Nazım Hikmet’in Stalin şiiri – Abidin Dino

nazım_hikmet1953 yılında Sofya’da Türkçe olarak yayımlanan Nazım Hikmet’in binlerce basılmış tüm eserlerinde “5 Mart 1953” adı altında Stalin’i öven bir şiir yayımlanmış. Yıllar geçmiş. 1983’te Nedim Gürsel bu şiiri Moskova Edebiyat Arşivi’nde bulmuş! Zaten birkaç bin basılıp okunmuş kitapta var olan bir şiiri arşivlerde keşfetmek pek marifet olmadığına göre doğal olarak bu buluştan söz etmemiş …

Gel zaman git zaman 1983’ten beş yıl sonra, (yani hayli netameli geçen bu ocak ayında), söz konusu şiiri “gün ışığına” çıkarmayı uygun bulmuş?

Bilimsellikse bilimsellik, her halde bu konuda getireceği bunca önemli bir yorum vardı ki dayanamamış, ilerde yayımlanacak bir kitap için sakladığını söylediği şiiri, şiirleri, derginize getirip vermiş. Bu konuda yorumu nedir Nedim Gürsel’in? Aragon’un bir düşüncesini devreye sokarak Stalin döneminde kimi aydınların “kişilik bölünmesine” kapıldıklarını ileri sürüyor. Öyle ya, Nazım bir yandan Stalin’i öven bir şiir yayımlarken, öte yandan – hepimizin bildiği – Stalin’i kıyasıya yeren şiiri de yazabiliyordu daha sonra. Bilimsellik aşkına gem vurulmaz! Hem de Gürsel: “19 yaşının ülküsüne yaşamının sonuna dek bağlı kalmıştır” dedikten sonra o hızla şu beklenmedik yargıya varıyor: ” … bununla birlikte Nazım Hikmet’in siyasal savaşımının şiirini derinden etkilediğini sanmıyorum.” diyor … Buyurun bakalım! Hani çağımızda siyasal savaşımı ile şiirini bunca derinden bütünleştirmiş, yoğurmuş bir şair bulmak hayli zor. Geçelim. Beni ilgilendiren sorun Nedim Gürsel’in Nazım’a, (bu arada Vera Tulyakova’nın tanıklığına aldırış etmeden), kişilik bölünmesini ve Stalinciliği yakıştırması. Peki ama “5 Mart 1953” günü Nazım o şiiri yazdı mı yazmadı mı? … Televizyonlar, gazeteler, o günün insan dalgalanmalarını yansıtmış. Moskova’da bir ana baba günü yaşandığını göstermişti bütün dünyaya. Sovyet insanları Stalin’in acımasız terörünü unutmamışlardı elbet, fakat aynı zamanda İkinci Dünya Savaşı’nı zaferle bitirmenin, Hitler’i yenmiş olmanın gururunu da duyuyor, haklı ya da haksız olarak Stalin’i bu zaferin simgesi sayıyorlardı. Çelişki mi ararsın toplumların psikolojik yapısında! Önemli siyasal kişilerin simgesel yükü siyasaldan çok psikanalitik bir nitelik taşır çok kez. İnsanlar o cenazelerde canhıraş matem marşları çınlatan orkestraların, nutukların yardımı ile kendilerinden geçerler, gözleri kararıp birbirlerini çiğnerler, ağlaşıp dururlar ama insanlar “merhumdan” daha çok kendilerine ağlarlar, düş kırıklıklarına, umutlara, yaşanıp gitmiş bunca sevince, acılara, cefalara… Hem Nazım bakımından söylüyorum, misafir bulunduğunuz evde, kentte, ülkede kopan ağıtlara katılmamak kolay mı? O gün telefonlara sarılıp Nazım’dan hemen bir şiir rica eden gazete ve dergi müdürlerinin sayısını tahmin etmek hiç de zor değil. Cemal Süreya haklı, hatta Türkçe yazılıp yazılmadığı pek belli olmayan bu şiir hemen o gün dikte edilmiş olmalı bir mütercim-sekretere, (Nazım bu şiiri şiirden saysaydı, bizlere de gönderirdi her zaman yaptığı gibi) … Burada ilginç olan nokta Nazım’ın Stalin yaşarken ona tek bir şiir adamamış olmasıdır. Nazım’ın kusursuz olduğunu söyleyen yok, (hele şairin kendisi kabahatlerini şiirlerinde söylemiş, yazmıştır), fakat devlet büyüklerine yarandığını söylemek, ya da ima etmek mümkün değil.

Konuya açıklık kazandırmak için işi daha geriden almakta fayda var. Yıllarca hapiste kalmış şair, kaçışında sonra ülke ülke dolaşıp, coşkulu bir hayranlık ortamında Gençlik Kongresi’nden, Barış Kongresi’ne, şiir gecelerinden seminerlere koşuyordu hasta yüreğini zorlayarak. Moskova’ya varışı 1951 yılının ortası. Stalin’in ölümü 1953 yılının ilk yarısı. Arada iki yıldan az bir süre var. Bu zaman aşaması içinde Nazım’ın Sovyetler Birliği’nde olan bitenleri tam olarak kavraması için yeterli miydi? Nazım, Stalin döneminin dramlarını peyder pey öğrenecek ve bu konularda, Meyerhold için olduğu gibi, kınamalarını ulu orta dile getirecekti. Ne var ki zorbalıklara haksızlıklara cinayetlere karşı tepkisini duyurabilmek için belirli bir sosyal ve politik ortamın oluşması gerekiyordu.

Hem Nazım Sovyetler Birliği’nde yaşayan insanların çoğu gibi facianın başdöndürücü boyutlarını ancak 1956’dan, yani XX’nci Kongre’den sonra öğrenecekti. Bilen bilir, iğrenç iftiralar yüzünden Sibirya’yı boylamış nice namuslu Türkü kurtarabildi Nazım, hayata kavuşturdu. Tutucu güçler buyurukçuluklarını, çıkarlarını kolay kolay terk etmezler. Kaç kez konuştuk tartıştık Nazım’la, bürokratik hastalığın “kişilik kutlaması” ile yeterince açıklanmayan’ niteliğini. Ama Nazım sosyalizme ters düşen bu ağır sapmalara ergeç çare bulunacağına inanıyor. Ülkelerimiz bakımından karşılıklı güvene, barışseverliğe, dostluğa dayanan· Mustafa Kemal-Lenin geleneğinin ergeç tekrar canlanacağına umut bağlıyordu.

Nazım sosyalizme özgürlüğün, dürüstlüğün, eleştirinin, eşitliğin, kişiliğin, özverinin, gerçek demokrasinin şart olduğuna inanıyor, savunuyordu. Bürokratların, daha doğrusu bürokrasinin, sekterlerin yüzüne karşı söylüyor ve yazıyordu bunları. (Perinçek’in Ivan İvanoviç piyesi için yazdıkları doğru.)

Bugün Gorbaçov akımının, kuşağının erekleri Nazım’ın dünkü · düşüncelerine hayli benziyor. “Şeffaflık mı” dediniz? Nazım kadar şeffaf adam zor bulunur. Ne aklından ne de yüreğinden geçeni saklamıştır bir ömür boyu. Stalinciliğin tepeden inmeci zorba kurallarını ne gençliğinde ne de yaşlılık yıllarında uygulamıştı.

Ama konumuza dönelim: “5 Mart 1953” şiirini 1988’de gerekli yorumu getirmeden tekrar yayımlatan Nedim Gürsel, bence en azından şaşırtıcı bir umursamazlık ya da kendini gösterme hevesi içinde (ama kime?).

Bulduğu aşk şiirlerine gelince şimdilik öğrenebildiğim kadarı ile bunlar Radi Fiş’in bir İstanbul seyahatinde kendisine Edebiyat Arşivi’nde saklanmak üzere emanet edilmiş şiirler. Bu şiirler Nazım’ın Münevver’e yazdığı mektuplardan kopya edilmiştir. Yayınlanmak için verilmemiştir Radi Fiş’e. Nedim Gürsel, Oğuz Akkan’ın arşivlerde bunları görmediğine hükmediyor, bence o sıralarda Radi Fiş’in şiirleri henüz arşivlere vermemiş olmasıyla açıklanabilir. Cem Yayınları’nın tüm eserlerindeki bu eksiklik, ya da hu şiirlerin Münevver Andaç’a ait olduklarını, ondan izin almadan yayımlamanın yersiz olacağını düşünmüştür dost Oğuz Akkan.
Nedim’se bunu aklından bile geçirmemiş? Oysa Münevver Paris’te, Nedim de öyle. Ne yapsın, bilim bilimdir, gözünü kapar, vazifesini yapar.

Abidin Dino
ikibine Dogru, 1998

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir