“Ölümlü Dünyanın Kötülük Dolu Karanlığı”nda Bir Çocuk: Dostoyevski

dostoyevskiDostoyevski, inanç sorununu genel olarak birçok romanına taşır ama Karamazov Kardeşler’de bu soruna çok daha kapsamlı bir biçimde eğilir…

Karamazov Kardeşler’lerle ilgili süregelen tartışmaların en önemlisi Dostoyevski’nin (1821-1881) bu romanda bir inancı savunup savunmadığıyla ilgilidir. Aslında Dostoyevski, inanç sorununu genel olarak birçok romanına taşır ama Karamazov Kardeşler’de bu soruna çok daha kapsamlı bir biçimde eğilir; daha doğrusu bu yapıtta onun için bu sorun çözüme ulaşmış gibidir. İnanç konusunun hâlâ tartışılıyor olması, kabul edersiniz ki, şimdilerde bile dinin günlük hayattan ideolojilere kadar sınırları belirleme gücüne sahip olmasıdır -insanın yüzyıllardır kafasının karıştığı birincil sorun bu gibi duruyor.

Dostoyevski, “Yazardan” bölümünde romanının merkezinde yer alacak olan Alyoşa adlı karakteri okuyucuya tanıtır. Burada yazar, anlatısının başından itibaren okuyucunun dikkatini bu karakter üzerinde toplamak ister, çünkü o kadar güçlü karakterler arasında okuyucunun Alyoşa’yı göz ardı etmesine tahammülü yoktur. Bu tanıtımda yazar -onun her zamanki kışkırtıcılığı sezilir- Alyoşa’nın bir kahraman olmadığını ileri sürer. Onun alçakgönüllü ve silik bir karakter olduğunu belirtirken şu tanımlaması daha önemlidir: “[Ç]ağdaşlarının hepsi, her nasılsa, geçici bir rüzgârın etkisiyle ondan sıyrılıvermişlerdir sanki” (vi).

Alyoşa, çocukluğundan itibaren hiçbir şeye şaşırmaz, hiç kimseyi yadırgamaz ve hiçbir şeyden ürkmez. “Dine büyük bir bağlılığı bile olmayan” bu yirmi yaşındaki genç “henüz olgunlaşmamış bir insanseverdir”(15). Bu “insansever” sözcüğü tam anlamını Zosima ile Alyoşa’da bulur. Gençliğinde kibrinden dolayı yaptığı hatalardan sonra kendini dine adayan Zosima’nın verdiği öğütler erdemli insan oluş üzerinedir. Zosima, ölümüne kadar insanlara genel olarak şu öğütlerde bulunur: içten pişmanlık duymak, korkmamak, kendinden utanmamak, içten olmak, yalan söylememek, sevmek, bağışlamak, merhamet etmek, yararlı bir sevgi için çabalamak, paraya tapmamak, şehvete kapılmamak ve hep mutlu olmak. Görüldüğü üzere bunlar, Eski Yunan’dan beri süregelen erdemli oluş ve bunun yaratacağı yaşanılabilir bir dünya çabasına yönelik öğütlerdir. Dolayısıyla bunlar, kendimizle ve başkalarıyla nasıl ilişki kurmamız gerektiğine ait değerlerdir. Yeraltından Notlar’da hayat iki kere iki dört değil, beştir diyen ve insanı hem mutlu olmayı seven hem de mutsuz olmaktan haz duyan bir varlık olarak tanımlayan Dostoyevski, böyle bir erdemlilik çerçevesi çizerek okuyucuları ikna edebileceğini düşünecek kadar saf mıdır?

Alyoşa, çok okuyan, çok düşünceli, görünüşte sakin ve yakışıklı biridir. O, manastırdayken mucizelere inanır, özellikle de Zosima öldüğünde gerçekleşecek mucizeye. Hatta o zamanlar Zosima, hastaları iyi ettiğinde bunun bir mucize eseri mi yoksa hastalığın doğal seyrinin bir sonucu mu olduğunu düşünmez bile. Alyoşa, halkın kutsala olan inancının nedenini düşünürken aslında bunun bir inanç meselesi olmadığını, tersine gerçek nedenlere bağlı olduğunu bilinçsiz bir biçimde ortaya serer. O şöyle düşünür, halk, farklı acılardan ve sürekli haksızlığa uğramaktan bıktığı için teselliyi kutsal bir varlık önünde secdeye kapanmakta buluyor çünkü onun varlığı bir gün adaletin yerine geleceğinin kanıtıdır. Ama buna karşı çıkan sesler de vardır. Alyoşa’nın babası manastırda başrahibe şöyle bağırır: “Yok, sen hayatta, aramızdayken erdemli ol, kutsal Peder; manastıra kapanıp hazıra konmadan, yukarıdan ödül beklemeden topluma yararlı ol; çetin olan bu”(111). Alyoşa’nın, Zosima’da gördüğü de halkın kutsal olanda görmek istediğiyle aynıdır aslında: Onun sayesinde insanlar birbirini sevecek, zenginlik, yoksulluk, büyüklük, küçüklük kalmayacak ve herkes tatlı tatlı geçinecektir (32). Karakterini riske atıp onu hafifsetmek istemeyen anlatıcı, bunlardan önce okuyucuya Alyoşa’daki baskın karakter özelliğini şöyle dile getirir:

Ben Alyoşa’da herkesten daha gerçekçi bir yaradılış görüyordum […] bence, mucize gerçekçide hiçbir kaygı uyandırmaz. Gerçekçide iman uyandıran mucize değildir. Gerçekçi, zındıklık yolunu tutmuşsa, bir mucize görse bile kendinde buna inanmamasını sağlayacak güç ve yeteneği bulur. Mucize yadsınamaz bir durumda bile olsa boyun eğmez; duygularına sırt çevirir. Kabule yanaştığında ise bunu mucize saymaz, şimdiye kadar bilmediği bir olay olarak görür. Gerçekçinin imanı mucizeden doğmaz, iman mucizeleri doğurur [….] Hem unutmayın ki, Alyoşa az çok son zaman gençlerindendi; yani yaradılıştan namuslu, gerçeğe susamış, onu arayan ve inanan bir gençti.(25)

Romanda Alyoşa’nın olağanüstü ve beklenmedik değişimine tanıklık ederiz. Bu değişimin kriz halinde kendini ilk göstermesi, Zosima’nın ölümüyle gerçekleşmeyen mucizeye ve asıl önemlisi bedeninin doğa yasalarına aykırı olarak erken kokmasına bağlı olarak Tanrısal adaletin yerine gelmemesi sonucudur. Alyoşa, o güne kadar yüce adalete inanmıştır ve Zosima gibi kutsal saydığı ve sayılan birinin insanlar tarafından bu kadar aşağılanması, onların eğlencesi olması, adalet hakkında başka bir yöne evrilmesine neden olur. Anlatıcı da bu rezaletin onun üzerindeki etkisine değinerek, “[R]uhunda bir değişiklik, tam bir dönüşüm yaratmış, onu temelli olarak belli bir amaca yöneltmişti”(429) diye çok önemli bir açıklama yapar. Alyoşa’nın yüzünde çarpık bir gülümseme ve gözlerinde hiddet kıvılcımlarıyla ilk sözü, “Tanrıma isyan ettiğim yok. Sadece ‘dünyasını kabul etmiyorum’”(444) olur. Ama hemen ardından salam yer, Gruşenka’ya gider, votka ve şampanya içer. Rakitin’in ifadesiyle bu, ermişlikten günahkârlığa yöneliştir artık. O akşam Alyoşa, yeniden manastıra gider ve Zosima’nın tabutu başında bir süre durduktan sonra kendini dışarı atar; gözyaşları içinde toprağa kapanarak kendinden geçtiği sırada ruhuna başka birinin girdiğini hisseder. Burada önemli bir metafor vardır ve bunu unutmamak gerekir. Dostoyevski, romanın başında sosyalistlerden bahsederken onların gökyüzünü yeryüzüne indirmek istediklerini söyler; Alyoşa, o gece yeryüzü ile gökyüzünü birleşmiş olarak görür. Bunun dışında romanın başından sonuna kadar temel olay örgüsünde asıl adaletsizlik Dimitri’yle açığa çıkar. Dimitri, babasını öldüreceği yönündeki haykırışlarına, sarhoşken yazdığı ve cinayetin tam olarak nasıl işleneceğini anlatan notuna ve bütün delillerin onun aleyhinde olmasına rağmen gerçekten suçsuzdur ama hukuk onu en ağır şekilde cezalandırır. Yani romanın temel çatısından anlaşılacağı gibi Dostoyevski’nin birincil sorunu adaletin bu dünyada nasıl sağlanacağıdır.

Romanda İvan’ın sahneye çıktığı yani düşüncelerini açığa vurduğu kısımlar çok etkileyicidir. Gerçi Dostoyevski’nin en sıradan karakteri bile o kadar bütünlüklü bir etkiye sahiptir ki okuyucu romanı daha okurken sersemleyerek tam bir akıl tutulması yaşar. Bitirdiğinde de ne düşünmesi gerektiğine karar veremez. Yine de yirmi dört yaşındaki İvan’ın okuyucunun aklını ve ruhunu ele geçirmek için yarattığı atmosfer başkadır. Okuyucu sevgi dolu, sakin ve hiç kimseyi yargılamayan Zosima ile Alyoşa arasındaki büyük bir sevginin içe işlediği bir atmosferden çıkarak İvan’la birlikte gerçekliğin en çarpıcı hâliyle karşılaşır.

İvan, babası tarafından bakılmadığı için -çocuklarının olduğunu bile unutmuştur aslında, “şehvet” dolu hayatına devam eder- Alyoşa ile başka evlerde büyür. Başkalarının evinde, onların ekmeğini yiyerek büyümesi ve babasının utanmaz, yüz kızartıcı bir adam olması küçük yaşta yüreğine işler ve bunları hiçbir zaman unutmaz. Küçüklüğünden beri okumaya karşı üstün bir yeteneği olan İvan, üniversitedeyken hem ders verir hem de “Gören” imzasıyla çeşitli dergilerde sokak olaylarıyla ilgili yazılar yazar. Yazılarındaki kışkırtıcı ve heyecanlı anlatımla dikkatleri üzerine çeker. Üniversitenin son yıllarında bilimsel eserler üzerine yazdığı eleştiri yazıları edebiyat dünyasında da ilgi uyandırır. Doğa bilimleri okumasına karşın kilise mahkemesi sorununa ilişkin yazdığı bir makale sonrasında geniş kitleler tarafından tanınır hâle gelir. O, Alyoşa’ya göre bir bilmece, Dimitri’ye göre bir mezar, Smerdyakov’a göre de -akla gelmeyecek bir biçimde- babalarına en çok benzeyendir.

Ertesi gün Moskova’ya gitmeden önce bir lokantada Alyoşa’nın o güne kadar merak ettiği iç dünyasını olduğu gibi ortaya koyar -İvan’ın neredeyse monolog biçiminde süregiden, “Büyük Engizisyoncu”yu da içeren bu konuşma dünya edebiyat tarihinde romanın en önemli sayılan kısmıdır. Bu bölüm, o kadar sarsıcı bir biçimde yazılmıştır ki roman yayımlandığı tarihte yapıtı okuyan kilise mensupları, Dostoyevski’nin inanç konusundaki görüşlerinin ne olduğuna bir türlü karar verememişlerdir.

İvan, inanç konusundaki söylevine yakınlarını hiç sevmediğinin buna karşın çocukları çok sevdiğinin altını çizerek başlar. Çocukların çektikleri acılarla ilgili olarak ayrıntılarıyla şu örnekleri verir: ırzına geçilenler; havaya atılarak süngüyle yakalanmaya çalışılanlar; beyni tabancayla dağıtılanlar; yarı çıplak, yarı tok sürüleri otlatmaya götüren ve domuzların kepek bulamacıyla karnını doyuranlar; anne ile babası tarafından özellikle daha çok acı vermesi için seçtikleri dikenli sopayla dövülenler ve dövdükçe bundan haz duyan anne ve babalar; bir çocuğun safça güveninin bazı insanların onları dövmek için kışkırtıcı olduğunu düşünenler ve bunun sonucunda çürük içinde kalmış küçük bedenler; tuvalet ihtiyacını gece söylemediği için tuvalete kapatılıp kendi dışkısı yedirilenler ve ceza olarak köpeklere parçalatılanlar. Bu yaşananların dinsel açıklaması da insanın, iyilikle kötülüğü ayırt etmesi ve öldükten sonra kavuşulacağı vadedilen ölümsüz ahenk adına bunları yaşamasının gerekliliğidir. İvan’ın en önemli argümanı da burada ileri sürülür: Ölümsüz ahenk adına çocukların bedel ödemesi gerekir mi? Bu bedel, küçük çocukların kanlarıyla ödenirse insanlar buna karşın yine de sonsuza kadar mutlu olabilecekler mi? Şöyle devam eder: “Yo, istemem ben ölümsüz uyumu, insanları sevdiğim için istemem […] Zaten uyuma pek büyük değer biçildi, bu giriş kesemize göre değil… Bu yüzden ben bileti hemen geri veriyorum”(319-20). Bu konularla ilgili gazete kupürleri biriktiren ve duyduklarını not eden İvan, konuşmanın başında Alyoşa’nın onun gerçekten inanıp inanmadığı sorusuna bu örneklerden sonra, “İnsanın mı Tanrıyı, Tanrının mı insanı yarattığı üzerine düşünmemeye karar vereli çok oldu”(305); “Anlamamaya karar vereli çok oluyor. Anlamak istersen olaydan sıyrılman gerekir, oysa ben sadece olayda kalmak istiyorum”(317) diye aralıklı olarak yanıt vererek düşüncelerine açıklık kazandırır. Ama aslında en iyi bildiği şey, şişko bir tüccar karısı kadar inançlı olunca bütün acılarının dineceğidir. İvan’ın bu sözleri karşısında Alyoşa da canilerin hepsini idam etmeli diyerek artık dinsel kimliğinin o hafif örtüsünden tamamen sıyrılır. Bu, daha sonra dokuz yaşındaki Kolya’nın Alyoşa’ya söylediği, “Bir mistik olduğunuzu işittim ama… bu durum durdurmadı beni. Gerçeğe dokunduğunuz zaman bundan sıyrılırsınız. Sizin yaradılışınızdaki kimselerde hep böyle olur”(720) saptamasına doğru bir yönelimdir aslında. Yani kurban olarak özellikle çocukların seçildiği bu dünyada gerçeği tam olarak kavrayan vicdan bu acılara geçecek gözüyle bakamaz ya da bunun için bahaneler ileri süremez. Ama tüm bu çıkarımlarda en çok kafalarını karıştıran, Tanrı adına büyük acılar çekerek çarmıha gerilen İsa’dır; bunun İvan’a göre açıklaması da konuşmanın diğer kısmında yer alır.

İvan’ın yazdığı ve ilk defa Alyoşa’ya dillendirdiği “Büyük Engizisyoncu” bölümünde Engizisyoncu ile onun hapse attığı İsa karşı karşıya gelir; o, İsa’dan neden geri döndüğünün hesabını sorarken İsa onu gülümseyerek dinler. Çarmıha gerildikten sonra insanların içine düştüğü perişanlıkları Engizisyoncu anlatır ve onun sunduğu seçme özgürlüğünün insanlara taşıyamayacakları bir ağırlık yüklediğini, bu ağırlıktan kurtulmak için birbirlerine seve seve onu devretmeye çalıştıklarını söyler. Bunun için din adamlarının ne kadar uzun zaman çabaladıklarını, insanlara ekmek vererek onları kendilerine nasıl bağladıklarını ayrıntılarıyla anlatır. Derin bir etki yaratarak sayfalarca süren bu bölümde Engizisyoncu, kısaca insanların ihtiyacının mucize, sır ve otorite olduğundan bahsettikten sonra İsa’yı gecenin karanlığında sokaklara bırakır. Sır, Tanrı’nın olmaması; mucize, ihtiyaçların giderilmesi; otorite de düzenin sağlanmasıdır.

Ecinniler’deki Krillov’un “acıyı ve korkuyu alt eden Tanrı olacaktır” önermesine karşın İvan, Tanrı olmadan nasıl bir dünya tasarlar? Ona göre düzen şöyle işleyecektir:

İnsanlık tüm olarak Tanrısızlığı kabul ederse (bu devrin aynen jeolojik devirler gibi geleceğine inancım var); kendiliğinden, yamyamlığa başvurmadan çözülür bu dava. Eski görüşler, özellikle bütün eski ahlak kuralları yıkılacak, her şey yenilenecek, insanlar hayattan, sadece bu dünyada alabilecekleri mutluluk ve zevkleri tatmak için birleşecekler. İnsan ruhu tanrısal devliğe ulaşmış bir gururla yücelecek, tanrısal bir insan doğacak. İradesiyle, bilimlerle doğayı her an alabildiğine alt eden insan bundan durmadan öyle zevk alacak ki, bu ona gökten beklediğini unutturacak. Hepsi, sonradan dirilmesi olmayan ölümlüler olduklarını öğrenerek ölümü, ağırbaşlı, tanrısal bir soğukkanlılıkla kabullenecekler. Hayatın kısacık bir andan ibaret olduğunu anlayarak, gururun doğurduğu sitemleri unutacak, hemcinslerini çıkar gözetmeden sevecekler. (848-49)

Romanlarındaki karakterlere baktığımızda olayların gidişatında ya da sonucunda yaşanan acılarda Tanrı’nın eli yoktur, sadece tesellisi vardır. Mucizeler de yoktur: ne Zosima’nın ölümünde ne Dimitri’nin çırpınışlarında ne İlyuşa adlı çocuğun yürek dağlayıcı ölümünde… Ateistlerle ilgili olarak da -şiddete ne kadar açık gibi görünseler ve zaman zaman Dostoyevski tarafından suçlansalar da- onların başkalarına zarar vermediği görülür. Bu karakterler içinde en güçlü olan İvan bile Alyoşa’ya yaptığı itirafta onun kendisine güvenebileceğini, babasını hep koruyacağını ama gerçek arzusunun onun ölmesi olduğunu söyler ve bu yüzden de kendisini suçlamamasını ister; hatta Dimitri’nin babasını öldürmüş olacağını düşündüğü zamanlarda ağabeyinden tiksinir. Dolayısıyla istek ile eylem Dostoyevski’nin romanlarında önemli bir sınırı belirler; Dimitri, babasını öldüreceğini her yerde haykırır, gerçekten babasının bu dünyada yok olmasını ister ama onu öldürmeye en yakın olduğunda bile eyleme geçmez –farklı bir açıdan Suç ve Ceza’da Raskolnikov’un isteme durumunda kalmayan ve tefeci kadınla onun kız kardeşini öldürmesiyle sonuçlanan trajedi gibi; bu eylemle yaşananlar başka bir anlam kazanır. Aynı zamanda yazarın, ateizm konusunu daha etraflıca ele aldığı Ecinniler’deki karakterlerin de başkalarına zarar verme eğilimleri yoktur. Sadece Verhovenskiy onlardan farklıdır; bunun nedeni de savunduğu ideolojiyle ilgisi olmayan ondaki daha kişisel nedenle açığa çıkan güç istencidir; onun yok etmek istemediği -büyük kazanımlarına uygun olan Stavrogin dışında- kimse yoktur; Alyoşa’nın bu noktada sesi duyulur gibidir: “Kimin öleceğine kim karar verebilir?” Buna karşın nihilist yapıdaki karakterler hem kendilerine hem de başkalarına ölümcül zararlar verirler. Smerdyakov hiç doğmamayı isteyecek kadar nihilisttir; İvan’ın “Tanrı yoksa her şey mubahtır” anlayışını yanlış anlamlandırdığı için cinayet işler ve bu eylemin sorumluluğunu kaldıramayıp intihar eder. Buna benzer bir biçimde Stavrogin, 13 yaşındaki bir kıza tecavüz eder ve bir süre sonra var olan değerleri kabul etmediği ve değer de yaratamadığı için girdiği ruhsal çöküntüyle kendini asar.

Dostoyevski, alışkın olunmayan bir gerçekçidir ve gerçekliği anlatırken de okuyucunun alışkın olmadığı bir biçimde kurgulayarak ifade eder; bu yüzden okuyucunun kafasını çok karıştırır. En kötü karakteri bile bir an en doğru saptamayı yapabilir. Bu yüzden onun düşünceleri, felsefesi tüm karakterler gözetilerek belirlenebilir; çünkü o, her bir parçacığını -iyi ya da kötü fark etmez- karakterlerin tümüne dağıtmıştır. Fyodor Pavloviç’teki rezil oluştaki güzellik, Smerdyakov’daki sara krizleri, Dimitri’deki paranın düşünülmeden harcanması, İvan’daki zihinsel güç, gerçek acıları kavrama ve onlar karşısında alınan tavizsiz tutum, Rakitin’deki yaşananları sansürsüz söyleme ve paranın elde edilme biçimi, Alyoşa’daki sevgi ve gurursuzluk, İlyuşa’daki cesaret gibi.

İnsanın yıkıcı tarafını o kadar iyi bilir ki Dostoyevski, hayatı boyunca bunu yok etmenin kendince yollarını arar. Bu yüzden edebiyat aracılığıyla insanın ruhunu iyi kılmaya çalışırken onun düşünsel, duygusal olarak ne kadar savrulacağını ve edimleriyle ne kadar kendisi ile çevresine zarar verebileceğini gözler önüne serer. Aslında o, insanın gücüne inanır ve adaleti bu dünyada gerçekleştirecek yetiye sahip olarak sadece onu görür. Budala’da ölmek üzere olan İppolit, kusursuz olan doğada zaten Tanrı diye bir şeyin olmadığını söylerken Dostoyevski’nin bu konudaki görüşünü de açığa çıkartmış olur. Bu noktadan yola çıkan Dostoyevski, Tanrı’ya, aynı İvan gibi, “ölümlü varlığın zaman içinde gelişmesinin doğurduğu bir kavram” olarak baksa da bu inanç olmadan insanın, vicdan azabı çekmesini ve delirmesini önleyecek erdemleri de içeren, daha iyi bir hayat için ideale, bilgiye, gerçeğe yönelmeyeceğini ve bunlar için mücadeleye girişmeyeceğinin o kadar bilincindedir ki İvan’a şöyle dedirtir: “Tanrı icat edilmese uygarlık olmazdı” (173). Peki, adaleti sağlamak için insanda eksik olan nedir? Onun tamamlayıcısını da Alyoşa’nın özelliklerine bakarak anlarız. Bu, sevgi ve sabrın olduğu, buna karşın yargılama ve kibrin olmadığı bir karakteri zorunlu kılar. Romanın sonunda, ki okuyucu için Alyoşa’nın hangi zihinsel süreçte olduğu konusunda en kayda değer nokta burasıdır, küçük İlyuşa’nın ardından Alyoşa, “yavru güvercinlerim” dediği çocuklarla yaptığı son konuşmada, çocukluktan kalma güzel bir hatıranın insanın tüm hayatına güvenle bakması ve kötülük etmemesi için en önemli şey olduğunu söyler ve ekler: “Hayattan korkmayın çocuklar! İyi, doğru bir şey yaptığınız zaman hayat öyle güzel ki!” Görüldüğü üzere mezar başında bile dinsel içerikli bir konuşma yapmaz Alyoşa; çocukken yaşanan mutlu günlerin hayatın güzelleşmesi konusunda çok değerli olduğunun altını çizer.

Dostoyevski’nin çocukluğundaki baba travmasına değinmeden romandaki en önemli karakterlere baktığımızda hepsinin acılarla geçen çocukluk yıllarına şahit oluruz. Dimitri, İvan, Smerdyakov ve Alyoşa, hepsi kardeştir ve hepsi de büyük acılarla büyür. Dolayısıyla “bu kadar çok çocuk acı çekiyorsa varsan da seni reddediyorum” derken İvan haksız mıdır?

SEVİM GÖZCÜ
14 Temmuz 2016 http://t24.com.tr/

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir