nazım2Nâzım, açlık grevinin başlangıcını ve sonrasını bize Caddebostan’da, benim evimde, daha doğrusu Anadolu yakasında Adalar?a karşı, yazlık olarak kiraladığımız küçük evde anlatmıştı. Bahçe denize kadar uzanıyordu. Ahşap bir saray yavrusu olan Tosun Bey’in malikânesi en dipte, neredeyse suyun içinde bembeyaz yükseliyordu. Kullanılmayan eski bir müştemilat olan bizim küçük evimizse, mülkü sınırlayan büyük demir parmaklığın yakınındaydı. Kapımızın önünde, devasa çamlarla çevrili geniş bir su parçası uzanıyordu; cezaevinden kısa süre önce çıkmış olan Nâzım bir şezlonga uzandı, sonra birden doğruldu: “Burada oturup bu ağaçlan izleyemem henüz, Allah kahretsin! Bunu yapmak için vakit çok erken…” Nâzım son derece zayıftı, yüzünde ve ellerinde kırmızı lekeler vardı, ikinci açlık grevinden henüz çıkmıştı, özgürlüğüne yeni kavuşmuştu.

Nâzım, dostlarını 1948 yılından bu yana uyarıp durmuştu; direnci azalıyor, sağlığı tekliyordu, bir şeyler yapmak gerekiyordu. İyi, güzel de ne yapmalıydı? Bu konuda klâsik tartışmalara girişilmişti: dünya ölçeğinde bir kampanya yararlı olur muydu ya da böyle bir girişim otoriteleri daha da sert davranmaya mı iterdi? Gerçek şu ki işin ucunda hücreye kapatılmak, mutlak yalnızlık vardı. Ziyaretleri yasaklanabilir, korkunç, kimi zaman buz gibi soğuk, kimi zaman cehennem gibi sıcak korkunç bir cezaevine nakledilebilirdi. Bursa ne de olsa başkaydı, orada iklim ılımandı. Her şey bir yana o kadar kötü de sayılmazdı. Sivas’la ya da Çorumla karşılaştırıldığında örneğin, ayrıca onu orada görmeye kim giderdi? Piraye (ilk karısı) daha şimdiden, İstanbul’dan Bursa’ya gidebilmek için borç alıyordu. Önce Mudanya’ya kadar küçük bir vapur, sonra, çocuk oyuncaklarına benzeyen bir tren. Otele para ödemek, tutukluya küçük bir armağan almak gerekirdi; mevsimiyse küçük Bursa şeftalileri örneğin, ama hangi parayla? Ya Sivas, Sivas’a kim gidecekti? Bütün bunlar gerçekti, ama bunlar kadar gerçek olan bir şey daha vardı: Nâzım neredeyse tamamen tükenmişti. Uzun süre içerde yatanlar söyler: Bunalım aşama aşamadır; yıllar geçtikçe insan aynı şeye aynı biçimde tepki vermez. Koca bir yıl, bir solukta geçip gider, sonra birden bir hafta gelir ki katlanmak, önceki on iki, yirmi dört, kırk sekiz aya katlanmaktan çok daha zor gelir insana. Bunalım kapıyı çaldığında, dizlerinizin bağı çözülür, göğsünüzün derinliğinde bir yanardağ ağzı açılır, kalbiniz küt küt atar, bir şeyler gemi azıya alır ve insan kendini sırtüstü yerde bulurdu; bir tür yer çekimsizliği paniği yakanıza yapışır ve bu sizi bedensel bir hareket yapmaya zorlardı:

Ve birden
atlıyormuş gibi boşluğa bir pencereden
fırlayıp çıktı resim çerçeveden; ayakları
yere vurdu
(Jakond ile Sl-YA-U’da Muharririn Not Defteri’nden bir bölüm, 1929)

Üstelik şu kalbiniz, göğsünüzdeki şu anjin, şu siyatik, şu kaşınmalar, şu halsizlikler, şu terlemeler ve insanın yalnızca kendi özüyle besleniyor olması… Ve sonra kadınsızlık; insan, bir keşiş gibi, bir ağaç yaprağına dokunduğunda şehvetle irkilecek hale geliyor. On iki yıl, insanı delirtecek bir süre:
öfke, şiir, iğrenme delirtir insanı; duvarda ezilen tahtakuruların pis kokusu, akşam olduğunda dışardan gelen çocuk ağlamalarının sizi içine düşürdüğü umutsuzluk…

Ankara’da hükümet seçimlere hazırlanıyordu: tek parti, süresini doldurmuştu. Bu kez ufukta tüm görkemiyle demokrasi belirmişti: “demokratlar” yarışa avantajlı başlıyordu ama Halk Partisi?nin de şansı vardı; partiyi yönetenler en azından öyle sanıyordu. Dünya güçlerinin, Sovyetler’in, herkesin gözüne sokacaktık: bizde de gerçek seçimler yapılacaktı… İyi de bu açlık grevi nereden çıkmıştı şimdi? Hiç sırası değildi, bir sürü tatsız anıyı anımsatıyordu. Her şey bir yana, neydi söz konusu olan? Bazı bahriyelilerin ve askerlerin dolabında bulunmuş kitaplar… O şiirleri içeren kitaplar kitapçılarda serbestçe satılıyordu. Olsun! Öyleyse her şair olası okurlarının medeni durumundan sorumlu olacaktı. Nâzım Hikmet’in sürdürdüğü açlık grevi Ankara’da ve İstanbul’da ilk sırada yer alan siyasal olay haline geliyordu; ülkenin geriye kalanı da yakında bu olaydan haberdar olacaktı. “Demokrat” muhalefet, durumdan kendine yarar sağlayacağını gördü; sol kesim de kendi hesabına, yasaklara karşın çalışmaya koyuldu. Hükümetin gözünde bu işin savunulacak bir yanı yoktu; Cumhur-başkanı İnönü’nün bile huzuru kaçmıştı, daha fazla zarar görmeden bu işten sıyrılmayı, Bursa’daki tutukluyu salıvermeyi çok isterdi, ne var ki bu, hukuksal bir hatanın on iki yıl boyunca sürdürüldüğünü kabullenmek anlamına gelecekti.

Her iki cephede de olaylar kendiliğinden gelişti: Türkiye’de şairin lehine yazılar yazılıyor, protestolar yapılıyor, imzalar toplanıyordu; öte yandan da Paris’teki genç Türk öğrencilerin gecikmeden başlattığı ve Tristan Tzara’nın, Aragon’un ve tüm Fransız solunun kuvvetle desteklediği bir kampanyanın etkisiyle dünya kamuoyu tepki veriyordu. Bütün bunlar çok çabuk, neredeyse ânında olup bitiyordu. Ne var ki dünya çapında yürütülen bir kampanya ağır, ölçülemeyecek kadar ağır bir mekanizmadır. Süleymaniye Camisi’ni yerinden oynatmak gibi bir şeydir… Dünya çapındaki bir kampanya kaprislidir, aylarca, hattâ yıllarca çırpınıp durursunuz, hiçbir sonuç çıkmaz, sonra kimi zaman birden marş basar, makine sarsılmaya başlar, hafifler, hızlanır ve sizi geride bırakarak geçtiği her yeri silip süpürür; çığdan beter hale gelir!
Bunca ülkenin içinde bulunduğu dağ gibi ilgisizliği sars-manın bir olanağını bulduğunuza kimi inandırabilirdiniz, hem de kimin için? Bursa’da bir cezaevinde yatan bir Türk vatandaşı için. Peki, ne yapıyormuş bu Türk vatandaşı? Kibarlıkla önüne konan yemeği yemek istemiyormuş; hepsi bu.

Ölümle karşı karşıyaydı; her şey alışıldığı gibi olup bitseydi ölebilirdi ve neredeyse hiç kimse bunun farkına varmazdı. Böyle olmakla birlikte tehlike göze alınmıştı. Ankara kaynıyordu. Türk hükümeti BM?deki temsilcilerinden Nâzım konusunda hoş olmayacak bir müdahale olasılığından söz eden telgraflar alıyordu: New York’ta, BM’de yapılacak bir müdahaleden söz ediyorum! Bursa, Makronissos -evet, Yunanistan’ın ölüm adaları bile- , Paris, New York, Moskova, düşünün biraz… Cumhurbaşkanı İnönü’nün boğazından lokma geçmiyordu, çünkü Bursa’daki “sevgili usta” kendisi için özenle hazırlanmış yemeği elinin tersiyle itiyordu. Böylece günler geçiyordu ve Nâzım revire kaldırılmıştı. Dışarı nasıl haber sızıyordu? İçeri nasıl haber sızıyordu? Her yerden haber sızıyordu. Polis, gedikleri tıkamak için elinden geleni yapıyordu. Ne var ki bu, çay kaşığı ile su baskınını boşaltmaya çalışmak gibi bir şeydi!

İstanbul’daki küçük dergiler Nâzım Hikmet’in şiirleriyle dolu çıkıyordu; Ankara’da da kapı kapı dolaşıp imza toplayacak çok kişi vardı. Ben, bir yılı aşkın bir süredir yatakta yatmasına karşılık Orhan Veli ile ekip oluşturmuş, karşıma gelen ilk kapıyı çalmıştım. Ankara gibi küçük ve güvenilmez bir kentte herkes bize kucak açmıştı! Kendisinden imza istendiği için sevinçten ağlayan insanlar vardı. Hem de önümüze çıkan ilk evdeki herhangi bir insan… Çok iyi tahmin edebileceğiniz gibi, hükümet de oturduğu yerde kalmamıştı. Göstermelik olarak yapmayı düşündükleri şey şuydu: “tarafsız” olarak ünlenmiş gazeteciler ve hukuk adamları aracılığıyla Nâzım Hikmet’i açlık grevinden vazgeçmeye razı etmek. İçişleri Bakanlığı yeni bir açlık grevi karşısında çok zor durumda kalacağını biliyordu. Dolayısıyla, şu Allahın belâsı grevi öncelikle durdurmak gerekiyordu. Nâzım’ın, biraz uçuk, uzun saçlı, önceden yitirilmiş tüm siyasal davalara -büyük bir gayretle ve ücretsiz- bakan üstat İrfan Emin adında bir avukatı vardı. Üstat İrfan Emin, Nâzım Hikmet’i hiç ödün vermeden kurtarmak için çılgın gibi çabalayıp duruyordu; bu arada, kısa süre sonra, dost gözüken bir hukukçu ortaya çıktı ve gizlice Bursa’ya gidip Nâzım?ı açlık grevinden vazgeçirmeye çalıştı. İstanbul’daki Üsküdar Cezaevi’nde yapılacak tıbbi muayeneden sonra hemen salıverilecekti… Savcı ile cezaevi müdürünün de doğruladıkları bu öneri basit bir formaliteden başka bir şey değildi: hükümet hatasını kabul etmeye hazırdı ama Nâzım’ın açlık eylemini durdurarak ilk adımı atması daha uygun olurdu.

Bizler, hükümetin bu işin peşini bırakma durumuna geldiğini, dünyanın her yerinden gelen telgrafların devlet bürolarındaki masaların üzerinde yığın oluşturduğunu, hükümette tutukluyu hiçbir koşula bağlı olmaksızın salıverme konusunun konuşulduğunu biliyorduk. Bu durumda, Ankara’dan gelen avukat, görüntüyü kurtarmak, zaman kazanmak ve ardından gelecek kışkırtmayı başlatmak için son bir girişimde bulunmaktan başka bir şey yapmamıştı.

İstanbul’daki protestolar giderek şiddetleniyordu; genç öğrenciler, Nâzım Hikmet başlıklı tek sayfalık bir broşür çıkarıyorlardı. Nâzım’ın gözleri çok az gören, yapılı, güzel annesi sokağa çıkmış, elinde oğlunun serbest bırakılmasını isteyen bir pankartla Galata Köprüsü’nde yürüyordu; insanlar yüzlerce dilekçe yazıyordu: işçiler, emekçiler, her eğilimden entelektüeller ve dünyanın dört bir yanından gelen telgraflar…

Dolayısıyla, Ankara’dan gizlice gönderilen görevli Bursa’ya kritik bir zamanda gelmişti. Kimse hazırlanan tuzağı Nâzım’a bildirmeye vakit bulamamıştı, gafil avlanmıştık. Dost gözüken hukukçu, işin pürüzsüz çözüleceğini vaat ediyordu; cezaevi müdürü bunu doğrulayabilirdi, her şey hazırdı, cipler hazırlanmıştı, hemen o gece İstanbul?a, salıverme formalitelerinin yapılacağı Üsküdar Cezaevi’ne hareket edilecekti.

İstanbul! On üç yıl sonra İstanbul?u yeniden görmek… Kışkırtmaların en kötüsü. İstanbul bir kent değildir, bilir misiniz? Tuhaf bir doğa öğesidir, hava değildir, su değildir, aynı zamanda bunların hepsidir. Evet demek yeterliydi, sonra hop! İşte İstanbul, işte zafer, doktora görünme bahanesi kimseyi kandıramazdı; dolayısıyla koşulsuz salıverilmiş olacaktı. İstanbul?a yapılan nakil bunu hemen kanıtlayacaktı, yoksa bu gece yolculuğu nasıl açıklanabilirdi? Bunun doğrudan özgürlüğe kavuşmak olmadığı ortadaydı, o sırada yürürlükte olan hiçbir yasa buna izin vermiyordu. Buna karşılık, kurulan komisyon bu işin gerçekleştirilmesi için bir fırsat veriyordu. Peki, neden hemen Bursa?da salıverilmiyor, diyeceksiniz. Çünkü Bursa?da buna yetkili doktorlar yoktu. Zaten, kendisine verilen söz tutulmayacak olursa, açlık grevine yeniden başlayabilirdi. Gerekçeler ve tuzaklar işte bunlardı.

Gece, büyük bir gizlilik içinde hareket edildi; birçok araba, birçok cip İstanbul?a doğru büyük bir hızla yol adı. Nâzım kendi kendine bir an, bunun bir tuzak olup olmadığını, onu bir köşede öldürüp öldürmeyeceklerini sordu. Bu sorunun yanıtı sonuçta ?hayır?dı, çünkü birden tuz kokusu aldı, denizin, karanlığın içinde kımıldayan uçsuz bucaksız doğa öğesinin uğultusunu duydu. 1928 yılında şu şiiri yazan Nâzım?dı:

Bu sularda batan bir ışık gibi
Sularda sönmek istiyorum!
Denize dönmek istiyorum!

Denize dönmek istiyorum!
(Hasret adlı şiirinden bir bölüm, 1927)

Evet, gelmişti ve sönmek için gelmemişti; büyük mezarlığın ardında yer alan, Sarayburnu?na bakan Toptaşı Cezaevine gelmişti; her yer karanlıklar içindeydi, sonunda İstanbul’daydı, o kenti kokusundan tanıyordu.
Gerisini özetleyelim: Otoriteler işi uzattı ve oluşturulan tıp komisyonu Nâzım’ın, geriye kalan on küsur yıllık tutukluluk dönemini cezaevinde geçirebileceğine karar verdi. Dolayısıyla Nâzım zor da olsa açlık grevine yeniden başladı; bu kez Üsküdar’da, bu arada dünyaca yürütülen kampanya şiddetini iki katma çıkardı.

Bunun üzerine, beklenmedik bir şey oldu; ikinci açlık grevi oldukça ilerlemiş, iktidarın güç yitirmesine katkıda bulunmuştu ki seçimler yapıldı. Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana ülkeyi yöneten tek parti devrilmişti. Bu, halkın tamamının sınırsız bir sevince boğulmasına neden oldu (ardından ne geleceğini henüz kimse bilmiyordu). Bu öyle bir sevinçti ki, kimse artık bir şey düşünmüyordu; seçimler demek ki her şeyin anahtarıydı, bir kutunun içine bir kâğıt parçası atıyordunuz, hükümetler düşüyor, her şey yoluna giriyordu! Nâzım’ın grevi mi? Ha, evet, Nâzım’ın grevi, ama o seçimlerden önceydi… insanlar sevinçten ağlamak istiyordu, işte o kadar.
Nâzım’a gelince, kendi hesabına açlığa ve ölüme gömülüyordu. Onu Avrupa yakasındaki Cerrahpaşa Hastanesi’nde özel bir bölüme nakletmişlerdi. Âşık olduğu, tirşe rengi gözlü, güzel yeğeni Münevver onu her gün ziyarete geliyordu; dostları onunla yeniden temas kurmuştu; Fransız gazeteleri yatağının ucuna kadar geliyordu; Yunanistan’daki, Ispanya’daki, daha birçok yerdeki cezaevlerinden mesajlar gelmişti. Ne var ki Türkiye?de olay bitmişti. Neden? Çünkü ortada bir hükümet yoktu, yenisi de kurulmamıştı; kurulması için bir ay gerekiyordu. Nâzım bu arada ölecekti. Gerici takımın istediği de tam olarak buydu.

Ankara’da kapı kapı dolaşmalar ve sonu gelmez tartışmalar beni tüketmişti. Bu yüzden yeniden yatağa düşmüştüm, açlık grevinin on altıncı gününe giriyorduk. Nâzım’ın kız kardeşi bana şöyle demişti: “Boşu boşuna ölecek; birisinin oraya gitmesi gerek.” İyi de kim? Yeniden tartışıldı: üç şair, kız kardeşi ve Güzin. Bu konuda benim bir şansımın olduğuna karar verildi. Bunun üzerine, tarif edilmez bir baş dönmesi içinde, öğleden sonra kalkan uçağa bindim; İstanbul?a vardığımda, bir taksiye atlayıp Nâzım’ın avukatına gittim: yine ve yine kanıtlar, ne var ki fazla umut yok. Nâzım geri dönülemeyecek kadar ileri gitmişti, artık hiçbir şey anlamıyordu, ayrıca kazanacağı zafer bir kez elinden alınmıştı ve aynı hatayı yeniden yapmak istemiyordu. “Ölmek mi? Böylesi çok daha iyi…”

Ertesi gün İrfan Emin (Nâzım’ın avukatı) taksiyle hastaneye kadar bana eşlik etti. Ah! Ne kadar da geveze şu İrfan Emin! Konuşuyor, durmadan konuşuyor, Nâzım’dan ezbere şiirler okuyordu; sevgili avukat kendini edebiyata kaptırmıştı…

Kısa kesiyorum. Başhekim, benim Nâzım’ın bulunduğu odaya girmemi çok istiyordu. “Onun ölümünün tek sorumlusu ben olacağım, anlıyorsunuz değil mi, buysa hoşuma gitmiyor, çoluğum çocuğum var benim, meslek bilinci olan bir insanım ben, ayrıca (gözleri incelikle parlıyordu) onu, Nâzım Hikmet’i çok seviyorum ben, siyaset bir yana, onu çok seviyorum…”

Beyaz önlüklü bir asistanla birlikte gri renkli pavyonların arasından geçiyoruz. Küçük modern bir yapı, Nâzım orada. Birinci kattaki koridorda iki jandarma var. Köylü usulü çömelmiş, silahlarını bacaklarının arasına almışlar. Asistan yumuşak bir ses tonuyla bana, “Haydi gidin”, dedi ve beni yalnız bıraktı. Kapıyı vurup içeri girdim. Gözlerim kamaştı. Küçücük odanın içinde kocaman bir pencere vardı, pencerede de gökyüzü ve deniz, ışıl ışıl bir aydınlık ve Nâzım. Onu görmeyeli on yıl oluyordu. Nâzım beyaz bir yatağın üstünde boylu boyunca yatıyordu. Yüzü süzülmüştü. Hınzır ve kaygısız bir çocuğun mavi gözlerini taşımasa, yüzü bir ölünün yüzü, bedeni bir ölünün bedeni denebilirdi. Onu oraya, denize bakan o odaya özellikle koymuşlardı.

Nâzım’a sorunun yeni verilerini açıkladım; Ankara’daki ve ülkedeki havayı anlattım. Ne var ki anlattıklarımdan çok, kâğıt parçalarının üzerine çiziktirdiği şiirlerini bana okumak onu çok daha fazla ilgilendiriyordu sanki. Nâzım, bir saat boyunca ateşli biçimde konuştu: bir tür doruk noktasıydı bu; terliyordu, tükenmişti. Pencerenin önünde, dışarda, terasta iki jandarma gidip geliyordu; kendilerine zaman zaman dostça el eden bir hastanın başında neden beklemek gerektiğini çok iyi anlayamayan iki köylü çocuğu…

Kimi zaman, camın ardında güzel bir hemşirenin ya da bir asistanın gizlenmiş bir dostluğu ifade eden yüzü beliriyordu… Nâzım, şu öneriyi çok büyük zorlamalar sonucu kabul etti: kurulacak olan hükümetin sorumluluklarını açıklayan çok açık seçik bir metin hazırlanacak, bu metni ön planda adı geçen en az otuz kişi imzalayacaktı. Onun önüne de açlık grevini geçici olarak bırakmasını isteyen bir kâğıt gelecek olursa, o konuda uzun uzun düşündükten sonra karar verecekti.

On yedinci gündeydik: gerçekten çok uzun bir süre geçmişti. İrfan Eminle birlikte hastaneden koşa koşa çıktık. Otuz imza; geçen her dakikanın önemli olduğu bir durumda, o imzaları arayın da bulun bakalım! İmzaları toplamak -hiç unutmayacağım- yirmi dört saat sürdü. Yani açlık grevinin on sekizinci gününe gelmiştik. İrfan Emin, saçları karmakarışık, şiir dizeleri okuyarak, hazırlanan metni ve imzalan Nâzım’a götürmek için bir taksiye atladı. Ben onu bürosunda, yığınlar oluşturan eski dosyaların arasında bekledim. İki saat sonra döndü, Nâzım biraz daha düşünecekti. Ertesi gün, tamamdı; Nâzım kendisine yapılan çağrıyı kabul ediyordu.

Bir ay sonra, Millet Meclisi, Nâzım’ı özgür bırakacak yeni bir yasa çıkarmayı reddediyor, buna karşılık onun durumunu, öteki binlerce tutuklunun durumuyla birlikte ele alan bir yasa yapmayı kabul ediyordu. Dolayısıyla, Nâzım cezaevinden öteki tutuklularla birlikte kortej halinde ve zafer kazanmış olarak çıkıyordu…

Özgür kalışından üç hafta sonra, doktor denize girmesine izin verdiğinde bizim eve geldi. Çok çekingen bir hali vardı: on üç yıl sonra yeniden denize girmek! Yüzmeyi becerebilecek miydi? Cılız ve akça pakça bir damadı andırıyordu; ürkek bir yeni damat.

Biz girdikten sonra, Nâzım da suya atladı. Başım sudan çıkardığında yüzünü görmeniz gerekirdi: o zamana kadar hiç görmediğim, en mutlu, bütünüyle kendinden geçmiş bir yüzdü bu. Kısa bir süre güçlü kulaçlar attı. Birden kıyıya yaklaştı ve panik içinde sudan çıktı:

– Dayanılmaz bir şey bu, gerçekten müthiş güzel. Köpoğlusu, müthiş…

Abidin Dino
Les Temps Modernes, Ağustos/Eylül, 1963.

(Kaynak: Nazım Üstüne, Abidin Dino, Sel Yayıncılık, Şubat 2006,136 sayfa)

Previous Story

Azınlık Yanından Utanan Edebiyatımız ? Haydar Karataş

Next Story

Edebiyatta Franz Kafka – Ayşe Kaygusuz

Latest from Abidin Dino

Hakkâri’de Bir Mevsim – Ferit Edgü

“Ferit Edgü ilk basımı 1977 yılında yapılan Hakkâri’de Bir Mevsim’de, bir hata sonucu dünyadan koparılmışların dünyasına gelen birinin, dilini, kültürünü bilmediği bu insanlarla iletişime

Can Yoldaşım “Nazım Üstüne”, Abidin Dino

“Bazı insanların (bu insanlar belki de birbirlerine belirli biçimde bağlıdır) yeryüzünde dolaşmaları sırasında bıraktıkları topolojik çizgiler şaşırtıcıdır; dolaşmaları, kesişen yol çizgileri, zaman-mekân içinde bezemeler
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ