Ölümün Ağzı – İrfan Yalçın

“Mükellefin urganı, terli olur yorganı; mükelleften kurtulan, çifte kessin kurbanı.” Anonim türkü

İkinci Dünya Savaşı yıllarında zorla çalıştırılan Zonguldak maden işçisinin yaşamını ” Ölümün Ağzı ” adlı kitabıyla romanlaştıran İrfan Yalçın, 2. Dünya Savaşı döneminde, 27 Şubat 1940’ta başlatılan, ama savaşın bitimini de aşarak 1 Eylül 1947’ye kadar uygulanan (zorunlu çalışma yükümlülüğü) “iş mükellefiyeti”ni konu alarak Türkiye toplumsal tarihinin en acı sayfalarını edebiyatımıza taşımıştır. İrfan Yalçın Ölümün Ağzı’nı, maden ocaklarında can vermiş, sakat kalmış, “maden”in bütün çilesini çekmiş, ama hiçbir zaman insan onuruna yaraşır biçimde yaşatılmamış tüm emekçilere adayarak
, onların önünde saygıyla eğildiğini belirtmiştir. Ve kitabın sunuşunda ise şöyle der:

“Eğer bir gün “acı”nın tarihi yazılırsa, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Zonguldak Kömür ocaklarında “işçi mükellefiyetinin, kısaca “mükellefiyet”in de sözü edilir herhalde. “Mükellefiyet”, “yükümlülük” anlamına gelen Arapça bir sözcük, Zonguldak maden köylerinde “karabasan”la eş anlamlı bir sözcük olup çıkmıştır adeta. Bu gün bile, buralarda yaşayan genç-yaşlı her köylü, bu sözcüğü duyar duymaz, irkilir, bu sözcükten acı duyar.

İkinci Dünya Savaşı yıllarında, Zonguldak kömür ocakları çevresinde yaşayan erkek köylüler “işçi mükellefiyeti” adı altında zorla çalıştırılmışlardır. Yaşlı bir madenci o günleri şöyle anlatıyor: “Yük yaşayan bir hayvan-huysuzlanıp da gitmezse sahibi döver onu. Ama ne kadar döverse dövsün onu yaralamak, sakat bırakmak, öldürmek gelmez içinden. İşte böyle sakınmalardan bile uzaktık “mükellefiyette” biz. Bir hayvan, bir eşya kadar bile değerimiz yoktu nedense. Ayağı kırılan ocak katırı, yiten bir kazma bizlerin ölümünden daha çok üzerdi başımızdakileri. Çünkü ocakta çalışan katırlar az bulunuyordu. Ama bize gelince karıncalar kadar çoktuk biz.”

Mükellefiyet döneminin gerçek olaylarından yola çıkılarak kaleme alınan bu sadece bir roman değil, aynı zamanda acının derin bir tarifidir de.

Bu olayların geçtiği coğrafya, mükellefiyet döneminde yaşanan ölümlerin ağzından, yıllar sonra iş, aş, ekmek ve ölüm kapısı olan, kömür üretimi terk edilerek bölge olarak ta “ÖLÜMÜN AĞZINA” bırakılmıştır. Bakalım bu bırakılışın romanını kimler, nasıl ve nerede yazacaktır. Olayların kahramanları kimler olacaktır. Ölümün ağzına yaratanlarla, ona atılanlar değişecek midir? Elbette tarih, bir gün bunu söyleyecektir”

Romandaki diyaloglara bir göz atacak olursak;

“Ana, bahçe kapısının önündeki koca, kara bir taşa oturarak, Niyazi’ye:

-Üç ay oluyo buban öleli, dedi. Üç ay tam? Tamı tamına üç ay?

Ağlaya dayanmış, uzaklara boş boş bakan Niyazi:

-Ney dedin, ana? Diye sordu.

-Bubanın ölümü, dedim. Yuf size lan! Alıp gelmediniz bubanızın ölüsünü buraya? Oralarda, dağ başlarında godunuz herifimin ölüsünü? Yuf size? Yuf? Adam olacaksınız bi de? Üç ay da geçse, üç yıl da geçse kendim alıp gelecem onun kemiklerini ordan? Göreceksiniz bak!?

Bu diyalogdan geçmişe dönük olarak konuyu ören Niyazi ile Recep Çavuş arasında geçen konuşmalara yer yer bakıldığında ise;

-Canuma tak dedi artık! Bu yaştan sonra bu çile, bu eziyet çekilmez ha dinime!

-Dayak olmasa çekülür, dedi Niyazi. On altı saat durup dinlenmeden çalış, sonra da ondan bundan dayak ye işin yoksa!

….

-Neymiş çatışma varmış Alaman Gavuruyla! Bize mi bunun çilesi hep? Şehir uşağı kırıt kırıt kırıtsın sokaklarda, köy uşağının madende anası bellensin?

-Yanlış yerde dünyaya gelmişiz buba biz! Şehirde doğacağımıza köyde doğmuşuz! Köy insanı demek; eziyet insanı demek?

-Paran olacak daha doğrusu, paran! Paran oldu mu, köyde de olsan gorkma hiç! Hacı?nın oğluna, Kazım?ın oğlına niye mükelleflik yok ta, bize var?

….

Bu romana adını veren “Ölümün Ağzı”nın nereden geldiğini de merak edenler vardır elbette. Onu da diyaloglarda arayalım.

“Acıdan kasılmıştı yüzü ananın. Saçlarını bırakmıyordu candarma.

-Öldürdünüz uşamı? Öldürdünüz?? iniltileri arasında Niyazi?nin jandarma kurşunuyla hayata veda ettiğine tanık olunmaktadır.

….

İbram çavuş, Niyazi’yle Ana’nın bulunduğu yere dört bacak sürünüyor, toprağı oyuyordu tırnaklarıyla. Soluk soluğaydı, bitkindi. Ara sıra kendini toprağa bırakıyor, bir süre dinleniyordu öyle. İncecik sesiyle küçük bir çocuk gibi ağlıyordu durmadan. Acınası bir görünüşü vardı. İyice yakınlaşmıştı Ana’ya.

-Anşa, anşa, Niyazi de mi girdi ölümün ağzına yoğsa? O uşamı da yedi yuttu ecel?

Ana boş boş baktı İbrahim Çavuşa. Görmemişti sanki. Başını birden havaya kaldırıp, öfke, hınç dolu bie sesle:

-Allahım, yok musun? diye bağırdı.


Ahmet Makal’ın 27/02/2005 tarihinde Radikal Gazetesi’nde Romana Dair Yorumu

“Mükellefin urganı, terli olur yorganı;
mükelleften kurtulan, çifte kessin kurbanı.”
Anonim türkü

Yıldönümleri, geçmişin acı ya da tatlı olaylarının hatırlanmasına vesile olurken, geçmişte yaşananlardan bugün ve gelecek için dersler çıkarılmasına da katkıda bulunur. Bireyler gibi, toplumların da geçmişe yönelik bir vicdan muhasebesine girişmeleri, kuşkusuz sadece geçmişin daha iyi anlaşılması açısından değil, vicdan sahibi bir topluma ulaşma açısından da önem taşır. Günümüzde Türk toplumu, giderek daha da bozulan gelir dağılımı, Dünya Bankası ölçütleriyle 13 milyonun üzerinde yoksulu, 5 milyon işsizi, sosyal korumayı zayıflatan uygulamalarıyla vicdanını ve adalet duygusunu neredeyse yitirmiş gibi. Bu koşullarda toplumsal barışı sağlamak ve sürdürmek mümkün olabilir mi? Toplumsal tarih, barışı sağlamanın önkoşulunun, gelişmenin nimetlerini ve külfetlerini toplumun farklı kesimleri ve sınıfları arasında daha adil paylaştırmak olduğunu ortaya koyuyor. “Barış istiyorsanız, adalet ekiniz…” diyen bir Latin atasözü, bunun en özlü ifadesidir. Kuşkusuz adalet de, barış da “akıllı” ya da “akılsız” diktatörlüklerde değil, demokrasilerde sağlanabiliyor ve bu konuda Türkiye tarihinden çıkarılabilecek önemli dersler var. Bundan 65 yıl önce yaşanan, ama yaşayanların belleklerinde hâlâ varlığını sürdüren bir karabasanı hatırlamak, günümüzün adaletsizliklerine ve çözüm yollarına da ışık tutacaktır.

İş mükellefiyeti
ll. Dünya Savaşı döneminde, tam 65 yıl önce bugün, 27 Şubat 1940’ta başlatılan, ama savaşın bitimini de aşarak 1 Eylül 1947’ye kadar uygulanan “iş mükellefiyeti”, Türkiye toplumsal tarihinin en acı sayfalarındandır. Buna karşılık, aynı dönemin bir başka acı sayfasını teşkil eden ve ağırlıklı olarak etnik temelde uygulanan Varlık Vergisi’ne ilişkin tartışmalar akademik ortamı aşarak medyaya, sanatsal çevrelere ulaşırken, çok daha geniş kesimleri kapsamına alan iş mükellefiyeti uygulamasının gözlerden ırak kalması üzücüdür. Savaş koşullarında, 1940 yılında çıkarılan Milli Korunma Kanunu uyarınca, emek evrenine yönelik uygulamalar yapılırken; 1936 tarihli İş Kanunu’nun çalışanları koruyucu birçok hükmü askıya alınmış, özellikle kadınları ve çocukları koruyucu hükümler ile çalışma süreleri ve tatillere ilişkin kısıtlamalar getirilmişti. Bu düzenlemelerle, ücretli emeğin geniş bir biçimde sömürüsü için yasal olanaklar yaratılırken, uygulamalar savaş döneminde özel ellerde sermaye birikimine katkıda bulunmuştu. Yasanın emek evrenine yönelik uygulamalarının en acısı ise, ağırlıklı olarak Ereğli Kömür Havzası’nda uygulanan iş mükellefiyeti -“zorunlu çalıştırma”- olmuştu. Bu uygulamayla bölgedeki yaklaşık 60 bin kişiye belirli dönemlerde madenlerde çalışma yükümlülüğü getirilmişti. Ağırlıklı olarak yöre köylüleri olan bu kişiler, kendi iradeleri dışında topraklarından, ailelerinden ayrılmak durumunda bırakıldıkları gibi, son derecede ilkel ve güvensiz koşullarda maden ocaklarında çalışmak zorunda kalmışlardı. “Madenkeşler” son derecede olumsuz sağlık, barınma ve beslenme koşulları içinde yaşamak durumunda kalmanın yanı sıra ülke, bölge ve sektör ortalamalarının altında ücretlere de mahkûm edilmişlerdi. Çoğu madencilik deneyimi sahibi olmayan ve bu iş için gerekli eğitim de verilmeden ocaklara sokulan bu kişiler, genel sağlık sorunları yanında, meslek hastalıklarıyla ve kazalarla cebelleşmek durumunda kalmış, mükellefiyet uygulamasının yapıldığı 1940-1947 yılları arasında sadece iş kazaları sonucunda ölenlerin sayısı 700’ü geçmişti.

Adil olmayan dağılım
Günümüzde madenci bölgeleri olan Zonguldak, Bartın dolaylarına yolu düşenler, 65 yıl önce yaşanan bu karabasanın hayaletinin hâlâ dolaşmakta olduğunu hissederler. Dönemi yaşayan insanlarla konuşanlar, mükellefiyet uygulamasına ilişkin anıların belleklere, zihinlere silinmez biçimde kazındığını görürler. Bu kazınmada, mükellefiyet uygulamasının kendisi yanında, işyerlerinden firar eden işçilerin yakınlarına yapılan muameleler belirleyici rol oynadı. Bu muameleler, mükellefiyetten firar edenlerin eşlerinin ya da çocuklarının karakollara alınarak, ancak firarinin teslim olmasından sonra salıverilmesine, hatta ırza tecavüze kadar uzanıyor. Yörede yaptığımız görüşmeler bu uygulamalara ilişkin canlı tanıklıklar sunarken, eski bir mükellef işçi, kendi deyimiyle ‘genç gelinlere yapılan kötülükler’den söz ediyor. İrfan Yalçın’ın “Ölümün Ağzı” adlı belgesel nitelikli romanı, bu olayları çarpıcı biçimde resmediyor.
Kuşkusuz, savaş koşulları, her ülkede dönemin olağanüstü koşullarına uygun olağanüstü önlemler alınmasını zorunlu kılar. Savaşa girmeyen, ancak her an girilebileceği korkusuyla geniş bir seferberlik uygulaması içerisinde olan Türkiye de, ekonomik ve sosyal hayatın düzenlenmesi için birçok önlem almak durumundaydı. Bu nedenle, olağanüstü bazı önlemlerin alınmış olması doğaldır. Ama doğal olmayan ve eleştirilmesi gereken, insanca olmayan uygulamalar yanında, savaşın yüklerinin değişik toplumsal kesimler ve sınıflar arasında adil olmayan biçimde dağılımıydı. İş mükellefiyeti de dahil olmak üzere, Milli Korunma Kanunu’nun düzenlemeleriyle geniş emekçi kesimler ağır yükümlülükler altına sokulurken, Varlık Vergisi ve Toprak Mahsulleri Vergisi uygulamalarına karşın, sermaye kesimlerinin bir bölümü savaş koşullarında olağanüstü kârlar elde etme ve birikim yapma olanağını bulabildiler.

1924 Anayasası’na aykırı
Kuşkusuz, bütün bu uygulamalar, savaş döneminin kendine özgü koşulları yanında, dönemin siyasi koşullarının etkisini de taşır. İktidardaki Cumhuriyet Halk Partisi dışında muhalif bir siyasi partinin, özgür kamuoyu ve basının oluşumuna izin verilmediği, Türkiye’nin tümüyle örgütsüz bir toplum olma özelliğini taşıdığı ve işçiler açısından sendikal örgütlenmenin yasak olduğu koşullarda; uygulama, sosyal yönleri dikkate almayacak şekilde ve herhangi bir sosyal denetimden azade biçimde yürütülebildi. Uygulama, birçok açıdan uluslararası camianın normlarına ve en azından savaş sonrasındaki yıllar itibarıyla yürürlükteki 1924 Anayasası’nın hükümlerine de aykırıdır. Türkiye’de çok partili siyasal yaşamın tümüyle olmasa dahi, bazı kurumlarıyla varlık kazanmış olması durumunda, savaşa ve olağanüstü önlemlere karşın, uygulamalar daha ölçülü ve sosyal-insani maliyetleri de kâle alan biçimde yapılabilirdi. Çalışma Bakanı Sadi Irmak, 1946 yılında “Demokrasi yolunda mutlu gelişmeler çalışma davamızda da hayırlı tesirlerini göstermiştir. Mevzi iş mükellefiyetleri kaldırılmış, meslekî teşekküller meydana gelmesi için kanuni imkânlar açılmıştır” derken, demokrasinin yokluğuyla iş mükellefiyeti uygulaması arasındaki bağlantıyı da açık biçimde kurmuş oluyor. Çok partili yaşama geçiş sürecinde bu bağlantı, uygulamalara muhatap olan işçi ve köylüler tarafından da kurulacak ve “emekçi halk yığınları ile CHP arasında bir daha telafi edilemeyecek kopuşlara” yol açacaktır. İş mükellefiyeti uygulamasına tepki duyan bölge halkı bu tepkiyi siyasal yaşama yansıtacak, 1950 seçimlerinde siyasal tercihlerini Demokrat Parti’den yana kullanacak ve CHP seçimlerde sürekli ve önemli oy kaybına uğrayacaktı.
Türkiye’nin gelişim sürecinin altında insanların emekleriyle birlikte, canları da yatıyor ve günümüzden 65 yıl önce yaşananlar, Latin atasözünü doğrularken, zamanımıza ışık tutuyor: “Barış istiyorsanız, adalet ekiniz…” Toplumsal barışı sağlamanın, gelişmenin nimetlerini ve külfetlerini adil bir biçimde dağıtmaktan başka yolu yok….
Ahmet Makal: Prof. Dr., Ankara Üni., SBF


İrfan Yalçın’ın Yaşam Öyküsü
1934 yılında Zonguldak’ta doğan yazar, ailesi Bartınlı olan Yalçın’ın babası kundura ustasıdır. Zonguldak Mehmet Çelikel Lisesi’ni bitiren Yalçın, rutubetli hava nedeniyle yakalandığı iklim hastalığına karşın, daha lise yıllarında edebiyat denizinde soluk alıp vermeye başlamış. Milli Eğitim Yayınları tarafından çıkarılan klasikleri tez elden okumuş, Varlık, Yeditepe ve Türkdili dergilerini takip etmiş. İki arkadaşı ile birlikte, üç sayı da olsa, “Yeni Aydın” adlı edebiyat dergisini çıkarmışlar. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden 1960 yılında mezun olan Yalçın; Kozan, Çarşamba ve Zonguldak liselerinde Fransızca öğretmenliği yaptı.

1972’de öğretmenlikten ayrılarak İstanbul’da Metin İlkin ile birlikte kitapevi açtı. Varlık ve Türk Dili dergilerinde yayımladığı şiir, öykü ve çeviri yazılarından sonra, bir süre yazın yaşamına ara verdi. Yeni Dergi’nin eleştiri dalında düzenlediği yarışmada ikincilik ödülünü alınca (1968) yazın yaşamına döndü.
Soyut, Gelecek, Yeditepe, yansıma dergileriyle Cumhuriyet gazetesindeki öykü ve eleştirileriyle tanındı. “Pansiyon Huzur” adlı romanı ile Milliyet Gazetesi 1974 Yılı Roman ikincilik ödülü almış. “Genelevde Yas” adlı romanı “14 Numara” adıyla sinema filmi olmuş. “Fareyi Öldürmek” adlı oyunu, Erkan Yücel’in rejisiyle Ankara Halk Tiyatrosu tarafından sahnelenmiş. “Ölümün Ağzı” ve “Büyük Soytarı” adlı romanlarının yanı sıra “Uzun Bir Yalnızlığın Öyküsü” ve “Annam, Babam ve Ben” adlı öykü kitapları ile edebiyat dünyasında yerini almıştır. Ölümün Ağzı adlı romanıyla da TDK 1980 Roman Ödülü’nü kazandı.

Eserleri

Pansiyon Huzur (1975),
Genelevde Yas (1978),
Ölümün Ağzı (1979).
Fareyi Öldürmek
Büyük Soytarı
Annem, Babam ve Ben

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir