Ölüm, her yerdedir ve Montaigne onu yatakta değil, at sırtında karşılamak ister

montaigne22 Haziran 1580’de, on yıl sürmüş gönüllü bir iç sürgünün ardından —zaten hayatı boyunca gönüllü yapmadığı hiçbir şey olmamıştır- kırk sekiz yaşındaki Montaigne, kendisini neredeyse iki yıl boyunca karısından, kulesinden, vatanından ve çalışmalarından, kısacası kendisinin dışında her şeyden uzaklaştıracak olan uzun bir yolculuğa çıkar.

Bu, maviliklere açılan bir yolculuktur; sırf yolculuk için, daha iyi deyişle yolculuğun zevki uğruna yapılan bir yolculuktur. O zamana kadar Montaigne’in yolculukları mahkemenin, sarayın isteğiyle ya da işler gereği yapılmış, yarı görev yolculukları niteliğini taşımıştır. Bunlar, daha çok gezintiler olmuştur – şimdiki ise gerçek bir yolculuktur; hedefi ise Montaigne’in sonrasız hedefinden, yani kendini bulma hedefinden başkası değildir.

Montaigne’in belli bir amacı yoktur; yolculukta neler göreceğini bilmemektedir; önceden bilmeyi de istememektedir; nereye gittiğini soran çıktığında da neşeyle şu karşılığı vermektedir: “Yabancı diyarlarda ne aradığımı bilmiyorum, fakat neden yuvadan kaçtığımı çok iyi biliyorum.” Yeterince uzun bir süre hep aynı şeyleri yaşamıştır; şimdi farklı olanı istemektedir ve yeni ne kadar farklıysa, o kadar iyi olacaktır! Bütün güzellikleri kendi yuvalarında bulanların, kendini beğenmişlikten kaynaklanan bu sınırlamadan ötürü daha mutlu olmaları muhtemeldir. “Onların bilgeliklerini değil, şanslarını kıskanırım.Sevgisini temoiguage d’inqmetude ve irresolutiorı, yani huzursuzluğunun kanıtı ve kararsızlık olarak tanımlayanlara gülerek hak vermektedir. “Olmak istediğim yeri arzuyla hayalimde canlandırmıyorum. Ben tek bir şeyle yetinirim.” Bu yolculukta konuşulan diller, gökyüzü, alışkanlıklar ve insanlar, hava basıncı ve mutfaklar, yollar ve yataklar, kısaca her şey değişik olacaktır – Montaigne için bu yolculuğun en çekici yanı da zaten budur, çünkü ona göre görmek demek, öğrenmek, karşılaştırmak, daha iyi anlamak demektir: “Hayatta, kendini başka yaşama alışkanlıklarına açık tutmaktan daha iyi bir okul tanımıyorum.”

Montaigne, kendini özgür kılmak için yolculuğa çıkmıştır; bütün yolculuk boyunca da bir özgürlük örneği olarak kalır. Hep burnunun gösterdiği yöne gider. Bu yolculuk sırasında, kendine karşı bile olsa, herhangi bir yükümlülüğü çağrıştırabilecek her şeyden kaçınır. Herhangi bir plan yapmaz. Gideceği yer, yolun uzandığı ve keyfinin istediği yerdir. Başka deyişle, yolculuk etmemekte, kendini bir yolculuğun akışına bırakmaktadır. Bordeaux’daki Mösyö Michel de Montaigne, Paris’teki ya da Augsburg’daki Mösyö Michel de Montaigne’in bir nafta sonra nereye gitmek isteyeceğini bilmek istemez.

Bunu öteki, yani Augsburg ya da Paris’teki Montaigne tam bir özgürlük içinde saptamalıdır. Montaigne’in istediği, kendi kendisine karşı da özgür kalmaktır.

“Yaşamaktan ve sevinç duymaktan başka bir hedefi olmayan Ben”

Hep hareket halinde olmak. “Yaşam fiziki ve maddi hareket demektir” Bir şeyleri kaçırdığına inanırsa, gittiği yoldan geri dönmekten üşenmez. Bağımsızlık, Montaigne’de giderek bir tutkuya dönüşür. Kimi zaman yoldayken, o yolun nereye götürdüğünü bilmek bile içinde hafif bir sıkıntıya yol açabilir. “Yolculuktan o kadar tat alıyordum ki, kalmayı planladığım bir yere yalnızca yaklaşmaktan bile nefret eder olmuştum; bu yüzden bütünüyle yalnız başıma, yalnızca kendi isteğim ve rahatım doğrultusunda yolculuk etmemi sağlayacak çeşitli çareler düşünüyordum” Montaigne, bu yolculukta görülmeye değer yerler arama peşinde değildir; çünkü farklı olan her şey, ona göre görülmeye değerdir. Tersine, herhangi bir yer çok ünlüyse eğer, Montaigne orayı görmekten kaçınmayı yeğler; çünkü orayı zaten çok kişi görmüş ve anlatmıştır. Bütün dünyanın hedefi olan Roma’ya karşı, burası bütün dünyanın hedefi olduğu için hafiften önyargılıdır ve sekreteri, güncesine şunları yazar: “öyle sanıyorum ki, tamamen kendi kafasına göre hareket etseydi, İtalya turunu yapacak yerde Krakow’a ya da kara yolundan Yunanistan’a gitmeyi yeğlerdi”

Montaigne’in ilkesi, hep aynı ilkedir: Gideceği yer başka yerlerden ne kadar farklıysa, o kadar iyidir ve beklediğini ya da başkalarınca yaratılan beklentileri bulamadığında, bundan memnuniyetsizlik duymaz. “Her hangi bir yerde bana vaat edilenleri bulamadığımda -çünkü gördüğüm kadarıyla, anlatılanların çoğu her zaman yanlış oluyor-, çabalarımın boşa gittiğinden yakınmam, çünkü en azından şunun ya da bunun doğru olmadığını öğrenmişimdir.” Doğru yolculuk yapmasını bilen biri olarak Montaigne, hiçbir şeyden ötürü düş kırıklığına uğramaz. Goethe gibi, o da kendi kendisine şöyle der: “Beklenenlerin bulunmaması da hayatın bir parçasıdır. Yabancı ülkelerin alışkanlıkları, farklılıklarından ötürü benim için ancak keyif kaynağı olabilir. Kanımca kendi yapısı içinde her örf ve âdet, doğru ve yerindedir. Teneke, tahta ya da toprak tabaklarla servis yapımasına, etimin haşlanmış, kızartılmış, sıcak ya da soğuk olmasına, tereyağı, zeytinyağı, fındık fıstık ya da zeytin verilmesine hiç aldırmam.” Ve eskiden beri göreceliği savunmuş olan Montaigne, kendilerine aykırı gelen her alışkanlıkla savaşmak zorunda oldukları gibi delice düşünceye saplanmış olan, bir kez köylerinin sınırları dışına çıktıktan sonra ne yapacaklarını şaşıran vatandaşlarının durumlarından ötürü utanç duyar. Montaigne, yabancı diyarlarda yabancı olanı görmek istemektedir – ‘Sicilya’da Gaskonyalıları aramıyorum, ülkemde onlardan yeterince var” böylece Montaigne, yeterince tanıdığı vatandaşlarından aslında kaçmak istemektedir. İstediği, önyargıya değil, yargıya varabilmektir. Pek çok şeyi olduğu gibi, nasıl yolculuk edilmesi gerektiğini de insan Montaigne’den öğrenebilir.

Görünüşe bakılırsa evdekiler, Montaigne’i onun içindeki son kaygıyı besleyerek alıkoymak istemişlerdir
-bu, Montaigne’in verdiği yanıttan anlaşılmaktadır. “Ya yabancı diyarlarda hasta olursan ne yaparsın?” diye sormuşlardır ona. Gerçekten de Montaigne, üç yıldan beri, büyük olasılıkla uzun süre oturmaktan ve iyi beslenmemekten ötürü o zamanın bütün düşünce insanlarının çektikleri hastalığı çekmektedir. Erasmus gibi, Calvin gibi, Montaigne de safrakesesindeki taşlardan ötürü sancılar içindedir; bu durumda at sırtında aylarca yabancı yollarda yolculuk etmek, pek kolay iş değildir. Gelgelelim, yalnızca özgürlüğünü değil, başarabilirse sağlığını da yeniden elde etmek için yolculuk yapmak isteyen Montaigne, umursamazlıkla omuz silker: “Sağ yanıma dönemeyecek olursam, sol yanıma dönerim. Kendimi ata binemeyecek kadar kötü hissedersem, mola veririm… Unuttuğum bir şey mi var? Geri dönerim; nasılsa yol, benim yolum.” Bunun gibi, yabancı ülkelerde ölebileceği olasılığına vereceği yanıt da hazırdır. Bundan korktuğu takdirde Fransa sınırlan bir yana, kendi piskoposluk bölgesi olan Montaigne’in sınırlarının dışına bile çıkamaz. Ölüm, her yerdedir ve Montaigne onu yatakta değil, at sırtında karşılamayı yeğlemektedir.
Gerçek bir kozmopolit olarak Montaigne nerede öleceğine aldırmamaktadır.
Michel de Montaigne, 22 Haziran 1580 günü şato-sunun ana kapısından geçip özgürlüğe açılır.

Stefan Zweig,
Montaigne, Çeviri: Ahmet Cemal, Can Yayınları, sayfa 94,95,96,97,98

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Previous Story

Stephan King’ten yazar olmanın 20 kuralı

Next Story

Dostoyevski’nin bir gün kurarsam dediği radikal ve sosyalist bir derneğin amblemi ve hikayesi

Latest from Biyografiler

Van Gogh’un kitap tutkusu

Geçtiğimiz haftalarda Paris’in izlenimci koleksiyonuyla ünlü Musée d’Orsay, Antonin Artaud’un Van Gogh: Toplumun İntihar Ettirdiği kitabından yola çıkarak yazar ile ressamı, Artaud ile Van
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ