Teknik ilerledikçe buna bağlı ürünler sosyal hayatı öyle-böyle etkilemeye başlar. İnsan, hayatı kolaylaştırmak ve zenginleştirmek için tekniği kullanırken yine aynı ediminden dolayı yaşam alanlarını bir-bir daraltmaktadır. Bin-bir türlü kıtlık çeşidi vardır; bunlardan biri de, zaman kıtlığıdır. Teknik ilerleme ile zaman kıtlığı at-başı yarışır. ?tersine bir gelişme beklenir- iken öyle değil…Zamanı ölçmeye çalışan insan, onu kovalamaya ve giderek onun bir dişlisi haline gelmeye başlar. Böylece zaman denen mefhum insana yetmez olur. Daha sonra kurulu saatlerle hayata gözlerini her gün yeniden açan insan, yine saatini kurarak uykuya dalmaya başlar. Zamana kıtlık-kıran girmiştir bir kez…Doğa-ana cömerttir; karnı deşilmese bile tohumunu sarp kayalarda verir; öyle ise kıtlık denilen bu mefhumu da insan denilen canlı türü icad etmiş sayılmalıdır. Dikkatle bakıldığına rahatlıkla görülebileceği gibi tüm kıtlıkları insanlar yaratmıştır. ?yokluk ve kıtlık arasındaki ince fark dikkatlerden kaçmamalıdır-

Numaratörler ile zaman kıtlığı aşılabilir mi? Ya da, hak kayıplarının önüne geçilebilir mi?

Bayramlar, artık ürün elde etmeye başlandıktan sonra insanların neşe, eğlence ve törenleri ola-gelmiştir. Gerçek kıtlıklar da o zamanlardan sonra başlamıştır. İnsanların bayram sevinçleri uzun sürmemiş, ürün arttıkça kıtlıklar da çoğalmaya başlamıştır. Doğada olmayan kıtlık, toplumların insanlaşma ile birlikte yarattıkları bir olgudur. Zıtların birlikteliği denilen şey burada da kendini göstermektedir. Kıtlıkları yaratan toplumlar bu kıtlıkların etkisi ile önceleri kaotik bir didişme ile sorunlarını çözmeye çalışmışlardır. Kuvvetli/güçlü olanın diğerinin önüne geçtiği, hak denilen olgunun göz-göre-göre açıkça yenildiği kaotik ortamın bezirganları yine aynı toplumlar tarafından peydahlanmışlardır.

Richard Dawkins diyor ki; ?Mutasyon rastgele olabilir, ama seçilim kesinlikle değildir?. (*) Doğal seçmecilik olarak belirlenen olgunun yerini toplumsal seçmecilik almıştı. Öyle zamanlar geçti ki üzerinden, yıllar yılları devirdi ve üç-maymunu oynayan insan türü ?duymazlıktan?, ?bilmezlikten?, ?görmezlikten? gelmeye başladı. Ana/atalar boş durmuyorlardı, onlar da dediler ki; ?bana dokunmayan yılan bin yaşasın? Kaotik ortamların bezirganlarına duyarsız kalan toplumsal bireylere yöneltilen bu eleştiri anlaşılsa da umursanmadı. Ancak, dokunmadığı sanılan yılan/bezirgan duymayana, bilmeyene ve görmeyene de dokunmayı sürdürdükçe ana/atalar bu kere ?el ile gelen düğün bayram? dediler. Bu söz iki başlıydı ve hem edilgen olmayı hem de etken olmayı ifade edebiliyordu. Devşirile, devşirile dönüşe dönüşe insanlar gün geçtikçe söz-yerinde ola çağdaşlaşmaya/uygarlaşmaya, diğer tanım ile medenileşmeye başladılar. Kıtlıkları yaratan insanlar, o kıtlıkların ortasında bezirganlar ile uğraşacak gücü her nasılsa kendilerinde yeterince bulamadıklarından ?öyle ya da böyle nedenlerden dolayı- hak kayıplarını önlemek amacı ile kuyruklar oluşturdular. ?ne de olsa kuyruk kemiği on-binlerce, milyonlarca yıl kullanılmayınca körelmişti- Kuyruk-sokumlarını kıstıra kıstıra dizildiler. Neydi o günler; tüp kuyruğundan, şeker kuyruğuna ve fırınlar önündeki ekmek kuyruklarına kadar çay, kömür, un, pirinç vs. kuyrukları oluşmaya başladı. Piknik tüpler ?ki şimdiki zamanın insanları bu da neyin nesi, piknik tüp de nedir diyecek olabilir. Piknik tüp denilen tüp tüp-gazların küçük boylarına verilen addır- kafalara düşer, kömür kamyonlar üzerinde parsellenir ve ekmeğe ulaşılsa da sıkışmaktan dolayı tümü hamura dönüşürdü- Öyle ya da böyle kuyrukları oluşturan insanlar en-azından ?hak? kayıplarını önleyebildiklerini düşünerek rahatladılar. Gel gör ki kuyruklar da o kadar sağlam değillerdi; her an bozulabilir ve kaotik ortamlar yaşanabilirdi; insan, oldum olası diken üstünde yaşamaya alışkındı. İnsan içine her hangi bir yer/zamanda yerleşmiş olan ?ego? denilen canavar, her an ortaya çıkmak için zemin kolluyordu. Austrolopitecus-Africanus?ların geçmişlerini nasıl değerlendirdikleri, yargıladıkları pek bilinmez ve fakat onlar adına sonraki kuşakların onların gözü ile kendilerine esefle baktıkları söylenebilir.

?Ben?cil olan insan, her yer ve zamanda ?önce ben? demekten geri kalmadığı gibi, bu eylemini ise, bir marifet, yetenek, üstünlük olarak görme eğilimini taşıdı. Hak ihlalini gerçekleştirebilmek gurur kaynaklarından biri olmuştu insanın. Teknolojik gelişme insanın da değişmelere uğramasını birlikte getirmiştir. Bir zamanlar manyetolu telefonlar ile ayda yılda bir ve üç beş kelimeyi zar zor konuşabilirken, gel zaman git zaman, bir zaman sonra cep-lerde dokunmatikten kaydırmatiğine kadar cihazlarla donanmış buldu kendini. Zil sesleri titreşimlere ve oradan da baz istasyonlarına çarpıp durdu. İnsan kendini kutsamıştır. Nede olsa ayakları yere basmaktadır onun. Teknoloji böyle böyle gelişirken ?hak? olanı korumak adına bir icada gereksinim vardır. İnsan bunu da icad etmekte gecikmedi: Numaratör…Kaotik didişmeleri ortadan kaldıracak, insana yakışmayan kuyrukları bertaraf edecek ve hak kaybını önleyecek bir sistem…Kulağa hoş geliyor ve ?hey/ lüküs hayat, lüküs hayat/ bak keyfine yan gel de yat/ ne güzel şey /oh ne rahat? şarkısını söylemek geliyor.

Numaratörler dijital sayaçlardır. Rakamlar peş-sıra akar ve sırası gelen yönlendirildiği bölümde işlerini görür/gördürür. Rakamların sıralı akışı insanda bir güven duygusu yaratır. Bu güven inanç düzeyine yükseldiğinde ise, hiç kimse yek-diğerine bakmaz ve elindeki rakamlar ile numaratördeki rakamın uyuşmasına kadar sırasını bekler. Ne didişme, ne gürültü ne de kaotik değildir yaşanılan ortam. Tam tersine numaratörün klik sesinden başka ses çıtlamaz adeta…Ancak işlem yapılan bölümlerin farklı olması numaraların da farklı olmasına neden olmaktadır. Bu durum ilk izlenimde göze fazla batmaz ve umursanmaz bile…İnancın bilgiyi köreltmesi gibi insan körelmeye başlar. Bekleyişler uzadıkça sinir katsayısında artmalar olur. İnanca şüphe düşmeye başlar. Rakamların dansına daha bir dikkatle baktığında rakamların sıralı yükselmediklerini, zaman zaman inişler ve çıkışlar yaptığını fark eder. Önce bu durumu normal olarak karşılamak ister; inancının sarsılmasından dolayı üzüntü duymak istemez insan. Beklemelerin süresi bir daha uzadıkça bu kere çevresine bakınmaya başlar. Daha önce çevresine bakınmadığı için kimin daha önce gelip numara aldığını bilemez. O ana kadar kaybettiğini yok sayar. Daha sonra gelenlere kuyruğa numaratörler aracılığı ile girenlere bakmaya başlar. Ne görsün, saatlerce beklediği halde kısa bir süre önce gelen kişinin numaratörde işlem için çağrıldığını görür. İlkin inanmamayı yeğler. Bir-iki derken numaratörlerin doğru çalışmadıklarını fark eder. Bir iki mırıldanma olsa da genel olarak itiraz edilmediğinden numaratörler göz-göre-göre hakları yemeyi sürdürür. Yetkili birini bulup sormak ister. Aldığı yanıt ise daha vahimdir ? şirket önceliği, kart önceliği vs önceliği var? denilir.

Numaralandırılmamış hayat nedir ki?

Numaralandırılmış hayat
Oh ne rahat
Hiç düşünme
-gerek de yok-
sen keyfine bak
kim-i/ne yazar
gak-guk olmuşsa hak…

Nejdet Evren
Eylül 2011, Batı

(*) Richard Dawkins, Olasılıksızlık Dağına Tırmanmak, Kuzey Yayınları, Temmuz 2011, S:102, Fahri Yılmaz, B.Duygu Özpolat, Mutlu Demirkan çevirisi

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Previous Story

Vişne Bahçesi – Anton Pavloviç Çehov

Next Story

Görüntülerin Yazgısı – Jacques Ranciëre

Latest from Makaleler

Van Gogh’un kitap tutkusu

Geçtiğimiz haftalarda Paris’in izlenimci koleksiyonuyla ünlü Musée d’Orsay, Antonin Artaud’un Van Gogh: Toplumun İntihar Ettirdiği kitabından yola çıkarak yazar ile ressamı, Artaud ile Van

George Orwell’a ilham veren kitap: Biz

George Orwell‘ın 1984’ünü neden sevdiyseniz, Yevgeni Zamyatin‘in Biz‘ini sevmeniz için en az 1984 kadar nedeniniz var. Üstelik Biz, 1984’ten çok daha önce, 1920 yılında
Go toTop