Necip Fazıl KısakürekBU YAĞMUR
Bu yağmur… bu yağmur… bu kıldan ince
Öpüşten yumuşak yağan bu yağmur.

Bu yağmur… bu yağmur… bir gün dinince
Aynalar yüzümü tanımaz olur.

Bu yağmur kanımı boğan bir iplik,
Karnımda acısız yatan bir bıçak.

Bu yağmur, yerde taş ve bende kemik
Dayandıkça çisil çisil yağacak

Bu yağmur… bu yağmur… cinnetten üstün;
Karanlık kovulmaz düşüncelerden.

Cinlerin beynimde yaptığı düğün
Sulardan, seslerden ve gecelerden.

«Bu Yağmur», geleneksel şiir beğenisinin birçok öğesini yeni bir anlatım ve yeni birtakım olanaklarla içinde taşımaktadır. Örneğin, eski şiirimizin sık sık başvurulan gözde «sanat» oyunlarından «tekrir»; bir uyum bulma, uyum kurma adına ustaca kullanılmıştır; yakınma baş köşededir ve yakınılanın kimliği açık değildir. Divan geleneğinde görüldüğü gibi ne açıkça yanaşır Tanrı’ya, ne de sereserpe karşısındadır onun. İstediği anda yadsıyabileceği ya da tam tersine işine geldiğinde daha büyük bir hızla kabullenebileceği bir bilinmez’den yakınır. Bu bilinmez, kaderdir, Tanrı’dır, olumsuz bir aşktır, kötü toplumsal şartlardır, o gün yağan vakitsiz ve kötü bir yağmurdur (Yağmur, yakınmaya bir vesiledir bu şiirde). Ama nerden bakarsanız, kişiliksiz, kimliksiz bir öd ağacı. Aynca, duyarlığı ve ses düzeniyle Fikret’in «Yağmur» şiirine ufak bir atıf yapar: «Küçük, muttarid, muhteriz darbeler / Kafeslerde, camlarda, pür ihtizâz;» Yine de o ölçülü şiir düzeni içinde kendini, kendi uyuşmazlığım ele veren ilk dizeyi ikinci dörtlüğe bulunmaz güzellikte bir imge olarak koyar:
Karnımda acısız yatan bir bıçak
Şaşkınlığının ve kararsızlığının ikinci ele vericisi, üçüncü dörtlükteki ilkinden daha az soylu, hattâ yavan ve beylik bir başka dizedir:
Karanlık kovulmaz düşüncelerden
Şiir, gününe göre yeni ve trajik, süregelen şiire pek yatkın ve oldukça güzel bir dizeyle biter-, yalnız, hangi şiire koysanız varolacak kadar anonim güzellikte bir dizeyle:
Sulardan, seslerden ve gecelerden
«Bu Yağmur», taşıdığı hangi özellikle olursa olsun insanda kalan bir şiir…
Yukarda söylediklerimin çoğunu «Bu Yağmuru, dolayısıyla Necip Fazıl’ı kötülemek için söylemedim; tam tersi, Necip Fazıl bütün sorunlarını (şiirsel sorunlarını) çözmüş bir şairdir. Şiirleri teknik bakımdan, kendi duyarlığına uyma açısından çoğu zaman kusursuzdur. Duygu bakımından geleneğe bağlı ve zaman zaman onu çoğaltan, şiir bölgelerini seçmekte büyük ve hesaplı, şiir mantığı şaşmaz bir şairdir o. Ne var ki ne yapması değil ne, yapmaması gerektiğini sezer ancak; çıkışları zaten toplumda kökleri ve nedenleri hazırlanmış çıkışlardır, bu yüzden yadırganmaz. Yani yeni ve önerici olmaktan çok saptayıcı bir şairdir.
Necip Fazıl ve edebiyatçı olsun olmasın o dönemin birtakım insanları, devletin beklediklerini karşılayamamışlardır; yerleşik ve köklü olmayan bir kültürle ve «hükümet hesabına» okumak üzere Paris’e gönderilmişlerdir, birçoğu da öğrenimini tamamlamadan yurda dönmüştür. Bu dönüş hem onlarda hem toplumda büyük bir kompleksin ortaya çıkmasına yol açar. Gidişte kişiliksiz bir Türk, dönüşte yine kişiliksiz ve batılıdırlar; Batıyla ilintinin yarattığı yetersizlik duygusu, Türkiye’ye dönünce «üstün-insan» olmaya dönüşür. Bu dönüşme en zararsız şekilde başta züppelik, megalomani ve mitomani görünümünde belirir. Sınıflamasız, sentezsiz bir kültürleri vardır, kavgacı ve demagogdurlar, fikir ve taraf değiştirmeyi Batı kültürünün gereğiymiş gibi kullanırlar. Nasırın nasıl kesileceğinden, mayonezin nasıl yapılacağından, Nietzsche’ye ve Elâzığ kelimesinin etimolojisine kadar bilmedikleri şey yoktur ama hepsi de sınıflamasız, biçimlenmelerine katılmamış bir bilgi kataloğu halinde kalır. Toplumca bunların «kaleminin kuvvetli» olduğu sanılır; aslında düzyazı beğenileri, Süleyman Nazif’ten arta kalmıştır, derleme toplama bilgilerini kullanmaları toplumda çok kültürlü oldukları izlenimini uyandırmış ve böylece üstün- insanlıklarınm pekişmesine ortam hazırlamıştır («Kendi kendini yetiştirenlerden Peyami Safa’yı hatırlayalım).
Necip Fazıl’ı şair olarak kurtaran, hâlâ önemseten, yorumsuzlaştıran, şiirdeki hedefsizliğidir. O, böylece, yanlış bir hesapla, gelecek dönmelere yatırım yapar, yaptığını sanır, bu yüzden aslında mistisizm’le (Mistisizm’i yalnızca esrarlı bir «maveradan söyleniş» kabul etmiyorsak) tasavvufla pek ilgisi yoktur; kapalılık, kendini kapama, onun şiirinin yöntemidir. Üstelik bünyevidir (şiirin şairine karşın iyi olmasının nedeni), kararsızlığı iki büyük karşıtlık arasında gelip gider çünkü, en uç kösnüden en büyük sofuluğa kadar:

Dün akşam bir ateş duyup içimde
Kadın kadın diye içimi oydum

Açılırdı kör olan gözlerime’ sürseler
İsa’nın eli diye bir kadın bacağını

Sonra da: «Çöle İnen Nur» ve sonradan değiştirdiği dizeler… Necip Fazıl’ın mistisizm’i ne çağma uyar ne de tasavvufta olduğu gibi bir «Fenafillâh» katma ulaşır; hattâ, divan geleneğinin dışına düşer ve bir isyan, bir inkâr olur yalnızca:

Hep ben ayna ve hayâl hep ben pervane ve mum
Ölü ve Münkir Nekir; başdönmesi, uçurum

Düşünülenin tersine amacı mistisizmle de sınırlanamaz; büyük şiirin peşindedir o. Şiirde yaptıkları, köklerini çocukluğundan gelme seslerden alan, bir oluşmanın ve toplumun —okuyucularının— gerilimlerini çok ustaca sezen, üstelik bir gözlemci olarak değil kendi yaşantısında sezen, bir «anten» kişinin yaptıklarıdır. Onun yaşadığı ve yazdığı dönemde, birçok başka şair de aynı duygululuğu, aynı romantizmi, üstelik onu hızla eskiten bir yoğunlulukla geliştirirler: Ahmet Muhip Dranas, Cahit Sıtkı Tarancı, Fazıl Hüsnü Dağlarca. Necip Fazıl’ın bunlardan ayrılan yanı, açıklanmaz bir şekilde kendi çıkışına aykırı olmasıdır, birleşen yanı ise şiirlerinden hangi doğrultuda çıkarlanabileceğinin farkında olmasıdır.
Kuşkusuz her şairin, her yazann, yazdıklarına kendi çocukluğu, kendi eğri-doğru oluşumu katılır sonunda. Örneğin Necip Fazıl, «Mekteb-i Fünûn-ı Bahriye»den mezun olmuş, ardından felsefe okumak istemiştir. Nedir çocukluğunun onu mistisizm’e çeken gizleri, olayları? Hiç önemli değil bana kalırsa. Çocukluk, bir ömür boyu taşınır, kullanılır, düzeltilir, değiştirilir. Ne var ki, insanın bir yaştan sonra seçme dönemi başlar Çocukluğu ve anılan artık bir malzemedir insanın seçtiğine. Doğrudan doğruya bir konu, bir etkilenme alanı değildir, çıkış noktası değildir.
Necip Fazıl ve daha başka şairlerimiz, şair yapılarıyla, kendileri için olumsuz bir döneme çattılar. Ulusal kurtuluş, siyasal ve askeri yönden hemen hemen başarılmış, geçmişle köprüler atılmakta, ortalıkta yeni birtakım değerler, ama öyle birtakım değerler ki tutunulması imkânsız, çünkü henüz bizden değil, bizim olmamış; bütün sorun, kişisel bir seçme yapabilmekte. (O kuşaktan bir bölüğü seçmelerini daha sonra yaptılar.) Seçme yapma güçlüğü söz konusu olunca, hiç kimsenin suçlu tutulamadığı bir ortam olunca, hiçbir şeyi seçmemeyi seçtiler çoğu. Necip Fazıl da öyle. Hiçbir konum seçmedi. Bir dil tadı seçti şair sezgisiyle, bir de bir ucundan geleneğe bağlanabilen bir seçmesizlik. Yakınmaları o yüzden havada, geçersiz ve kimliksiz; sözleri o yüzden güzel, yerine oturmuş. Çünkü aynı zamanda bir
büyük kalabalığın, bir zümre’nin kuşkusunu ve- kararsızlığını da getiriyor birlikte. Şiirden vazgeçmesi de, tutarsızlığı ve dönenmesi de ancak buna bağlanabilir: baştan sağlam seçmemek, sonunda kolayı seçmek.
Necip Fazıl’ın şiirinin tartışılmaz bilinen güzelliği, dokunulmazlığı, onun, siyasal davranışının sevimsizliğine karşın hâlâ şair bellenmesi, birden anlaşılır: birtakım kararsızlıklara ve beşeri davranışlara (özellikle cinsellik gibi) cevap verir görünmesi, kadın-erkek ilişkileriyle sadece cinsel plânda ve lise çağındaki bir delikanlının evrensel toyluğuyla uğraşması ve en sonunda yine de yorumlanabilir sanılması. Gerçekten güç yorumlanır şiiri, ama bu şiirin sahici güçlüğünden değil durmadan kaçar olmasından ileri gelir.
Belki aslında, yapılabilecek iki şey söz konusu Necip Fazıl ele alındığında: ya olduğu gibi sevilir, benimsenir (benim kanımca, ne Türkçeye bir genişlik, ne de Türk duygululuğuna bir yeni açılım getirmiştir) ya da olduğu gibi ve toptan yadsınır, yok sayılır.
Yok sayılması mümkün değil elbet, sözün gelişiydi bu. O, tam anlamıyla yalnızlığın, büyük ve duyulmuş, tadılmış bir yalnızlığın, kendinin seçmediği, onaylamadığı şartların farkına varmadan içine üflediği bir yalnızlığın adamıdır, hattâ ölüsüdür:
Dikilir karşına, mumu söndürsem
Ölüler içinde en yalnız ölü

Turgut Uyar

 

Previous Story

Savaşan mı, yoksa savaşmayı reddeden mi? Kimdir daha cesur olan?

Next Story

“Yapmamayı tercih ederim.”

Latest from Biyografiler

Van Gogh’un kitap tutkusu

Geçtiğimiz haftalarda Paris’in izlenimci koleksiyonuyla ünlü Musée d’Orsay, Antonin Artaud’un Van Gogh: Toplumun İntihar Ettirdiği kitabından yola çıkarak yazar ile ressamı, Artaud ile Van
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ