Hangi kökler kavrar, hangi dallar büyür
Bu taş yığınından? Ey insanoğlu,
Bilemez, kestiremezsin, çünkü bildiğin ancak
Bir kırık suratlar yığınıdır güneşin kavurduğu
Ne ölü ağacın gölge, ne cırcır böceğinin huzur,
Ne de kuru taşın su sesi verdiği. .. (T.S. Eliot-Çorak Ülke)
Evrimci ve ilerlemeci bir sosyalist tarih yorumu içinde, ölüm konusuna ayrılan yer, yok denebilecek kadar azdır. Bu anlayışa göre ölüm düşüncesi, gelecekteki mutlu topluma doğru ilerleyen tarihsel akış içerisinde, geriye yönelik bir eğilim olarak değerlendirilir. Tarihin ilerlemesinden yana olan güçler, yaşamın savunulmasından yanadır. Ölüm konusundaki bu ilgisizliğin bir diğer nedeni de ölümün ancak öznel olarak duyumsanabilen bir olgu olması, diğer bir deyişle “varoluşsal” yanının ağır basmasıdır. Öte yandan kapitalizmin neden olduğu savaş ve katliam gibi durumlara karşı çıkılırken kapitalizmin şiddetten, ölüm güçlerinden yana olduğu söylenir; bunun karşısında insanlar yaşamı savunmaya çağrılır.
Bu yazı bir uygarlık eleştirisini de içerdiği ölçüde yukarıda kısaca değinilen tarih yorumuna itibar etmeyecektir. Çünkü bu tarih anlayışı pozitif bir nitelik taşır, uygarlığı sahiplenir ve onu kendi araçlarını kullanarak yeni bir topluma doğru dönüştürmeye çalışır. Öte yandan gelecekteki “ideal” topluma duyulan inanç, bu anlayışın ayrılmaz bir parçasıdır; yaşam ve ilerleme savun usu, bu inanç üzerine temellendirilir. Ölüm düşüncesi kendi başına önemli olmakla birlikte, onu belirli bir bağlam içinde ele almak ve modern toplumun diğer veçheleriyle ilişkilendirmek konuya daha da önem kazandırır. Önce şunu belirtmek gerekir; bugün toplumsal bir dinamikçe desteklenmeyen ilerlemeci bir sosyalist tarih yorumu, tüm radikal niteliğini yitirmiştir. Bu anlayışın ayrılmaz parçasını oluşturan bütünlük düşüncesi de sarsılmıştır. İlerlemeci düşüncenin yeni bir toplum kurma iddiası, bugün kapitalizmin asimile etme gücü karşısında pratik geçerliliğini yitirmiştir.
İşte çağımızda ölüm düşüncesinin radikalliği (radikalliği burada sözcüğün gerçek anlamını kastederek kullanıyorum, ileriye ya da geriye yönelik olması gibi ahlaki bir boyut katarak değil) tam da bu noktada ifadesini bulur. Ölüm düşüncesi, bugünün toplumunu yeniden yapılandırmayı amaçlayan eğilimlerin aksine sadece ve sadece varolan yapılanmayı çözmeye, parçalamaya yönelen eğilimleri içinde barındırır. Geleceği elinden alınmış bir dünyaya karşı ifade bulan saf bir olumsuzlamadır. Kurucu değil, yıkıcıdır. Yıktığı şeyin karşısında kurulacak yeni bir şey getirmez. Bütünlük karşısında parçalanmayı, dağılmayı, yokolmayı ifade eder. İnancın karşı kutbunda yer alır. Onun alanı, inancın tamamen yittiği yerde başlar. Aktüalitenin, gündelik hayatın dolaysızlığı karşısında tefekkür ve-suskunluğun hakim olduğu bir alandır bu. Varlık karşısında hiçliğin alanıdır. Öte yandan ölüm düşüncesi, ilerlemeci yaklaşımın kapitalizme karşı gerici bir tepkinin ifadesi olarak damgalayıp bir kenara attığı Romantizme sahip çıkar.
Kaba bir analoji yapma riskini göze alarak şu söylenebilir: Çağımızda toplumsal yaşamda gözlenen parçalanma ve bütünlüğün yokolması bireysel düzeyde de yaşanmaktadır. Kapitalizmin kendine güvenli, ego bütünlüğüne sahip bireyi yanında yeni bir bireysel tipoloji oluşmaktadır. Yeni bireyin kendine güveni azalmıştır. Ego bütünlüğü yerini tahripkar eğilimleri barındıran bir endişe durumuna terketmiştir. Ancak bu birey endişenin kaynağına inebilecek bilinç düzeyinden de oldukça uzaktır. Modern toplumun bireyi, bu endişenin kaynağında ölüm endişesinin yattığını kavradığı ölçüde varolan yaşam tarzına karşı kendi dolaysız eleştirisini bir varoluş tarzı olarak kendiliğinden ortaya koyacaktır. Bu eleştiri, savaşa ve “insanlar”ın öldürülmesine karşı çıkmak gibi bir türlü içselleştirilemeyen soyut tepkilerle karşılaştırıldığında çok daha dolaysız, içselleşmiş ve birey açısından daha çok anlam taşıyan bir tepkidir.
Gündelik hayatın dolaysızlığı, ufak meşgaleleri içinde varlığı üzerine düşünmeyi unutan birey, ölüm aracılığı ile endişe (anxiety) ile tanışır. Bireyin benliğinin, bütünlüğünün parçalanması gibi ağır bir fiyatı olmasına karşın ölüm düşüncesi bireye o güne kadar bilinç altına iterek bastırdığı sınır eğilimlerini tanıma olanağını verir. Uygarlığın o güne dek baştacı ettiği “İyilik Dünyası”nı yerle bir eder; “Kötülük” dünyasını sunar bize. Sadakatin karşısında ihanetin tanınmasına imkan verir. Böylece uygarlığın bize bahşetmiş olduğu güvenli ve uyumlu dünyanın karşısına hiçliğin tedirginliğiyle dolu bir dünya çıkarır. Bu dünyada insanın dayanabileceği hiçbir kriter kalmamıştır. Modern toplumun dayattığı vasatlığa karşı bir “uç durum” dur ölüm. Sınırlarda yaşamaya mahkum olanların uğrak alanıdır.
Ölüm düşüncesini önemli kılan bir diğer nokta, onun doğrudan “Gösteri Toplumu “nun bir eleştirisini ifade etmesidir. Kapitalizmin gelişmesiyle birlikte toplum hayatı bir gösteriye dönüşmüştür. Kitle iletişim araçlarının, eğlence ve şov endüstrisinin hakim olduğu bir toplumdur bu. Sessizliğin erdemi son bulur, gürültünün hakimiyeti başlar. Pazar yerinin gürültüsüdür bu Nietzsche’nin deyimiyle. Gündelik olan (everydayness) her şeye egemen olur: Birey kendi varlığını ne kendi içinde sorgular ne de daha geniş bir bütünün içinde düşünür. Toplum yaşamı ona vaktini düşünmeden geçirmesini sağlayacak binlerce araç sunar. Her insan kendine uygun görünen bir rolü benimser ve bu rolün arkasına gizlenir. Böylece gerçek kişiliklerini sürekli saklayarak rollerini oynayan bir insanlar kümesidir modern toplum. Kierkegaard’ın “kamu” kavramı bu tür bir toplumu betimler.
Birinin ölümünden bahsedildiğinde bu “biri” hiçbir zaman insanın bizzat kendisi olarak düşünülmez. Ölüm daima bir başkasına “öteki”ne ait bir gerçeklik olarak algılanır. “Onlar”ın başına gelen bir kamu vakası haline gelir. Olayın bu kadar sıradan bir hale getirilmesindeki önemli bir etken, artık insan hayatına ilişkin önemli konuların bile gündelik bir umarsızlık içinde ele alınmasıdır. Başkalarının ölümü, modern toplumda rahatsızlık verici bir durum olarak görülür. Genellikle üstünkörü bir biçimde geçiştirilmesi tercih edilir. İnsanların ölüm karşısında cesur davranmaları, metin olmaları, korkularını açığa vurmamaları beklenir. Gündelik hayatın amacı insanı sürekli küçük meşgaleler içinde tutarak onu ölüm düşüncesinden uzak tutmaktır. İnsanın kendi varlığına ilişkin duyduğu endişeyi ortadan kaldırmaktır. Başka bir deyimle, kendi konumunu kavramaya çalışan suskunluğun, gürültü tarafından ortadan kaldırılma çabasıdır tanık olunan.
İnsanın bilinç düzeyi yükseldikçe kendi ölümüne ilişkin duyduğu endişe ve acı artar. Bu durum bir umutsuzluk (despair) yaratır. İnsan ancak kendi ölümlülüğünün bilincine vardığında dünyadaki varlığı bir anlam kazanır. “Ölüme yönelik varlık endişedir” (Heidegger). Endişeyi ortadan kaldırmanın yolu inanmaktır, yani bir tür kendinden kaçıştır. İnanılan şey bir tanrı da olabilir, bir düşünce sistemi de. Ancak bilinçli birey kendi kendisinin de sorgucusudur aynı zamanda. Ölüm düşüncesiyle birlikte yaşama cesaretini göstererek nasıl kamunun dışına çıkmayı göze almışsa, endişenin oklarını kendi kendine yönelterek kendini sınır noktalarda yaşamaya mahkum eder. Kendi kendinin hem celladı hem de seyircisidir.
İnsan ancak endişe ile gündelik yaşamın yüzeyselliğinin ve sığlığının bilincine varabilir. Gündelik ilişkilerin insanı, kendisi üzerinde düşünmez. Ölüme karşı mağrur bir üstünlük havası içindedir. Oysa “Ölüm çoğu kez yaşamınkinden daha hassas bağlarla kuşatır bizi” (Baudelaire).
Gündelik sıradanlığa karşı iç gözlemin savunulması, sözde sosyalliğe karşı “a-sosyalliğin” savunulması anlamına gelir … Bu, insan varlığına ilişkin en önemli sorunları kamu potası içinde, sağduyu potası içinde eriten gürültüye dayalı piyasa toplumunun, gösteri toplumunun tam karşıtıdır. Bu toplumun insanı güven duygusu peşindedir. Bu yüzden sürü içgüdüsüne benzer bir içgüdüyle herkes birbirine kenetlenir, kamuyu oluşturur. Tüm bireylerin ölüm düşüncesiyle birlikte yaşamayı doğal bir gereklilik olarak gördükleri noktada kamunun varlığı son bulacaktır.
İnsan gündelik varlığı içinde kendince anlamlandırdığı bir dünya kurar. Kendi sınırlı faaliyetiyle belirlenen, geniş ufuklu olmayan bir bilinçtir burada sözkonusu olan; insanın sınırlı varlığını güvence altına alır. Eşya ve insanlar her şey yerli yerindedir burada. Küçük ama bireyce anlamlı şeylerle dolu olan bir mikro kozmoz da denilebilir buna.
Evrenin içinde sadece küçük bir nokta olma düşüncesi; bu düşünce ölümü çağrıştırdığı için insana katlanılmaz gelir. Bu noktada anlam yıkılır, eşyanın kurulu düzeni bozulur .. Varlık o ana kadar içinde bulunduğu anlamlı olan bir dünyadan hiçliğe doğru sürüklenir. Burada gündelik bilinçten kozmik olarak adlandırılabilecek bir bilince geçiş söz konusudur. Kozmik bilinç zorunlu olarak ölüm düşüncesiyle birlikte gelişir. Dünyevi olan her şey değerini yitirir bu bilinç içinde.
İnsan soyunun yokolması tehlikesinin bilinci ancak bireysel varlığın yokolması endişesinden yola çıkılırsa sarsıcı bir etkiye sahiptir. Nükleer savaş tehlikesi insan türünün yokolması tehlikesini gündeme getirmiştir. Ancak bu tehlike tek başına kalıp, teker teker öznelerin varlık sorunlarıyla birleşmediğinde güçlü bir tepki uyandırmaktan uzak kalır. Toplumun anti-nükleer hareket olarak kodladığı alanla sınırlı kalarak kurumsallaşır, bir politika alanı haline gelerek baştaki köktenci niteliğini kaybeder.
Zaman ve mekan boyutlarıyla sınırlanmış olmak, insan varlığı için güç dayanılır bir durumdur. Cortazar’ın “Axolot” adlı öyküsündeki kahraman aynı adlı balıkların zaman ve mekanı ortadan kaldırmak istercesine hiç kıpırdamadan yüzdüklerini farkeder ve kendini bu durumun büyüsüne kaptırır. Öykünün sonunda kendisi de bir balık olarak algılamaya başlayacaktır kendi dışındakileri. Kendi eyleminin sınırlılığını aşmıştır artık. Her an değişen, başkalaşan bir dünya karşısında mutlak bir hareketsizliğe, suskunluğa kaptırmıştır kendisini, hiçleşmiştir.
Aktüalite zamanın akıp gittiği bir biçimdir. Tüm olgular görelidir burada. Zaman içinde varolan her şey geçicidir ve yokolmaya mahkumdur. Zaman her şeyi hiçliğe dönüştürür. Her şey sadece kısa bir zaman için şimdiye aittir. Sonra geçmişe gömülüp gider.
İnsanın kendi dışındaki eşya ile kurduğu ilişkiler, onun ölümle olan ilişkisinin de bir göstergesidir aynı zamanda. Kullanım değerlerinin ağırlıkta olduğu bir dünyada insan kendi varlığını daha çok duyumsar, eşyayı daha yakından tanır. Her eşyanın, her yaşantı parçasının ayrı bir yeri vardır onun gözünde ve bunlar birbirine indirgenemezler, birbirlerinin yerini tutamazlar, insan yaşamla köklü bir ilişki içindedir.
Değer’in (değişim değerinin) hakim olduğu bir dünyanın kurulmasıyla durum büyük ölçüde değişir. İnsan eşya ile doğal ilişkisini kaybeder. Gözünün önünde artık birbiriyle ikame edilebilir koca bir meta yığını vardır. Eşyanın insan üzerindeki hakimiyeti kapitalizmde tamamlanır. Eşyanın anısı ortadan kalkar. Yaşam solgunlaşır. İnsanın eşya ile daha önce kurmuş olduğu aşinalık yıkılır. Eşyanın suskun bir yığın olarak belirdiği bir durumdur bu. İnsan eşya karşısındaki aczini kavrar, peşisıra ölümün gerçekliğinin farkına varır. Yine de eşyaya yönelmekten kendini alamaz.
Kapitalizm tüm insanları görünüşte birbirleri karşısında eşit kılmıştır. Dolaşım değerleri dünyası onları eşit birimler olarak tanımlar. Böylece her insan bir diğerinin konumuna geçebilir. Başka bir deyişle her insan hiç kimse olabilir. Hiçlik insanın bir tür korunma duygusuna karşılık düşer. İnsan böylece artık kendisi için tedirginlikten başka bir şey ifade etmeyen öznelliğini ortadan kaldırma şansını eline geçirir. Sıradanlaşmak ister. Farklı olmanın getirdiği endişeden kurtulmak için kendini herkesin aynı olduğu bir dünyaya teslim eder. Kapitalizm bireyin kendisini tanımasının koşullarını yaratmakla yetinmez, onun kendisini unutmasının koşullarını da ziyadesiyle yaratır.
Pre-kapitalist toplumlarda ölüm hayatın doğal bir parçasıydı. Sağlıkla ilgili kurumlar henüz gelişmemiş olduğu için kişi doğal çevresi içinde dünyadan ayrılıyordu. Tüm ev ahalisinin doğal üyesi olduğu evdeki ölüm odası, bireyin ölüm öncesi son mekanıydı. Mezarlıklar kent mekanının doğal bir parçasıydı. Kapitalizmin gelişmesiyle birlikte insiyatif aileden hastahaneye geçti. Klinik sistemi içinde ölüm sadece tıbbi terimlerle ve göstergelerle açıklanan bir olguya indirgendi. Bir hastanın tıbbi bir müdahaleden geçmeden ölmesi artık günümüzde adaleti ilgilendiren bir konudur. Modern toplumun bireyi öldüğü ana kadar tıbbi malzeme ve hizmetlere gereksinim duyan bir tüketim birimidir. Bir hastahane ortamı içinde ölmek, birey için aynı zamanda bir tüketim düzeyi ve statü göstergesidir.
Kapitalizm kendinden önceki toplumlardan farklı olarak yaşamın değişik evreleri arasındaki çizgileri kalınlaştırır: Çocukluk, gençlik, olgunluk, yaşlılık ve ölüme hazırlık evreleri gibi. Yaşlılık ve ölüm yaşamın doğal evreleri olmaktan çıkar, özel bir endüstri alanının ilgi alanı haline gelir. Huzur evleri v. b. yaşamının aktif yıllarını toplumsal işgücünün bir parçasını oluşturarak harcamış bireylere, tevekkül içinde, yaklaşan ölümü karşılamayı öğretirler. Ölümü yakınlaşmış kişiler hastahanelerin “nesnel-bilimsel” ilgisine terkedilir. İnsan burada kendini tıbbın, teknolojinin her şeyin en iyisine karar veren ellerine terkederek ölümü beklemeye yönlendirilir. Birey yapayalnızdır şimdi. Metin olması, ölümü cesaretle karşılaması beklenir. Ölüm gerçeğini kabul etmeme, buna karşı çıkma yolundaki tepkisi artık hoş karşılanmaz.
Yaşar Çabuklu
Defterler Dergisi sayı 2