Öldürmenin dayanılmaz ağırlığı – Öznur Özkaya

Suat Ertüzün’ün dilimize kazandırdığı David Vann’ın “Keçi Dağı” adlı romanı küçük bir çocuğun bilinçli bir şekilde kaçak bir avcıyı, akabinde törelere göre erkek sayılabilmesi için bir geyiği öldürmesini ve çocukla beraber babası ve dedesi de dâhil yanındaki erkeklerin öldürme, töre, modernite, din gibi konularda düşüncelerini konu edinmiş. Okurken tüylerinizi ürperten, midenizi alt üst eden sahnelerle birlikte yazar okuru şiddet, öldürmek ve din üçgeninde düşünmeye davet ediyor.

Çocukken karıncalara kırıntı atmayı öğretti bize büyüklerimiz, ama birileri yuvalarının üstüne basıp onları ezmekten hep hoşlandı. Çiçek dalında güzeldir, diyen annemize şiir yazdık biz; birileriyse çiçeği, ağacı, ormanı yok etmeyi maharet saydı. Kurban bayramı vesilesiyle bol bol et yiyebildiğimiz günlerde zamanla pirzolaların ve antrkotların hep öyle et olmadığını, onların da bir zamanlar canlı bir ineğin, koyunun bir kolu, bacağı, sırtı olduğunu fark etmeye başladık. Boğazlanan hayvanların yırtılan atardamarından fışkıran kanına bakamazken ve kesik soluk borusunun hırıltısına dayanamazken, birileri ısrarla minnacık çocukların alınlarına kan sürme yarışındaydı. Halbuki öldürmek, genç bir antilobun peşinden koşan bir çita olmadıkça, ihtiyaç duyulması katiyen söz konusu olmayacak bir eylemdir.

Yine de çocuktuk. Hamamböceklerini öldürdük, Gregor Samsa’yı tanımadan önce. Balık tutmak için solucanları misinanın ucuna iteledik, sülünezleri canlı canlı ayırdık, midyelerin kabuklarını kırıp örümceklerin üstüne bastık. Kimi zaman üzüldük, kimi zaman umursamadık. Gücümüzün yanında önemsiz görünen canlıları yok edebilmenin tadını çıkarttık. Evet, çocuktuk. Büyüdükçe ölümü daha bir anlar olduk. Yakınlarımızın ölümlerini, faili meçhulleri, savaş yangınlarını gördükçe karıncaları incitmemek için bir kez daha yemin ettik.

İnsanoğlu kendinden başka hiçbir canlının acı hissetmeyeceğine inandırmış kendini. Balıkların oltanın ucunda çırpınışı, kertenkelelerin kuyruk acısı, avlanan hayvanın iç organlarının etrafa dağılması hiç düşündürmüyor insanları. Tilkileri öldürüp kürklerinden elbise yapan, bol proteinli inekleri yiyip fosfor deposu balıkları avlayan insanoğlu hayatta kalmadan hayatın kutsallığını anlayabilir miydi? Ölü hayvanların cesetleri üzerine kurulmuş olan varlığımız ve uygarlığımız ne zaman tahammül edilemez bir vicdan muhasebesine dönüştü? Ceylan avlayan, geyik kanı içip yüreğini yiyen insandan vejetaryen insana uzanan yolda insanın insanı soğukkanlılıkla öldürdüğünü görüp gerçek acıyı hissettik.

“İçimde sırf öldürmek isteyen, durmadan ve sonu gelmeden öldürmek isteyen biri vardı.” (s.22), “Tüfeğin kabzasından tutup namluyu omzun üstüne atmak güzeldir. Silahın ağırlığı boynunuzda uzun bir iz bırakır. Adım attıkça yarattığı sallantı, ağırlığı ve namluda kalan sıcaklık. Daha yüksek çalılıklarda elinizi namlunun üstüne atmak, tüfeği iki omuzda birden taşımak. Silahı o şekilde tuttuğunuzda devleşirsiniz.” (s.57), “On bir yaşındaydım ve önüm baştan aşağı kan içinde, bir erkektim.” (s.151) diyerek kasapların dünyasında doğduğu için kasaplığı bağrına basan ve öldürmeyi olağan bulan bir çocuğun hikayesinde yaşıyorum öldürmek eyleminin ağırlığını.

Suat Ertüzün’ün dilimize kazandırdığı David Vann’ın “Keçi Dağı” adlı romanı küçük bir çocuğun bilinçli bir şekilde kaçak bir avcıyı, akabinde törelere göre erkek sayılabilmesi için bir geyiği eziyet ederek öldürmesini ve çocukla beraber babası ve dedesi de dahil yanındaki erkeklerin öldürme, töre, modernite, din gibi konulardaki düşüncelerini konu edinmiş. Okurken tüylerinizi ürperten, midenizi alt üst eden sahneler olması David Vann’ın bilinçli bir tercihi, “Bu romanla beni ilk kez yazmaya yönelten şeyi, şiddetle dolu aile geçmişimin son parçasını yıkmış oldum. Cherokee yerlisi atalarımın, İsa karşısında nasıl bir tavır alınması gerektiği sorunuyla karşı karşıya kalmalarını da anmak istedim.” (s.229) sözleriyle yazar okuru şiddet, öldürmek ve din üçgeninde düşünmeye davet ediyor.

Kabileye dahil olabilme çabasına girişen on bir yaşındaki çocuğu anlamaya çalışıyorum, üzülüyorum, fakat bu onun dönüştüğü şeyin ne olduğunu değiştirmiyor. Üzülmek, bağışlamak değildir. Bir insanın bu hale gelmesine üzülünebilir, ancak bu durum yaptığının bedelini ödeme gerekliliğini ortadan kaldırmaz. Üstelik kişinin ödeyeceği bedel gerçekte çok ama çok derindir, çünkü “Cehennem, geçmeyi reddeden zaman ve onun geçmesini beklemenin çekilmezliğidir. Cehennemde sürükleyeceğimiz ceset kendimizinkidir, olageldiğimiz kişidir ve onun bizi geri çeken – tıpkı yaşarken olduğu gibi – nereye gittiğimizi görmeyen ağırlığıdır.” (s.159)

(http://ilerihaber.org/, 18-10-2014

KÜNYE: Keçi Dağı, David Vann, Çev: Suat Ertüzün, Can Yayınları, Eylül 2014, 229 sayfa.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir