Neruda’nın Postacısı – Antonio Skarmeta “bu kitabı yazmak on dört yılımı aldı”

nerudanın postacısıÖNSÖZ
O zamanlar beşinci sınıf bir gazetenin kültür sayfasında redaktör olarak çalışıyordum. Bulunduğum bölüm, yazı işleri müdürünün sanat anlayışına göre yönlendiriliyordu; sanat çevresindeki dostluklarıyla böbürlenen bu adam, uçuk kaçık kumpanyaların yıldızlarıyla söyleşiler yapmak, dedektif eskilerinin yazdığı kitaplara eleştiriler kaleme almak, gezici sirkler hakkında haberler yapmak ya da mahalledeki çocuklardan herhangi birinin de besteleyebileceği haftanın liste başı şarkısına abartılı övgüler yağdırmak zorunda bırakıyordu beni.

Yazar olma hayallerim, yazı işlerinin rutubetli ofisinde her gece can çekişiyordu. Yeni bir romana başlamak için gece geç saatlere kadar ofiste kalıyor, ama yeteneğim ve tembelliğim karşısında hayal kırıklığına uğramış bir halde romanı yarı yolda bırakıyordum. Benim yaşımdaki öteki yazarlar yurtiçinde hatırı sayılır başarılar elde ediyorlar, hatta yurtdışında bile Casa de las Américas, Biblioteca Breve Seix-Barral, Sudamericana ve Primera Plana gibi ödüller kazanıyorlardı. Kıskançlık, günün birinde bir yapıtı bitirmeye beni özendirecek bir kamçı olmak yerine, üzerimde soğuk bir duş etkisi yaratıyordu.

Olası okurların fark edecekleri gibi büyük bir hevesle başlayıp derin bir bunalım içinde sona eren bu hikâyenin kronolojik olarak başladığı o günlerde, yazı işleri müdürü, o geçici bohem yaşantımın içinde benzimin tehlikeli bir biçimde solduğunu gözlemlemiş, bana deniz kıyısında bir yazı hazırlama görevi vermeyi kararlaştırmıştı; bu iş bir hafta boyunca güneşin, tuzlu rüzgârın, deniz ürünlerinin ve taze balıkların tadına varmama, o arada da geleceğim için önemli temaslarda bulunmama olanak sağlayacaktı. Söz konusu görev, şair Pablo Neruda’nın sahildeki huzurunu kaçırarak, onunla yapacağım söyleşiler aracılığıyla, bizim bulvar gazetesinin sefih okurları için, müdürün dediği gibi “şairin erotik coğrafyası” türünden bir şey hazırlamayı becermekti. Yani uzun lafın kısası ve Şilicesi, elinden geçirdiği kadınlar hakkında şairin olabildiğince ayrıntılı konuşmasını sağlamaktı.

Isla Negra’daki pansiyonda konaklama, prenslere layık bir yolluk, Hertz’ten kiralanmış bir araba ve müdürün bana ödünç olarak vereceği portatif Olivetti’si, bu yakışıksız işi halletmeye beni ikna etmek için kullandığı şeytani gerekçeler olmuştu. İçimdeki o gençlik idealizmiyle, tüm bu gerekçelere ben bir de 28’inci sayfada bırakılmış bir taslağı da yeni bir gerekçe olarak eklemiştim: Öğleden sonraları Neruda hakkında bir yazı hazırlayacak, geceleri de, denizin mırıltısına kulak vererek, sonunda bitirene kadar romanımı yazmayı sürdürecektim. Dahası, sonunda bir saplantıya dönüşecek, üstelik romanımın kahramanı Mario Jiménez’e karşı büyük bir yakınlık duymama neden olacak bir şey daha vardı aklımda: Pablo Neruda’yı romanıma bir önsöz yazmaya razı etmeyi başarmaktı niyetim. Elimde bu değerli ganimetle Nascimento Yayınevi’nin kapısını çalacak, feci şekilde gecikmiş olan kitabımın hemencecik basılmasını sağlayacaktım.

Bu önsözü sonsuza kadar uzatmamak ve ufuktaki okurlarımın içlerinde yanlış beklentiler uyandırmamak için şimdiden bazı noktalara açıklık getirerek sözümü bitireyim: Birincisi, okurun elinde tuttuğu roman, Isla Negra’da yazmak istediğim roman olmadığı gibi, o dönemde başlamayı düşündüğüm başka bir roman da değildir, Neruda’ya karşı bir gazeteci olarak giriştiğim başarısız saldırının bir yan ürünüdür. İkincisi, Şilili pek çok yazarın başarı kadehinden yudum yudum içmeyi sürdürmelerine rağmen (editörün birinin bana dediği gibi, onlar pek çok başka şeyin yanı sıra, işte bu türden cümleler sayesinde başarılı olurlarken) ben eserleri kesinlikle basılmamış bir yazar olarak kaldım –hâlâ da kalmaya devam ediyorum. Başkaları birinci şahıs olarak kaleme alınmış lirik anlatılarda, roman içindeki romanlarda, üstdil kullanmakta, zaman ve mekânların çarpıtılmasında ustalaşmışlarken, ben gazetecilikte hiç elden bırakılmayan abartılı mecazları, Kreol geleneklerini anlatan yazarlardan alınma bildik yerleri, Borges’te yanlış anlamalara neden olan cafcaflı sıfatları kullanmayı sürdürmüş, özellikle de bir edebiyat hocasının dudak bükerek “Tanrı yazar” olarak tanımladığı şeye bağlı kalmışımdır.

Üçüncü ve sonuncusu da, okurun, daha bir sonraki sayfadan itibaren kendisini rahatsız edecek olan ve belki de adsız yazarlığımın bir başka bölümünden çıkarmış olduğum bu roman yerine elinde tutmayı kesinlikle tercih edeceği o nefis Neruda röportajı, benim densizlik yoksunu olmam yüzünden değil, ozanın ilkeleri nedeniyle gerçekleştirilemedi. Benim amacımdaki rezilliğe hiç layık olmayan bir nezaketle, halihazırda eşi olan Matilde Urrutia’nın hayatının büyük aşkı olduğunu, o “soluk geçmiş”i deşmeye ne heves ne de ilgi duyduğunu söyledi bana, sonra da henüz var olmayan bir kitap için önsöz yazmasını isteyecek kadar küstah olmam karşısında gösterdiği haklı bir alaycılıkla, “canı gönülden yazarım, tabii kitabı bitirdiğiniz zaman” diyerek beni kapının önüne koyuverdi.

Ben de bunu yapma umuduyla Isla Negra’da uzun zaman kaldım ve her gece, her akşam ve her sabah bembeyaz sayfaların karşısında içimi kaplayan tembelliğe destek olmak için şairin evinin etrafında dönüp dolaşmaya ve o arada evin çevresinde dolaşanların da etrafında dolanmaya karar verdim.

Benim gibi bir tembeller şahının ne kadar ince olursa olsun bu kitabı nasıl olup da bitirdiğini merak edecek pek çok sabırsız okur çıkacağını biliyorum. Akla yatkın bir açıklama olarak, bu kitabı yazmanın on dört yılımı aldığını söyleyeyim. Bütün bu süre zarfında örneğin Vargas Llosa’nın Julia Teyze’yi, Conversación en la Catedral’i, Pantaléon y las visitadoras’ı ve La guerra del fin del mundo’yu yayımlattığı düşünülecek olursa, benin için hiç de gurur duymadığım gerçek bir rekor olduğu söylenebilir.

Ama duygusal bir özelliği olan tamamlayıcı bir açıklama daha var. Santiago’daki mahkemelere yaptığı ziyaretlerde kaç kez birlikte öğle yemeği yediğim Beatriz González, “ne kadar uzun sürerse sürsün ve ne kadarını kafadan atarsam atayım”, onun hatırı için benden Mario’nun hikâyesini anlatmamı istedi. Ben de onun öne sürdüğü bu mazeretlere sığınarak, her iki kusuru da işledim.

KİTAPTAN BİR BÖLÜM

Kalbinin bu kadar şiddetle çarptığını ömrü boyunca hiç hissetmemişti. Kanı öyle güçlü pompalanıyordu ki, elini göğsüne götürerek kalbini yatıştırmaya çalıştı. Derken kız masanın kenarındaki beyaz topa vurarak, onu onlarca yıl kullanılmaktan rengi atmış eski santra çizgisine doğru gönderecek gibi bir hareket yaptı, Mario da kendi oyuncularının ustalığıyla onu etkilemek üzere tam sopalarla manevra yapmaya hazırlanırken, kız topu eline alarak, o gösterişsiz avluda sanki gümüşi bir yağmur yağıyormuş duygusu verecek kadar ışıldayan dişlerinin arasına yerleştirdi. Hemen ardından da, insanın aklını çelen göğüslerine iki beden küçük gelen bluzunun sımsıkı sardığı gövdesini ileri doğru çıkararak, Mario’yu topu ağzından almaya davet etti. Küçük düşmekle ipnotize olmak arasında kararsız kalan postacı, duraksayarak sağ elini kaldırdı, parmakları tam topa dokunacağı sırada kız geri çekildi ve dudaklarındaki alaycı tebessümüyle, asla somutlaşmayacak bir aşkı elinde bardak ve şampanya olmaksızın gülünç bir biçimde kutluyormuşçasına kolu havada kaldı. Sonra kız kalçalarını kıvırarak bara doğru ilerledi, bacakları Ramblers’ın sunduğundan çok daha kıvrak bir müziğin ritmine uyarak dans eder gibiydi. Suratının kıpkırmızı ve terden sırılsıklam olduğunu tahmin etmek için Mario’nun aynaya bakmaya ihtiyacı yoktu. Öteki kız boş kalan tarafta yerini aldı ve topu sert bir sesle kenara çarptırarak onu içinde bulunduğu trans halinden çıkarmak istedi. Keyfi kaçmış olan postacı, bakışlarını toptan çevirip yeni rakibinin gözlerinin içine baktı ve Pasifik Okyanusu’nun karşısındayken kendisini kıyaslamalar ve metaforlar yapmaya hiç yatkın olmayan biri olarak tanımlamış olduğu halde, bu solgun benizli taşralı kızın önerdiği oyunun a) insanın kız kardeşiyle dans etmesinden daha sıkıcı, b) futbolsuz bir pazar gününden daha tatsız ve c) bir salyangoz yarışı kadar eğlenceli olduğunu düşündü, öfke içinde.
Kıza veda anlamında şöyle bir göz kırpmaya bile yeltenmeden, hayran olduğu öteki kızın peşinden bara doğru ilerledi, bir sandalyenin üstüne sinema koltuğuna oturur gibi bıraktı kendini ve dakikalar boyunca kendinden geçmiş bir halde izledi onu; o arada kız, kaba saba kadehlerin üzerine nefesini veriyor, sonra da üstüne meşe yaprakları işlenmiş bir bezle onları pırıl pırıl yapana kadar ovalıyordu.

TANITIM BÜLTENİ
Yirmi beş dile çevrilen Neruda’nın Postacısı’nda olaylar, 1969 yılında Şili kıyılarındaki küçük Isla Negra kasabasında geçer. Köyün postacısı genç Mario’nun mektup götürdüğü tek bir kişi vardır: Kasabada sürgünde olan Şilili ünlü şair Pablo Neruda. Mario hayran olduğu şairle konuşmak, ona kitabını imzalatmak için çareler arar, sonunda aralarında bir dostluk başlar. Basit insanların yaşadığı küçük kasabada, Nobel Edebiyat Ödülü kazanmayı bekleyen Neruda, devlet başkanlığına aday gösterilir, ancak Salvador Allende seçilince şair Paris’e büyükelçi olarak atanır. Mario ise ilk aşkını yaşadığı Beatriz’e kavuşmak için çırpınmaktadır. Neruda Paris’teyken genç Mario’dan alışılmadık bir yardım ister.

Bir kısmı gerçek olan renkli karakterleriyle, General Pinochet darbesi öncesindeki Şili’yle unutulmaz bir filme de dönüşen bu küçük roman, şiirsel dili yanında hem eğlenceli hem tutkulu anlatımıyla Skármeta’yı çağdaş Latin Amerika edebiyatının önde gelen temsilcileri arasına sokmuştur.

KİTABIN KÜNYESİ
Neruda’nın Postacısı
Yazar: Antonio Skarmeta
Çevirmen: İnci Kut
Yayıncı: Kırmızı Kedi
06 / 2016
152 Sayfa

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir