Nurullah Ataç’ın eleştiri anlayışı ve uygulayışı üzerine, Asım Bezirci

Nurullah Ataç, tüm varlığını edebiyata adamış bir yazar. Büyük bir dil ustası, çevirmen. 80’i aşkın dergiye dağılmış, 4 bini aşkın yazıya imza atmış üretken bir denemeci. Bedri Rahmi, Ataç’la ilgili bir çalışma yapılmamasına içerleyerek şöyle demişti: “Hepimiz onu seviyor, sayıyor, arıyoruz. Fakat niçin içimizden birisi kolları sıvayıp onun gazete ve mecmualara parça parça dağılmış eserini toplamak, seçmek ve incelemek hevesine düşmüyor?” O günden bugüne Ataç üzerine pek çok araştırma yapıldı, yazılar yayınlandı. Bütün bu yazılanlar içinde Bezirci’nin Ataç incelemesi özel bir yer tutuyor. Bezirci, Ataç’ın eleştiri anlayışını ve uygulayışını tüm yönleriyle ele alıyor. “Ataç’ı gözü kapalı yüceltmek yerine, yargılayarak değerlendirme” yolunu seçiyor. Ataç’ın eleştiri kuram ve yöntemi bu eserin başlıca araştırma ve inceleme konusunu oluşturmakla birlikte, yaşamı, kişiliği ve yayınlanmış yazılarının dökümü de kitapta yer alıyor. Kitabın devamında Ataç üzerine yazılanların kaynakçası, sonunda ise Ataç’ın eleştirmen ve eleştiri üstüne yazdığı ancak kitaplarına girmeyen, Bezirci tarafından derlenen yazılar yer alıyor.

Nurullah Ataç’ın Yaşam Öyküsü
21 Ağustos 1898 tarihinde İstanbul Beylerbeyi’nde doğdu. İlkokuldan sonra dört yıl kadar Galatasaray Sultanisi’ne, sonra da bir süre Edebiyat Fakültesi’ne (1922) gittiyse de Fransızca öğrenmesi ve yetişmesi okullarda değil, kendi kendine ve özeldir. 1921? de Nişantaşı Lisesi’nde Fransızca okutarak başladığı öğretmenlik hayatı, 1925/26 arası Ticaret Vekaleti’ndeki görevi bir yana hep Milli Eğitim Bakanlığı?na bağlı olarak İstanbul, Adana ve Ankara’da 31 Mayıs 1945′ e kadar sürdü, sonra Cunhurbaşkanlığı Mütercimliği’ne geçerek emekliye ayrılıncaya kadar ( 7 Şubat 1951 ) bu görevde çalıştı. 17 Mayıs 1957 tarihinde öldü.

Edebiyat dünyasında ilkin Dergah dergisinde yayımladığı şiirleri (1921-22, 6 şiir), makale ve tiyatro eleştirileriyle görünen Ataç, Cumhuriyet devrinde, yalnız deneme, eleştiri yazdı ve çeviriler yaptı. Yeni Şiir?in, başta Cumhuriyet devri şairleri, genç sanatçıların tanınmasında öncülük etti. Türkçe? nin özleşmesi, arınması için yılmadan savaştı, bu uğurda yazdığı yazılarda hiçbir yabancı söz kullanmadığı oldu, kendine özgü, devrik cümleleri çoğunlukta; yeni bir dil ve anlatım biçimi yarattı, genç yazarların çoğu onun etkisinde kaldılar. Kabul edilmiş değerleri yeniden ele alarak tartışmalara yol açması onun arayıcı olumlu yönlerinden biri oldu.
Nurullah Ataç, Sabahattin Ali, Nazım Hikmet gibi isimlerin yazdığı, Orhan Seyfi Orhon ve Yusuf Ziya Ortaç’ın kuruculuğunu yaptığı 1935-1936 yılları arasında 15 sayı çıkan düşün ve sanat dergisi Ayda Bir’e yazılar yazmıştır.

Eserleri
Yunan, Latin, Fransız, Rus klasik ve çağdaş yazarlarından elliye yakın çevirisi çıkmış olan Ataç?ın deneme ve eleştirileri (ancak 1940? dan sonra yazdıklarının bir kısmı) şu kitaplarda toplandı: Günlerin Getirdiği (1946),
Karalama Defteri (1952),
Sözden Söze (1952),
Ararken (1954),
Diyelim (1954),
Söz Arasında (1957),
Okuruma Mektuplar (195 , Günce (1960),
Prospero ile Caliban (1961).
Ataç?ın bütün eserleri, Varlık Yayınları arasında topluca yayımlandı, bu dizide yedi kitabını derleyen beş cilt çıktı (1967-1971). Türk Dil Kurumu’da 1972?de Günce?lerinin iki cildini yayımladı: İlk ciltte 1953-55, ikinci ciltte 1956-57 yıllarında yazdığı günceler derlendi.

Hakkında Yazılanlar
Yazarı çeşitli yönlerden inceleyen, dil üzerine söyleşilerini derleyen, ayrıca Nurullah Ataç bibliyografyası veren bir monograf, Ataç (1962), TDK tarafından yayımlandı, gene Türk Dil Kurumu, 1963? te Ataç?ın Sözcükleri, 1964?te yazarın söyleşilerini toplayan Söyleşiler, 1980?de dergilerde adlarında daha üç kitap çıkardı. Metin And?ın Ataç Tiyatro?da (1963) adlı eseri, yazarı tiyatro eleştirmenliği yönünden inceler. Bu konuda diğer iki eser, Asım Bezirci?nin yazarın eleştiri anlayışını inceleyen, eleştiri üzerine yazılarını derleyen Nurullah Ataç (196 kitabıyla, Mehmet Salihlioğlu?nun Ataç?la Gelen (196 adlı incelemesidir. Yazarın kızı Meral Tolluoğlu babasıyla ilgili anılarını Babam Nurullah Ataç (1980) adlı kitapta topladı.Nurullah Ataç? ın ölümünden sonra kızı, babasının yazılarının geliriyle karşılanmak; her yıl Mayıs ayı içinde, bir önceki yılın en iyi eleştiri ve deneme yazılarına verilmek üzere, 500 lira tutarında, bir Ataç Armağanı kurdu (195 . Bu armağan, 1959? da Mehmet Fuat?a, 1960? da Sabahattin Eyüboğlu?na verildi, ondan sonra kaldırıldı.

Melâl Perisi* / Nurullah Ataç

Bağrıma bir gece çöktü ağlama,
Bir garip hayâlet girdi rüyâma,
Dedi: “Sen âşıksın artık akşama:
Çünkü ben gönlüne keder getirdim.

“Duyurmadan geçer sevginin günü,
Neşe bu cihânın dönmez sürgünü,
Al armağanımı ve yar göğsünü:
Yarası kapanmaz hançer getirdim.

Beni gördün, artık çıkmam aklından,
Titreyerek kaçar sana yaklaşan,
Al kanlar fışkırır elini sıksan:
Her yanı dikenli güller getirdim.

Bahâra erişip düşme emele,
Derdini yavaşça geceye söyle,
Başını eğip de şarkımı dinle:
Hicrân illerinden haber getirdim.”

* “Nurullah’ın Dergâh’da neşrettiği şiirler arasında hiç olmazsa bir tanesi vardır ki, -‘Yarası kapanmaz hançer getirdim’ mısrası bulunan şiirden bahsediyorum- devrin hece şiirleri arasında belki en güzellerinden biridir.”
(A. H. Tanpınar, “Nurullah Ataç İçin”, Edebiyat Üzerine Makaleler, İstanbul: M.E.B., 1969, s. 465).

Akşam Şarkısı / Nurullah Ataç

Önümüzde gölgeli yollar
Açıldıkça sessiz ve ıssız;
Gezdik, gezdik geç vakte kadar…
Ne söyledik biz orada yalnız?

Gönlümde sevgiler vardı,
Çünkü akşam pek füsunkârdı.

Ne söyledin? Ne söyledimdi?
Hoş bir masal; belki bir yalan..
Hep unuttuk onları şimdi.
Dönüyorken biz o yollardan

Ellerimde ellerin vardı,
Çünkü akşam pek füsunkârdı.

Kaynak: Dergâh, 20 Aralık 1922, Sayı: 41

SON GÜL

– Avni’ ye –
İşte son gül soluyor,
Gizli ve kinli eller
Yaprakları yoluyor,
Çiçeklerle beraber.

Ağaçlardan süzülen
Bir asabi uğultu,
Bahsederek hüzünden,
Yaralıyor sükûtu.

Gösteriyor her bakış
Bir ürperme, bir korku;
Her yüreğe uğramış
Sanki hicrânın oku.

Sonbaharın zehrinden
Gönlüm hisse alıyor;
Titre, ruhum derinden!
İşte son gül soluyor…

Nurullah Ataç

?Hep yenilerden, yenilikten yana oldum, yani şairin, sanat adamının serbest bırakılmasını, rahat bırakılmasını istedim. Birbirine uymaz sanat anlayışlarını övdüğüm, desteklediğim olmuştur, hepsinde de kendime göre bir yenilik, bir canlılık görmüşümdür de onun için övmüş, desteklemişimdir. Yeni, daima yeni?
Her yeni güzel olmayabilir, ama eskiden kalma görüşlere uyan her eser, yani bugün yaratılan her eser çirkindir. Fuzuli?nin, Baki?nin gazelleri güzel olabilir, bugün yazılacak bir Fuzuli, bir Baki güzel olamaz, ölüdür.? (Nurullah Ataç, Varlık Dergisi, 1 Ağustos 1952).

*Şiir ve Anlam

Şiir üzerine tartışmalar, çekişmeler sürüp gidiyor. Bir bakımdan iyi bir şey; doğru, yanlış, hepsi de ilgiye değer birtakım düşünceler üzerinde durmamıza, kendimizin hangi yandan olduğumuzu, ne demek istediğimizi daha açıkça anlayıp anlatmağa çalışmamıza sebep oluyor.

Bir bakımdan araştırmamız ne olduğumuzu bilmediğimizden gelmez mi? İyice bilseydik, şiir dediğimiz zaman hepimizin anladığı birşey olsaydı bu kadar çekişmezdik. Hattâ kendimizce şiirin ne olduğunu iyi bilsek gene bu kadar çekişmeyiz: karşımızdakilerin araştırdıkları bizim anladığımızdan büsbütün başka bir şeydir der geçeriz. Şiiri sevmiyoruz demiyorum; seviyoruz, ama sevdiğimizin ne olduğunu pek bilmiyoruz. Şiiri seviyoruz; ama niçin sevdiğimizi söylemek, sevgimize sanki bir özür bulmak istiyoruz. “Şiiri seviyorum da onun için seviyorum” deyip kesemiyoruz. Montaigne: “Ben onu severdim, çünkü o o idi, ben de bendim” der… Biz şiiri öyle sevmiyoruz.

Doğrusu bu tartışmalarda bir kavga havası var: her söyleyen karşısındakileri yermek, kötülemek, dediklerini ille bozmak; hattâ anlamamak istiyor. Şiir sözü üzerinde anlaşamadığımız gibi tartışmaya karışılan öteki sözler üzerinde de, meselâ mana sözü üzerinde de anlaşamıyoruz. Mânâ ne demektir? Onu bir çözümlemeğe, açıklamağa çalışmalıyız.

Mâna bize bir şey anlatır, bir haber verir: “Her kişi ölümlüdür” deyince karşımızdakine anlatmak istediğimiz bir düşüncemiz vardır. Karşımızdaki bizim dilimizi bilmiyorsa tercüme ederiz, hattâ işaretlerle anlatmağa çalışırız. Bir sözün mânasını anladıktan sonra artık o sözü unutsak da olur, biz başka türlü de onu anlatabiliriz. Ama sanat eserindeki mâna o eserde büründüğü şekilden başka hiç bir şeyle, hiç bir sözle anlatılamaz. Belki bir şiiri, herhangi bir sanat eserini mânası için, yani bize duyurduğu, bize düşündürdüğü şey için seviyoruz; ancak onun bize duyurduğu, düşündürdüğü şeyi yalnız kendisi duyurtabilir, yalnız kendisi düşündürebilir.

Bir bestenin mânası yok mudur? Vardır: bir bestenin mânası, siz o besteyi dinlerken duyduğunuz, düşündüğünüz şeydir, şeylerdir. Ama o besteyi dinlerken duyduğunuz, düşündüğünüz şeyleri sözle anlatamazsınız. Çözümlemeğe, uzun uzadıya açıklamağa çalışırsınız, gene de bilirsiniz ki bütün söyliyecekleriniz o bestenin asıl mânası değil, asıl mânasının çevresinde dolaşan, onunla birleşemeyen birtakım sözlerdir. Tatyos Efendi’nin “kürdili hüseyni saz semaisi”ne bayılırım,ne zaman dinlesem içimde birçok duygular, mânalar uyanır, belirir; ama o bestenin bir mânası, yâni tercüme edilecek, başka türlü de anlatılabilecek bir mânası var mıdır?

Şiiri, herhangi bir sanat eserini belki mânası için seviyoruz; belki bizim şekil dediğimiz mânadan başka bir şey değildir, ama o mâna, sanat eserinin sanat mânası, bizim her gün kullandığımız mâna sözünden büsbütün başkadır.

Geçenlerde Nedimi in: “Bir nim neşe say bu cihanın baharını – Bir sagar-i keşîdeye tut Ialezarını” beytini anmış, “Bu dünyanın baharını bir yan neşe say; lâleliğini çekilmiş, içilmiş bir kadeh şaraba müsavi bil” sözünün o beyitle bir ilişiği olmadığını söylemiştim. Gene de ikisi arasında bir benzerlik bulamıyorum… Evet, ikisi de bir mânada; ama mânanın şu her gün kullandığımız mânasında bir mânada. Nedimin beytini okuyunca biz onları mı duyuyor, onları mı düşünüyoruz? Ben o beyitte eşsiz bir hüzün seziyorum: hüzünle karışık bir hazseverlik. İçinde hem hüzün var, hem haz var. Ama doğrusunu isterseniz hüzünle kanşık hazseverlik dediğim zaman o beytin mânasını bozduğumu, yani benim ondan duyduğumu, anladığımı anlatamadığımı seziyorum. Tıpkı bir besteden anladığım mâna gibi. Nedimin o beytini sevenler belki benim sevdiğim gibi sevmiyor, belki onlar o beyti duyunca büsbütün başka şeyler duyuyor. Olabilir. Ama şundan eminim: hiçbiri, o beyti gerçekten sevenlerin hiç biri, onu okurken, dinlerken, Abdülbaki Gölpınarlı’nın tercümesindeki mânayı anlamıyor, onu duymuyorlar. O beyit bize, tercüme edilebilecek mânasıyle değil, ahengiyle, sözlerinin yan yana gelmesinden çıkan üstün bir mâna ile bir şeyler anlatıp bir şeyler duyuruyor. Şiir değeri bizce işte o halindedir.

Benim’ duyduğum anladığımla sizin duyup anladığınız büsbütün başka olabilir dedim. Evet, ben o şiirden bir hüzün duyuyorum diye ille sizin de duymanız gerekmez. Belki sizce o beyit yalnız baharı anlatıyordur, belki yalnız hazzı söylüyor, belki büsbütün başka duygular uyandırıyor. Olabilir. Güzel şeklin öyle bir gücü vardır: birçok mânalarla zenginleşir. Geçmiş yüzyıllardan kalma eserlerde bizim yeni yeni mânalar bulmamız, yaratıcılarının belki hiç düşünmedikleri şeyleri görmemiz bunun için değil midir?

Şiir mânada değildir derken işte bunu söylemek istiyorum; yoksa biz, şiiri yalnız ahengi için okuruz, şiirde yalnız kelimelerin verdiği zevki duyarız gibi bir şey söylemek istemedim. Şunu da söyliyebilirim: Şiiri mânası için severiz, şiir mânadadır, ama bu mâna tercüme edilebilecek, başka kelimelerle anlatılabilecek bir şey değildir.”

*Nurullah Ataç (Karalama Defteri, 1962)

Düşe Çağrı
Severim gerçekçi edebiyatı. Bu yaşa değin en çok onun ürünlerini, o yolda yazılmış hikayeleri, romanları, hep o çığırı öven denemeleri, eleştirmeleri okudum. Bir hikayede, bir romanda anlatılanların, gerçekte olanlara benzememesi, çok kimseler gibi benim için de büyük bir suçtur. Perimasallarından, dev masallarından çocukluğumda bile pek hoşlanmadım. Olmayacak şeyler, benzerleri görülmeyecek insanlar anlatan hikayeler arasında beğendiklerim yoktur demeyeceğim, ama onlarda da gerçeği aradım: “Bütün bunlar gene bir doğruyu söylüyor, ancak yazar gerçeği bir düşle örtmüş, kaldırın o örtüyü, arasından bakın, gerçeğin ta kendisini, çırılçıplak doğruyu bulursunuz” diye düşünürüm.

Bunun içindir ki bugünkü yazarlarımızın çoğunun gerçekçiliğe özenmelerine göneniyorum. Bize hayatı anlatıyor, her gün gördüğümüz insanları tanıtıyorlar, okurlara çevrelerindekilerin de kendileri gibi düşünen, duyan, dertler çeken birer varlık olduğunu sezdiriyorlar. İnsanoğlu, çoğu bencildir, yalnız kendiyle ilgilenir, kendi kendisiyle uğraşır da başkalarının gerçekliğini kavrayamaz. Benliğimiz içine kapanır kalırız. Bu kabuğu dışarıya değinmemize, yani temas etmemize bırakmayan bu benlik kabuğunu ancak edebiyat, gerçekçi edebiyat kırabilir. Hani şiir okumayı, hikaye okumayı boş bir iş sayıp da kendilerine yakıştıramayan kimseler vardır, siz onlar arasında başkalarını anlayan, başkalarının dertlerine, kaygılarına ortak olan birini gördünüz mü hiç?… Onu ancak edebiyat aşılar. Batılıların edebiyata “humanites” yani “insanlıklar”, kişiye insanlığı, insanca duyguları, düşünceleri aşılayan bilgiler ne denli gerçekçi olursa bu ödevini o denli iyi başarır.

Evet, severim gerçekçi edebiyatı, gerçekçi sanatı, bütün çığırlar arasında onun en üstün olduğuna inanırım. Ama düşünüyorum da: “bizi alıp düşler acununa götüren bir edebiyat da gerekli değil mi?” diyorum. Bu günün birçok yazarları sanatın toplumsal görevi üzerinde türlü türlü sözler söylüyorlar. Okurları düşler acununa alıp götürmek de edebiyatın toplumdaki görevlerinden biri değil midir? Biz gerçek içinde yaşıyoruz, duvarlarını yıkıp aşamadığımız bir gerçek içinde. Onun da güzellikleri var elbette ama pek alıştığımız için göremiyoruz, tadamıyoruz o güzellikleri. Edebiyat, sanat bize o güzellikleri sezdirsin. Madame Rachilde’in (Madam Raşild) “Güneş satıcısı”nı “Le Vendeur du Soleil” (Lö Vandör dü Soley) bir türlü unutamam, çok anlattım onu okurlarıma, bir kez daha anlatayım:

Paris’in bir köprüsü üzerinde bir satıcı, bağırıyor, dil döküyor, sattığı nesnenin eşsiz güzelliklerini anlatıyor. Başına toplananlar merakla bekliyorlar: nedir acaba o adamın sattığı? En sonunda söylüyor: “Size güneş, her gün gözlerinizin önünde duran, ama sizin bakmadığınız, güzelliğini göremediğiniz güneşi satıyorum. Bakın; bakın! Sizin bütün hülyalarınızdan güzel değil mi?” Dinleyenlerin çoğu omuzlarını silkip gidiyor, ancak bir iki kişi: “Sahi! Ne de güzelmiş!” diyorlar.

şairin, hikayecinin o adama benzemeleri gerektir: Bize gözümüzün önünde duran, ama alışık olduğumuz için artık farkedemediğimiz güzelliklerini anlatmaları, sezdirmeleri gerekir. Hayatın yalnız iyi yanlarını söylesinler demek mi istiyorum? Hayır. Acıları, kötülükleri, çirkinlikleri söyleyerek de o işi başarabilirler, okurlara yaşamanın güzel bir şey olduğunu sezdirirler de acılar, kötülükler, çirkinlikler karşısında irkilmenin kutluluğunu, o yürekler paralayan mutluluğu duyururlar. Bütün o acıları, kötülükleri, çirkinlikleri kaldırmaya özendirirler de insan olmanın onurunu duyururlar onlara.

Yapsınlar bunu şairlerimiz, hikayecilerimiz, bunu yapmak için de gerçekçi olsunlar. Peki, ama yalnız bu yeryüzünün, yaşamanın güzelliğini göremeyenlere, sezemeyenlere midir sanatın yararlığı? Güneşi satan adam muradına erdi, hepimize güneşin güzelliğini anlattı, bizi hayatın biteviyeliğinden (monotonluğundan) kurtarabilir mi?… Bugün düne benziyor, yarın bugüne benzeyecek. Çeşit çeşit güzellikler var yöremizde, güneş doğuyor, batıyor, yıldızlar parlıyor, karanlık, soğuk, kasırgalı gecelerin bir de bir tadı var, çiçekler açıldı, yarın solacak, hepsi ayrı bir duygu veriyor kişiye… İyi, hepsi iyi ama hep biteviyelik içinde geçen bu güzellikler bıktırıyor, biteviye olduğu için çirkinleşiyor. Biz o biteviyelikten kurtulamayacağımızı anlıyoruz da bir perişanlık duyuyoruz içimizde. Yalnız yaşlılar mı kapılıyor bu melale?… Bu üzüntüden bizi yalnız hülya kurtarabilir. Ama, hülyalar kurmak her kişinin elinden gelir mi sanırsınız? Gerçeğin güzelliklerini sezmek her kişiye vergi değildir de gerçekten silkinip kendine daha gönlünce bir acun kurmak her kişiye vergi midir? İyi bir dinleyin kendinizi: Hülyalarınız da günleriniz gibi, hep birbirine benzemiyor mu? Çevrenizdeki gerçeğin biteviyeliğinden kurtulamadığınız gibi, hülyalarınızın da biteviyeliğinden kurtulamıyorsunuz, onlar da sizin için, gerçek sahibi, birer duvar olmuyor mu? Size yeni yeni hülyalar kurabilmeniz için yardım edilmesini istemez misiniz?. Toplumda edebiyatın, sanatın böyle bir görevi de vardır. Gerçekçi sanat… Doğru, en üstünü belki o. Ama ötekinin, bizi olmayacak şeyler acununa, düşler acununa sürükleyip götüren, yalanlar söyleyen, masallar anlatan sanatın gerekliliğini de unutmayalım. Bizi, biteviyelik içinde sürüp giden hayattan silkindiğimiz sanısı vererek avutan edebiyatı da büsbütün küçümsemeyelim. Hülyaya çağırıyorum sizi, o acunda ne güzel şeyler var. Ama ben bir şair, bir hikayeci değilim ki size onları anlatabileyim.

Fransız düşünürlerinden Jules Soury’yi (Jül Suri) bir gün yolda görmüşler; “Bütün masalları çürüttüm, yıktım. masalsız kaldım… Bana masal verin, masal verin bana, masalsız yaşayamıyorum!” diye bağırıyor. Çıldırdı demişler onun için, belki de çılgınlıktan o gün kurtulmuştur.

Nurullah Ataç?ı okurken:
YENİ ŞİİR, ESKİ ŞİİR, KALICI OLAN ŞİİR, Yetkin ARÖZ

(Anafilya Türkçe Edebiyat Kültür Ve Sanat Sitesi, 2006 Ocak Dergisi sayı:55)

“Nurullah Ataç, söylemeye gerek yok, yazınımızın yaman bir eleştirmeni, süzme bir edebiyat adamıydı. Onun; şairler ve şiirleri, yapıtları üzerine getirdiği eleştirileri, edebiyat-sanat konularında yazdıkları, kendine özgü biçemler içinde ele aldığı denemeleri ilgiyle okunurdu. Çevirileri ise bir başka güzellikti. Sözünü esirgemeyen, doğruları bulmayı, anlatmayı, bunu da yüreklice yapmayı göze alan bir yazım ustasıydı Ataç. Dilimizin gelişmesine katkıları, yeni sözcükler üretmedeki çabaları ana dilimizi sevmelerimizin, dilimizi sadeleştirmelerinizin öncü birikimleriydi. Bizden önceki kuşakları, bizim kuşakları derinden etkilemişti. Okundukça, bilindikçe gelecek kuşakları da etkilemeyi sürdüreceği kuşkusuzdur.

Akba ve Varlık yayınları arasında çıkan eski baskılarından sonra, 1998?de YKY? de yeniden basılan ?Günlerin Getirdiği-Sözden Söze? deneme kitabının, Yeni Şiir?e ayırdığı yazısında, şiirde neyin yeni neyin eski olduğunu şöyle açılandırıyor Ataç ( sayfa 176…).

?Yeni şiir başka, yeni şair başka… Yeni şiir dıştadır, yani bugün (o, büğün olarak yazıyor ama… bağışlansın.) yeni şiir denilen şey, dış bakımından eski şiire benzemeyen şeydir: değişiklik kalıpta; ama öz değişmemiş olabilir. Yeni şair ise şiire, kendisinden önce gelenlerin eserlerinde bulunmayan bir öz getirmiş olan adamdır. Onun şiiri dıştan bakılınca, eski şiire tıpkı benzeyebilir. Nedim de Baki gibi, Naili gibi gazeller, kasideler yazar, hem de hep o konular üzerine yazar. Ama içten bakılınca onun şiirinin Baki?nin şiirinden, Naili?nin şiirinden apayrı olduğunu görürsünüz: ? Bu söz Nedim?in sözüdür? dedirten bir hali vardır. Galip içinde bunları söyleyebiliriz. Nedim ile Galip edebiyatımızda birer yeni şairdir. Yeni şairin başlıca vasfı (niteliği), eskimemektir. Nedim eskiyemez, Villon, Hugo, Rimbaud eskiyemezler, Yahya Kemal eskiyemez (yani ben onun yeni bir şair olduğuna, yeni bir şair olduğu için de eskiyemeyeceğine inanıyorum).

Yeni şiir ise eskidir. Bir zamanlar gazel yazmak da elbette yeni, yepyeni, züppelik sayılacak bir şey olmuştur; aradan yıllar geçip de herkes alışınca gazel yazmak eskimiştir. Vezinsiz, kafiyesiz şiir yazmak elli yıl sürerse, o çeşit şiirlere gene yeni mi denecek ?…

Böyle söylemekle yeni şiiri, vezinsiz, kafiyesiz şiiri kötülemek mi istiyorum? Hayır, onu ne kadar sevdiğimi yıllarca söyledim durdum. Şairin keyfine karışmam; vezni, kafiyeyi ister kullanır, ister kullanmaz. Ama bir şiiri, vezinsiz kafiyesizdir diye ille yeni bulanlardan da değilim.

Vezin, kafiye dış kalıplardır. Bir dış kalıp olduğu gibi bir de iç kalıp vardır. bugünkü şairlerimizi incelediğimiz zaman bulduğumuz ortak vasıflar iç kalıplardı. Dış kalıp nasıl eskirse iç kalıp da öyle eskir. Diyelim ki bugünkü şiirin, genç şiirin başlıca vasfı, bazı kimselerin söyledikleri gibi yaşamak sevgisi, yaşamaktan duyulan hazdır. Gün gelir, bu konudan bezilir, yaşamaktan duyulan hazzı söylemek eskir. Öyle ise yaşamak hazzı, bugünkü şiirin iç kalıbıdır: vezinsizliği, kafiyesizliği gibi onun üzerinde çok durmaya değmez. Yarın eskiyecek bir yenilikten bana ne ? ben ona yenilik dersem bundan yüz yıl sonra gelecek insanlar: ?Şuna da bak! Bu kadar eski bir şeye yeni diyor!? demezler mi? Benim bugün yeni sayacağım şey, bundan beş yüz yıl sonra da yeni gözükmelidir.

Gerek bugün, gerek bundan bin yıl sonra yeni gözükecek şey ise ancak bir şairin, bir sanat adamının kişiliği, kendisinden başka kimsede bulunmayan vasıftır. Yeni şair Hemeros, yeni yazar Montaigne…

O yenilik eskimediği gibi ona benzemek de kimsenin elinden gelmez.

Bir şairin, bir sanat adamının asıl değeri herkesten başka olmasında, kimseye benzememesindedir demek mi istiyorum? şair, sanat adamı bana hiç benzemiyorsa, yalnız kendini söyleyip de beni söylemiyorsa ondan bana ne ? ben bir sanat eserinde kendi sevinçlerimi, kendi acılarımı görmeliyim ki ona ilgi gösterebileyim, onu anlayabileyim. Yoksa bana büsbütün yabancı kalır. Onun karşısında bir şaşkınlık duyabilirim, ama sevemem. Kendi hayatıma karıştıramam.

Hayır, bir sanat adamının kişiliği herkesten başka olmasında değil, herkesle bir olmasındadır. Yalnız kendisinde bulunan bir şey söyler, ama onu söylemekle bütün insanları söyler. Yalnız kendine vergi olan bir söyleyişi vardır ki onda her insan, küçük büyük her insan kendini bulabilir. Yeni şair ?Malumdur suhanım mahlas istemez? diyebilen, bunu haklı olarak söyleyebilen insandır; ama bu: ?Benim şiirimde yalnız ben varım? demek değildir: ?Benim şiirimde bütün insanlık vardır, ama bunu ancak ben böyle söyler , sezdirebilirim? demektir.

Öyle ise yeni şiir, yeni sanat adamı insanda, kendisinden önce bilinmeyen birtakım duygular bulan, yahut o duyguları yaratan kişi midir? Hayır, hiçbir sanat adamı insanlıkta yeni bir duygu yaratmaz. Zaten var olan duyguları söyler. Ancak öyle söyler ki biz o duyguların o şairin söylediğinden başka türlü söylenemeyeceğini, o şairin söylediğinden başka türlü söylenemeyeceğini, o şairin o duygulara en uygun değişi bulduğunu sanırız. Yeni şair, eskimeyen, ölmeyen yeni şair, bir dil arasından insanlara kendilerini en iyi anlatacak, sezdirecek şekiller bulmuş adamdır.?

Evet, şiir olsun, herhangi bir sanat yapıtı olsun, onun yeniliğini-eskiliğini yazıldığı zaman dilimi ya da kullandığı biçimi belirlemez. Onu yeni kılan, giderek kalıcı kılan, herkesin dışında yeni bir şey söylemesi ya da yaratması da değildir. Onu yeni kılan herkesin söylediğini, ?kendisine özgü söyleyişindeki? duyarlıktadır. Öyle ki, adını yazmasa bile işareti içindedir, ?mahlas? istemez. ?O duyguların o şairin söylediğinden başka türlü söylenemeyeceğini, o şairin o duygulara en uygun değişi bulduğunu? duyumsatır. Onun şiirinde ?bütün insanlık vardır?, ama bunu kendince söylemiştir.

Evet, nasıl yazarsak yazalım, şiir iklimlerinde nasıl dolaşırsak dolaşalım, ama ?kendimizcesini?, bize özgü olanını, Homeros?un dediği o ?kanatlı sözlerin? ürpertilerini yakalayalım.

Yücelerde kanat vurmanın hem sevdasıdır, hem hüznüdür şiir…”

Asım Bezirci’nin Yaşam Öyküsü
Edebiyat tarihçisi, eleştirmen, denemeci ve çevirmen. 1927?de Erzincan?da doğdu. İlkokulu Erzincan?da, ortaokul ve liseyi parasız yatılı olarak Erzurum?da okudu. 1950?de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü?nden mezun oldu. Aynı yıl, Gerçek gazetesinde yazarlığa başlayan Bezirci, 26 yıl boyunca muhasebecilik yapmak zorunda kalmasına karşın örnek bir çalışkanlıkla çok sayıda ürün verdi. Ataç?ın öznel/izlenimsel eleştiri anlayışına karşı nesnel/bilimsel eleştiri çığırının açılması için büyük çaba sarf etti. Başta Nâzım Hikmet olmak üzere tanınmış birçok yazarın eserlerini derleyip yayına hazırladı. 2 Temmuz 1993?te Sivas toplukıyımında 34 ilerici aydın ve sanatçıyla birlikte katledildi.

Eserleri
1950 Sonrasında Hikâyecilerimiz
Abdülhak Hamit
Bilimden Yana
Edebiyat Bahçesinde
Güle Dil Verenler
Halk Ve Sosyalizm İçin Kültür Ve Edebiyat
Halkımızın Diliyle Barış Şiirleri
İkinci Yeni Olayı
Nazım Hikmet
Nezihe Meriç
Nurullah Ataç
Orhan Kemal Yaşamı, Sanatı, Eserleri
Orhan Veli Yaşamı, Kişiliği, Sanatı, Eserleri
Pir Sultan Yaşamı, Kişiliği, Sanatı, Şiirleri
Rıfat Ilgaz
Sabahattin Ali
Seçme Hikâyeler
Seçme Romanlar
Sosyalizme Doğru
Temele Gül Dikenler
Türk Yunan Dostluk Şiirleri
Şairlerimizin Diliyle Barış

3 Comments

  1. Asım Bezirci elbetteki Türkiye Edebiyatında iyi bir yerde duruyor.Ancak böyle önemli bir biyografide şeyin tek yanını ele almak Burjuva eleştirmenlerine özgü birşey olsa gerek. N.Ataç’ın olumlu yanları olduğu ölçüde olumsuz yanları da vardır. O,döneminin Babıalisinin diktatörüdür.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Previous Story

Görülmemiş Tiyatro – Sabahattin Ali

Next Story

Para… Para… Para… – Uğur Mumcu

Latest from Asım Bezirci

Halkın Ekmeği – Bertolt Brecht

Halkın Ekmeği, şair, oyun yazarı, tiyatro yönetmeni ve kuramcısı Bertolt Brecht’in dokuz ciltlik şiirlerinden yapılmış bir seçmedir. Daha önce değişik yayınevleri tarafından birçok baskısı
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ