Niçin bu kadar uzun ve bu kadar sıkı çalışıyoruz?

Niçin bu kadar uzun ve bu kadar sıkı çalışıyoruz? Buradaki gizem çalışmamızın gerekmesi ya da onun amaçları için bu kadar çok zaman ve enerji sarf etmemizin beklenmesi değil; bilakis bu duruma daha aktif direnişin olmaması. Bugün, çalışmayla ilgili sorunlar -Amerika Birleşik Devletleri’ne odaklanacağım- onun hem niteliği hem de niceliğiyle ilgilidir ve herhangi bir grubun sorunlarıyla sınırlandırılmamıştır. Bu sorunlar ekonominin birçok sektöründeki düşük ücretleri, işsizliği, eksik istihdamı, pek çok işçinin mustarip olduğu güvencesiz istihdamı ve sıklıkla istihdamın en ayrıcalıklı biçimlerini bile karakterize eden aşırı çalışmayı -her şeye rağmen, en iyi iş bile hayatın bu kadar çoğunu tekeline alıyorsa bir sorundur- kapsıyor. Kuşkusuz, bu koşullara katlansaydık, ortada bir
mesele olmazdı. Kafa karıştıran, yaşamak için çalışmak gerekir şeklindeki mevcut gerçekliğin kabulünden ziyade çalışmak için yaşamak gönüllülüğüdür. Aynı şekilde, niçin çalışmaya bu kadar saygı gösterildiğini anlamak kolay; fakat ona neden baş­ka meşgale ve faaliyetlerden daha fazla değer biçildiği pek açık değildir.

Bu soruların politik kuram alanı içinde nadiren gündeme getirilmesi de şaşırtıcıdır. Çeşitli popüler kültür formlarında çalışma rutininin gündelik eziyetinin temsiline ilgisizlik belki anlaşılabilir bir şeydir1; kültür eleştirmenleri arasındaki, Marx’ın fetişleştirilmelerinin kaynağı olarak tanımladığı emek harcama faaliyetinin gözden düşüşü (Marx, 1 976: 164- 165) yerine metaların canlılık ve anlamlılığına odaklanma yönündeki eğilimde olduğu gibi. Çalışmanın ya niteliksel boyutlarını ya da hiyerarşik ilişkilerini göstermemeye eğilimli bir soyutlama
seviyesini tercih etmesi. onun ana akım ekonomi alanındaki görece ihmalini de açıklayabilir. Fakat politik kuram içindeki, çalışmanın yaşanmış deneyimine ve politik dokusuna olan ilgi eksikliği başka bir mesele gibi görünüyor.2 Aslında politika kuramcıları vatandaşlar ve vatandaş olmayanlar, hukuki özneler ve hak sahipleri, tüketiciler ve seyirciler, dindarlar ve aile üyeleri olarak hayatımızla, çalışanlar olarak gündelik hayatı­mızla olduğundan daha çok ilgilenme eğiliminde.3 Hal böyleyken, basit bir örnek alırsak, ortalama bir vatandaşın çalış­maya vermesi beklenen zamanın tek başına miktarı -özellikle iş için eğitim, araştırma ve hazırlanmaya harcanan zamanı da kattığımızda, ondan kurtulmanın lafı bile olmaz- deneyimin daha fazla düşünülmeyi hak ettiğini göstermektedir. Yalnızca hayatlarının merkezinde olanlar için değil, aynı zamanda, insanların ücret için çalışmasının beklendiği bir toplumda, çalışmadan uzaklaştırılmış ya da kapsam dışında tutulmuş ve onunla ilişkisinde marjinalleştirilmiş insanlar için de çalışma hayatidir. Belki daha da önemlisi, istihdam yeri ve çalışma mekanları politik bilimin ekmek kapısıyla son derece alakalı gibi görünür: karar alma yeri olarak güç ve otorite ilişkileri tarafından yapılandırılmışlardır; hiyerarşik organizasyonlar olarak rıza ve itaat meseleleri yaratırlar; dışlama alanları olarak üyelik ve yükümlülükle ilgili soruları gündeme getirirler. Gayri şahsi güçler bizi çalışmaya zorlayabilse de, bir kez işyerine girdiğimizde, kaçınılmaz olarak kendimizi yöneten ve yönetilenlerin dolaysız ve kişisel ilişkileri ağına düşmüş buluruz. Aslında çalışma mekanı çoğumuzun günlük olarak karşılaşacağı en dolaysız, belirsizlikten en uzak ve en somut güç ilişkilerini sıklıkla deneyimlediğimiz yerdir. Bu yüzden sadece ekonomik olmaktansa, tamamen politik bir fenomen olarak çalışmanın özellikle zengin bir araştırma konusu olduğu görülür.

Politik kuram içinde çalışmanın ihmal edilişine dair sözü­nü etmeye değer en az iki neden vardır. İlki benim çalışmanın özelleşmesi diyeceğim şeydir. Yukarıdaki epigrafların ima ettiği gibi, hem çalışma hem de ailenin güç ilişkilerini sistematik olarak kavramakta zorluk çekiyor gibiyiz; istihdam bağını sıklıkla -evlilik bağı gibi- toplumsal bir kurum olarak değil de, benzersiz bir ilişki olarak yaşıyor ve hayal ediyoruz. Elbette bu, evlilik bağı yanında istihdam bağının kişiye özel oluşunu emniyete alan özel mülkiyet kurumu tarafından kısmen açıklanabilir.

Bununla birlikte çalışmanın bu özelleştirilme modunun kolaylıkla sürdürülemeyeceği de belirtilmelidir; çalışma, liberalizmin özel-kamusal ekonomisindeki az çok tartışmalı pozisyonunu uzun zaman meşgul etmişti. Bu yüzden, John Locke çalışmanın kişiye özel karakterini hem doğal mülkiyet hakkı hem de onun ev ekonomisine entegrasyonu yoluyla kabul ettirebilse bile, mülkiyet hakkını savunmada devletin rolü (Locke’un zamanından bu yana artan bir şekilde mülkiyet lehine düzenlendiği ve planlandığı için) özel bir ilişki olarak çalışmanın statüsünü tehdit eder; onu, Locke’un şemasının mantığına göre, uygun politik gücün alanına maruz bırakır. 4 Özel-kamusal ayrımı içinde çalışma mekanı, sanayileşmenin ortaya çıkışıyla birlikte daha da sorunlu bir hal alır; çalışma evden ayrılır ve ücretli işle özdeş hale gelirken çok kolaylıkla -örnek gösterilen o özel alana kıyasla- görece kamusal gibi görünebilir. Fakat benim çalışmanın özelleştirilmesi dediğim şeyi emniyete alan ilave mekanizmalar vardır. Birincisi onun
şeyleşmesidir: Halihazırda insanın “hayatını kazanmak” için çalışmak zorunda olması olgusu toplumsal bir anlaşmadan ziyade doğal düzenin bir kısmı olarak alınır. Dolayısıyla C.Wright Mills’in (yukarıdaki epigrafta) dediği gibi, bir gereklilik olarak çalışma, bir sistem olarak çalışma, bir hayat tarzı olarak çalışmadan çok, şu ya da bu işin sorunlarına ya da onların yokluğuna odaklanma eğilimindeyizdir. John Stuart Mill’in diğer epigrafta dediği gibi, “önceleri derebeylerinin gücünden değil, yalnızca tiranlarından şikayet eden” (1988, 84) seriler gibi, böyle bir gücü onlara veren sistemden çok, şu ya da bu patronla olan sorunlara daha çok dikkat sarf ederiz. Çalışmanın etkili özelleştirilmesi aynı zamanda, emek piyasasının çalışmayı günümüzdeki istihdam ilişkilerini karakterize eden son derece çeşitli görev ve çizelgelerle, hiçbir zaman bugünkünden çok olmamak üzere, şahsileştirme tarzının bir
fonksiyonudur. İşyeri, tıpkı evi gibi, genellikle özel bir alan; toplumsal bir yapıdan çok, bir dizi bireysel anlaşmanın ürünü; politik gücün uygulandığı bir alandan çok, bireysel tercihler ve insani ihtiyaçların alanı olarak düşünülür. Ayrıca, bireyin şekillenmesine bu bağlanışı yüzünden, çalışmanın tamamen farklı bir şey (çalışanların eleştirisi) olarak karşılanma yan eleştirisine girişmek zordur. Mülkiyet haklarına tabi kılınmasının, şeyleştirilmesinin ve şahsileştirilmesinin sonucu olarak çalışmayı toplumsal -hatta muhtemelen çok zayıf özel statüsü olan- bir sistem olarak düşünmek tuhaf bir şekilde, pek çok insan için aile ve evliliği yapısal terimlerle düşünmek kadar zor bir hal almaktadır.

Çalışmanın marjinalleşmesinin politik kuramın politiği düzenleyişi içindeki ikinci nedeni Amerika Birleşik Devletleri’ndeki çalışma temelli aktivizmin gerilemesine atfedilebilir. Bir işçi partisinin yokluğunda ve iki büyük parti bünyesindeki ve arasındaki kararsız, bazen de çatışan sınıf kümelenmeleriyle birlikte, seçim politikaları nadiren çalışma merkezli aktivizm için uygun bir araç olarak hizmet etmiştir. Sendika temelli politikaların gücü de, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana sendika üyeliğindeki keskin düşüşle azaltılmıştır. Bugün birçok aktivist, parti çizgisinde oy kullanma ve kurumsallaştırılmış kolektif pazarlığın yanı sıra, kolektif gücü göstermek için en iyi seçeneğimizin satın alma gücümüzde yattığını kabul eder gibidir. Bu yüzden, toplu karar almayı etkileme yolu olarak etik satın alma ve tüketici boykotu politik ekonomik tahayyülün ön sırasına yükselir. Kuşkusuz bu tüketici politikası modellerine şekil veren mantık, şirketlerin, daima değerli tüketim malları için düşük fıyatların düşük ücretler, taşerona verme, sendikaları iflas ettirme ve hükümetin iş yaratma programları için uygun bir alışveriş olduğu durumu yaratmalarını mümkün kılan mantıkla aynıdır. Sendikalaşma ve tüketici örgütlenmesi, bir çalışma politikası düşlemenin sadece önemi aşikar iki aracını değil de genellikle yegane yollarını temsil etmeye devam ettiği sürece, çalışma karşıtı aktivizm düzenlemek ve çalışma sonrası alternatifler yaratmak için çok az olasılığımız kalmaktadır.

Çalışmanın politikadan arındırılmasına dair bütün bu örneklerde ifade edilen şey, tam da politik çalışma kuramına
katkıda bulunan bu projede karşı çıkmayı ve enine boyuna düşünmeyi istediğim şeydir. Bu girişin sonundaki kısa bölüm özetleri, kitabın özel odak noktalarının ve savların ana hatlarının taslağını çizecek. Fakat önce projenin ana kuramsal silsilesini ve hakim kavramsal çerçevesini sunmak istiyorum; bunu gelecek analizleri önceden göstermek için değil de, bahsi geçen kuramsal çerçevenin ilham kaynağını göstermek ve bu çerçevenin önvarsaydığı türden iddia ve varsayımları açıklamak için yapacağım. Kuramsal kaynak açısından, Max Weber, Jean Baudrillard ve Fredrich Nietzsche analizin belli noktalarında kritik bir rol oynasa da, proje bu girişin de göstereceği gibi, seçici davranmasına rağmen, ağırlıklı olarak feminist ve Marksist kuram alanlarından yararlanıyor. Bununla birlikte,
belirtmeliyim ki bu uğraş için engel teşkil eden yalnızca politik kuramın çalışma politikalarını göz ardı etmesi değil; gö­receğimiz gibi, hem feminizm hem de Marksizmin üretimci [productivist] eğilimleri de -bazen açık bazen üstü kapalı çalış­ma yanlısı kabul ve bağlılıkları- sorun oluşturuyor.

Çalışma Sorunu
Feminizm, Marksizm, Çalışma Karşıtı Politika ve Çalışma Sonrası Tahayyüller
Kathi Weeks
İngilizce’den Çeviren: Tamer Tosun
Ayrıntı Yayınları’

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir