzun
uzun konuştu onlarla. Yaşayışımız, zenginliğimiz, güzel bir kent
örneğimiz gösterildi. Sonra bizimkilerden biri ne düşündüklerini, en
çok neyi beğendiklerini sordu. Üç şey söylediler; üçüncüsünü ne yazık
ki unutmuşum. En başta şaştıkları şey sakallı, güçlü kuvvetli, silahlı
bir sürü adamın çocuk yaşındaki bir krala bekçilik, uşaklık ettikleri,
niçin bunlardan birinin kral seçilmediği olmuş. İkincisi, kendi
dillerinde bir tek bedenin eli kolu, parçaları birbirinin yarısı olarak
anlatılan insanlardan kimilerinin neden bolluk, rahatlık içinde keyif
sürüp de birçoklarının dilenciler gibi kapılarda, açlık ve perişanlık
içinde yaşadıkları olmuş. Nasıl oluyor da demişler, bu yoksul yarımlar
böylesi bir haksızlığa katlanıyor, öteki yarımların boğazlarına
sarılmıyor, evlerini ateşe vermiyorlar! (Kitap 1, bölüm 31)

Montaigne

Previous Story

“Sanat Eserinin Teknik Olanaklarla Yeniden Üretilmesi (Çoğaltılması)” Bağlamından Walter Benjamin’in Sanat Teorisi – Yusuf Önal

Next Story

İç savaşlar savaşların en kötüsüdür, çünkü…

Latest from Denemeler

Orwellvari Bir Cehennem – Ulus Baker

Çağımız, kitleler karşısında duyulan bir korku içinde. Bu korku bir taraftan devletçi bir mutlakçılığın imgelerini, öte yandan kamu vicdanının elektronik bir denetimini de birleştirmekten

İnsan ve Dans – Sevcan Atak

İnsan kendi bilincine vardıktan sonra kendini var etme ve öz savunma mekanizması olarak toplumsallığını oluşturmuştur. Bir yandan doğadan, doğanın bağrından geldiği için onu taklit
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ