Ölümünün 12. Yılında Süleyman Okay (1928-20 Eylül 1999) / Şiir, Öykü Ve Yazılarıyla Anmak? – Arif Okay

Geçmiş yıllarda yaşam öyküsünü verdiğimiz babamız Süleyman Okay?ı bu kez şiir, yazı ve fotoğraflarıyla anımsamak istedik. Önce hoş bir delikanlılık şiiri verelim:

PÜSKÜLLÜ BELÂ

Belâsın başımda
Püsküllü belâ…
Yazmak için
Ne hacet yıldızlara:
Ne hacet ay?a?
Sen varsın başımda;
Belâ;
Püsküllü belâ.

Süleyman Hacımollaoğlu (1)
Atayolu Gazetesi 19 Nisan 1947

Fotoğraf: Süleyman Okay Süleyman Okay?ın babası Köşker Arif OKAY

Süleyman Okay?ın babası Köşker Arif Usta oldukça yoksuldu (2). Beş çocuğu içinde yalnızca Süleyman? okutmak için olağanüstü çaba veriyordu. ?Ceketimi satar oğlumu okuturum? diyordu ve sözünü tutuyordu. Ancak Süleyman Lise 1 de iken babası 1947 yılında 51 yaşında öldü. Bu ölümün ardından Süleyman Okay?ın okul yaşamı sona erdi. İşte babasının toprağa verilirken söylediği ve daha sonra yayınlanan şiiri;

GİTTİ

Yar gitti
İçimden bahar gitti…
Yokluk üstüne yokluk.. Var gitti
Gurur gitti, ar gitti
Çünkü yar gitti.
Baba gitti
Peşinden cümle akraba gitti
Dostlardaki ?Merhaba!- gitti
At gitti, araba gitti
Çünkü baba gitti.
İstikbal gitti
Bir neş?eli hal gitti
Bir meyve yüklü dal gitti
Arı gitti, bal gitti
Çünkü istikbal gitti.

İLERİ HÜRRİYET
15-5-1949

Fotoğraf: 1948 Yılında üç arkadaş İskenderun Limanında bir arada? Rüzgarlar onları savursa da sosyalizm sevdasından yola çıkan üç arkadaşın dostlukları asla bitmedi. Üçü de artık aramızda değiller? (3)

Ve bundan sonra şiirinin temeli sosyalist düşünce idi. Lumumba?yı katleden Zalim Çombe, Kızılderilileri katleden Amerikalılar, Afrika?da Mau Mau kabilesini yok eden İngilizler şiirindeki keskin dilin hedefiydi.

APAÇİ TÜRKÜLERİ I

Roberto Mau Mauları unuttun mu
Hani bir gün o kovboy gücünle
Ocaklarına incir çekirdeği diktiğin

Dudaklarının ölümcül bükülüşü
Yaldızlı mahmuzların
Başımdaki uğur tüyümdü
İlk vurduğun
Sonra nişanlım
Sonra kızlığım

Nerdesin Roberto ben
Son Ogi?siyim Apaçilerin
Kirlettiğin yarınımı şimdi
New-york sokaklarında arıyorum

Duvarlı coplu kapılarınızdan
Eski bir çığlık çoğalarak dökülüyor
Tüm doğanın yaşama çocukları üstüne

Düşüncelerimin resmini çekemezsin Roberto

YEDİTEPE
Eylül 1966

APAÇİ TÜRKÜLERİ II

İki kanlı göl gibiydi gözlerin
Ölüm kokuyordun roberto
Walt Street?ten dönüyordum yorgun
Soyulmuş çıplak

Benim Ogi Apaçilerden tamtamlı anı
Kestim kara saçlarımı kestim uğur tüyümü
Soyut bir gölgeyim peşinde büyüyen
Benim ben üç çatal arasından kurtulan

Wall Street?te ıslıklı günler
Kıran kırana
Seni gördüm yitirdim
Bir namlu ağzınca kara
Dumandın üstünde ışıklarımın

Olgun gecelerde yalnız ve kovboylu bir yaz
Parmaklarımda anıların olumlu sertliği
Diyelim bir güzel çirkinlik
Yağmurlu sabahlarda ilk uyanan

Konut bir düşle geliyorum yanlışlığına
Güllerin katmerlisi çizgiler bir sessiz bakış
Sonra cambazlığın ceplerden kasalara

Bir bilsen yangınlığımı Roberto
Bir bilsen ben
Yaşayan kiniyim Apaçilerin
Bir bilsen bir bilsen
Bir bulsam seni

YEDİTEPE
Ocak 1968

Spartaküs onun için çok önemliydi. ?Sömürüye ve zulme başkaldıran ilk isyancı? derdi ve kahraman Spartaküs?ü bir şiirle şöyle anlatmıştı:

SPARTAKÜS

Bıkar bırakırdı yaşamayı küçülerek
doğa içinde doğaya adanan
evrim başı genç bir filiz
alır ortasından meydanların
alır başları baş kaşı kaş gözü göz
yürekleri var mı bilmez
alır madenlerden cinsel oyunlara
o emilgen göğüsler arasındaki parıltı
kırbaçların döktüğüdür
toprağa adanmış mabetlerde büyür
şaraplarda kan kokusu
düşsel yaşantılı sofralarda insan dokusu
adaleler soylu kişilerde birim öyküsü
kan kurudu gladyatör kargısında
o besili damızlık hayvansal insan
çarmıhlar isa?dan önceki isalar içindi
daha ışığı görmedik
Aristolar Eflatunlar geçmedi kıyımızdan
adım başında taban çirkinliği
izlerimiz yok biz yoğuz çocuklarımız yok
sayılarımız bir ya da bin
ben pazarı gördüm benden ağırdı zincirlerim
çalınmış domuzun üçtü değeri benim bir
bir çekirge bir kuş olmayı isterdim
papatyaları görmedim güneşi unuttum
bir tahtırevanda çiftleşir sahiplerim
omuzlarımda
kilometreler uzar benden önce
üstüme işenirdi
sonra mermere işlenirdik
bir Afrodit?e bir göz için binimiz
altından pırıltılara derimizden girilir
bir helana orasını temizletirdi ellerimizle
bir sahip gücümüzü emer yataklarında
sabahlar nerede bu pahalı düş
asırlar geçer de omuzlarımdan
taşlar öğütülür demirler bükülürdü

Çağlardan sürelerle acılar emdim
korkular kinler yürüdü kanıma
ilk ışığı ben yaktım evrende ben yaktım
ilk mabetlere ben yürüdüm

ATAÇ
1 Ağustos 1963

Lumumba için;

(??.)
KARŞI

Kurun sofraları yiyin beni tüketemezsiniz
bir girdim içinize çıkmam ölümlerle
ben aynayım yansıyan sabahlara
ben LUMUMBA

YELKEN
Nisan 1966

Uzun bir şiir olan Aynalar şiirinde Antakya?nın devrimci ve sosyalistleri (Ahmet Sırrı Hocaoğlu, Veysi Sarısözen, Suavi Baruçu, Mustafa Kuseyri) bu şiirde anılırlar:

AYNALAR VII

Yön?de dar bir pencereden bakıyor
Hocaoğlu Sırrı
kızıl bardağında durgun
bir tadımlık ihtilal
dudaklarında Kapital?den ezgiler
şehir kulübünün gediklisi
hanlar hamamlar geçip gidiyor ceplerinden
külahlarını ters giydiriyor burjuvalara
çelişkiler yumağıyla örüyor kazaklarını
anamalcılarla iç içe
saygın sosyalist burjuva Hocaoğlu Sırrı

Balın peteği
koza sarısı umut yeşili
ve şafağın doğum sancısı
düşünce toprağa
ince poyraza karşı
yapraklarını yenileyen
sürgün dal gibiydi Veysi
keçi kılı heybesiyle
bir iklimden bir iklime
akışını bulunca suların
çimerdi bir kıyıdan bir kıyıya

Suavi can çocuk kapalı bir kutu
açtım gülücükler aktı ansızın
dudaklarından
açtım bilgelik kavga yediveren çiçekler

Ya Kuseyirzade Mustafa
safa geldin kardeşim
soframıza otur hele
bir tadımlık sohbet bir yudum teori
bakışlarında zadelik
bir yama gibi iğreti
yakışmamış yakışıklım
o kurşun o çiyan o zemheri
gözdağı
ve mezarın başında yiğitlerimiz
karınca gibi çoktular

1971

Gece gündüz Vietnam?ın A.B.D.?ye karşı verdiği özgürlük mücadelesini radyodan dinlerdik. Süleyman Okay emperyalistleri ülkesinden atan Vietnamlılar için bir zafer şiiri yazmıştı:

VİETNAM?DA BİR KUŞ UÇAR

(Vietnamlıların zaferi için söylenmiştir)

Vietnam üstünden bir kuş uçar
Süzüle – süzüle
Ne bir uçak keser yolunu
Ne bir mermi korkusu
Ne ölüm ulakçısı atmaca
Ak kanatlarında barışı taşır
Bir uçtan bir uca

Vietnam üstünden bir kuş uçar
Bakar aşağılara
Okulların, hastanelerin
Tüm yapıtların yıkılmışlığına
Bakar Vietnamlılar
Barut fıçılarını boşaltıp
Şarap dolduranlara…

Vietnam?da bir kuş uçar
Akın maviyle seviştiği yerde
Çocukların kavruk yüzlerine
Uzatır ışıktan kanatlarını
Unuttukları baharı
Eti,sütü,sıcak çorbayı
Ve gülen yüzü
Bulacaklarını muştular…

Vietnam?da bir kuş uçar
Bir uçtan bir uca
Yanar ışığı evrenin, çalışır teleksler
Salar içimize insancıl düşünceyi
Yeter acılar, yenilir keder
Açar çiçeklerini ozanın yüreği
Barışın türküsünü söyler

Vietnam?da bir kuş uçar…

Kurtuluş Gazetesi
26 Ocak 1973

Aynalar başlığı altında en güzel makalelerini yazdı. Bunu bir kitap olarak yayınlamak üzere dosyalaştırdık. Takma adlarla yerel öyküler, maniler, gülmeceler yazdı.

Haksızlığa, zulme, emperyalizme karşı kaleminden adeta kan damlattı. Antakya?da eleştirisinden kimse kaçamadı. Yazdığı nükteli manilerdeki taşlamalardan Belediye Başkanı bile nasibini aldı:

KÖŞKERDEN;

Yirmibeş kuruşluk maniler

Hikmeti gören var mı?
Girdiği kapı dar mı?
Ambar delik cep delik
Alacaklı sorar mı?

Bire Hikmet kuruyuk
Kırıldı evde suluk

Mahmudun Makamına
Yakışıyor sanına
Çukurlar çoğalıyor
İşler kaldı yarına

Aman Mahmut insaf et (3)
Altmış beşe çıktı et

Kurtuluşu kurtarın
Laf doyurmaz karın
Yazı mazı der iken
Batacak belki yarın

Aman bire ha bire
Kaldır düşmesin yere

Balcıoğlu sıkışık
Bıyıkları yakışık
Parti marti der iken
Kırıldı bakır kaşık

Balcıya verin kaşık
Bugünlerde çok aşık

Kurtuluş Gazetesi
3 Ocak 1977

Antakya; doğup büyüdüğü ve 71 yılını geçirdiği memleketi. Şairliğini Antakya?sı için de konuşturdu:

Fotoğraf: Bir zamanlar Asi Nehri üzerine dek taşan Camlıkahve?

NERDE KALMIŞTIK ANTAKYA?M I

Bir tandır sıcaklığında yorgansız geceler
geceler boyu yıldızlar parkta uyur
arada bir göz kırpar
kayar nöbet değiştirir yakamıza konar
ışık böcekleri uğurdan kanatlarıyla

Zil zurnadır artık Antakya
sevdaları emer en sıcak uçlarından
Çiçek Kahvesi?nden geçilir karşı kıyıya çimerek
çimmek arınmaktır günahlarından
günahlar işlenmek içindir kanaviçe sevişmelerle

Kantara Çıkmazı?ndan çıkarak geldim
hoş geldim masanıza
armonika mı ağzınızdaki Bağdat türküsü
acaip baş mı bağlar Antakya hanımları
belle?lerde bulgur kaynatır
sokuda bulgur
havanda biber döver
çocuklar kettüş oynarken
bire?ler kele?ler saç saça baş başa
fırfır gülle yoyo
ve küspeci Havran?ın sinisinde
tepeleme fehli incirler

Enzehlet?te seyran kilimleri
çapıt dokuma yün karışımı anılar
ocaklarda çalı çırpı patlıcan dolması eşki-aşı
tabbuhalarda
kırmızı çiçek açar sarmeyciler
zembillerde keşşir şekerkamışı
yılan balıkları canlı oryantal

Nerde kalmıştık anımsat
ama nerde kalmıştık
yoksullaştı belleğim
Çanacık?ta bir sokakta
nefesim geziye mi çıkmıştı
iki ayaklı bir boğayı çıldırtmıştı
Kırmızı kravatım

Yalçın Usta
sen hala sol-ak mısın

Camlı Kahvede
elini uzatsan sulara değer
gele?ler bölüşülür akşamları
meyan şerbetlerindeki dingin
ve buzlu konaklar
konuk kumru
asma dallarında
yemyeşil bir asma kurdu
suskun karıncalar
ellerim nerdesiniz

Kıyısında dur bir nefeslik
Bizans surlarının
Öksürük Deliği?nden
kimler gelip geçti
bu kaynayan mozaik kentten

Ben giderim ardımda iz bırakmadan
açmayın anıların demirkapılarını
ak kağıt üstünde kara yazgım
sulak gözlüm Zuğeybe suları
akıyor hala suskun çeşmelerden

II
Geldim sana
geceyi ilkel bir tezgahta işledim
kıvrak motiflere kondu yılkının
Zümrüdü Anka kuşları
geceden arta kalan yoğun sevişmeleri
dallarda bıraktı kumrular
turuncu sarhoşluklar içinde artık
sabahın ilk serinliği
cömert bir rüzgarın dallardaki
mahmur valsini izliyorum
sarışın uykulardan sonra
birden Dörtayak?ta
izmarite dönüşüyor ilk sigaram
Antakyalı düşüncelerime
sığmıyor artık bir fincan kahvenin
esmer kokusu
Camlı Kahve?de iniyorum
aklımın terkisinden
kendimi içiyorum

Lacivert bir türküyü eskitti
nişanlı gecelerde
gerdeğe girdiği mor kuytularda
doğdu Antakya
sebildi suları Defne?nin
zilli sedefleri akıttı sabahlara
eski bir kılıcın çıldırık sesinde
gladyatör çığlığı paslandı
soluk soluğaydı artık
Asi Nehri
sığmıyordu yatağına
yılan balıklarını sakladı
koynunda
dev bir su dolabının kovalarından
ıslak ninniler aktı geceler boyu
mozaik uykular üstüne
(??)

V
(??)
Durduk
asırları akıtan Asi Nehrinin kıyısında
karşı tepelerde Bizans artığı
ölü surlar sessizdi artık
baskınlar kimlik değiştirmişti
bir gergedan boynuzuna
üflenmiyordu savaş tamtamları
ölüm bir sinsi yarasa gibi
gelip konuyordu ansızın yüreğimize

Açsak pankartlarımızı
direnişimizin yumuşak karnıydı ayışığı
duygusallığımızdı grev kırıcılığımız
açsaydık pankartlarımızı
birden
kimliksiz devrim söylencesi

Oradaydık
tuzlu suların mavi giysileri
kirleniyordu kıyılarda

Ne kaptanı vardı dümende
gemilerin martılardı
anonimdi çığlıkları
fakat deniz kimlik değiştiriyordu
ırmakların tatlı sularıyla
buluştuğu yerde
rıhtımda boş kovalarla dolaşıyorduk
bir miço bile olamadık
bencildi yenilgimiz

Çocuklar oynuyor bak çimlerin göğsünde
elleri minnacık
bakışları çocuk
çişlerini tutamıyorlar kimi zaman
utanmayı öğreniyorlar böylece

Tam bir yol ağzında
saçları dağınık
adam bakışlı bir çocuk
ışıksız bakışlarını
dökerdi üstümüze
ve bağırırdı
nerede benim çocukluğum diye
ansızın kara gölgelerimize
işte orada durduk

Avuçlarımızdaydı yaşamın eskitilen güncesi
dönüşü olmayan bir sevdanın suskunluğu
açılan nar taneleri gibi yayılırdı yüreğimize
derin güz yıkıntıları doludizgin soyunurdu ağaçlar
biz giyinirdik sımsıkı

Durduk
çerçeveli o hüzün bahçesinden
baktık
diri bir portakalın kabukları gibi
turuncuydu gökyüzü
hışımla savrulan rüzgarın önünde
şaşkındı bulutlar
oysa uzun bir geceye ayarlıydı kum saati
damla damla akıyordu yüreğimize
bir yerlerde ansızın
sevişmeler donuyor
kimliğimiz soruluyordu
valizlerimizdeydi birilerinin elleri
ve saman sarısı bir renge boyanıyordu umut
(??.)

VII
Ve akşamları dolu dolu
eski şarap gibiydi beraberliğimiz
toprağın teri ince titreşimlerle
uçuşurken havada
Nazım gelir kurulurdu baş köşeye
yıkanırdı dudaklarında dizeler
illegal bakışlarında martılar
üveyikler mermiler dolaşırdı
anılarımla dopdolu duruyorum Çanacık?ta
ardımda amatör bir baykuş ansızın
dar bir sokakta
soluğunu döküyor toprağa

Acısına yaşamın daha yeni bulaşmıştı Füruzan
minnacık yüreğinde taşırdı dünyasını
sıcak gecelerde sekili bir evde
göz hapsinde soluk bir kuyunun
ve kırık nahit taşlı avluda
karıncalı zakkum ağaçlı
yuvarlak kalaylı kocaman bir sinide
akşam nevalesi
ve ay ışığının ulaşamadığı köşelerde
gecenin gölgesi
cızırtılı bir plağın
ağır aksak döndüğü gramofon
şarap gibi hoştu
ve belki de nafileydi sohbetimiz
gözgöze miydi sesimdeki eşkalin
ama uzaktı ayakta kalma çabalarımız
Çanacık?ta duruyorum hazırım açığım kendime

Sağır dilsizler birer gölge gibi geçiyor kıyımdan
duyabiliyorum acılarını sessizliğin
tükenmiş başlamayan kavgaları yılkı atlarının
tetikler düşüyor güpegündüz
bir yerlerde infazını suluyor yine zabitan
susuyor varoşlarda ağlayan çocuklar
yıllanmış çınarın kuşları susuyor
sonra madalyonlar şiltler plaketler

Şu an çocukların
düşlerinde görmedikleri oyuncaklar
elmalı şeker
kuş kanatlarında uçurtmalar
bir anaç çınar kollarını açmış Şirince?de
koynunda uyanık sebil bir çeşme
nerdeyim soruyorum kendime yabancı
zaman mekan sınırlarını zorluyorum
Bir İstanbul?dayım bir Antakya?da

Şu an alnımdan süzülerek geçiyor Asi nehri
dudaklarıma değmeden
gözlerimi yakarak geçiyor
gecenin sisli varoşlarında uyuyor Antakya
yitik çanlarında akordu sessizliğin
şimdi gladyatör yalnızlığı surlarında
kapandı demir kapıları Habib-i Neccar Dağının
Antakya uyuyor şafağa ayarlı saatlerde

Antakya?nın nabzı atıyor bileklerimde
defne yapraklarından yıkanan sular
damıtıyor susuzluğumu
gizli bir örgütle bilendi çarmıhtan önce
dağın durağan göğsünde
antik bir yontu üretti hünerli eller
rüzgar doldurdu içine
ışık su ve ürperen kaçaklar
dolunayla yıkandı Sen Piyer
artık sağnak düşüncelerin tohumları
nergizdi sümbüldü söğecendi
zeytin palası taşıdık eteklerine
geceleri birer nokta gibiydik
ayışığında
gündüzleri seyran sofralarında

Hangi gün ağarırken
çiçek tozları savruldu
acının üstüne

Dudağımda yarım kalmış öyküler
sağnak yağmurlarla gelen
sevdanın
duraksız aranması

Hönker Köşesinde bekliyordum
yoksulluğun savurgan yalnızlığını
Kantara çıkmazı bir kuyu gibi
duvarlar yıkılır üstüne

VIII
Aynalarda unutma bakışlarını
gülücüklerini dağıtma dudaklarında kalsın
sesini paylaş benimle

Şimdi boşluğu deliyorum
eskitilmiş
yüzümde kırklı yılların çizgi takvimi
ütopikti ilk kıvılcımlı yollar
pembe gözlüğün sarhoşluğu
tavşan kanı çaydı şaraptı boğma-rakıydı
en sarhoş anımda Engels amcamın uyarıları
tohumun toprakla sevişmesiydi
Tükenişin başlamayla ilişkisi
her kavganın bir nedeni
her nedenin bir kavgası
Sarılıyor makaraya zamanın ipi
ip çözülüyor yavaş yavaş

Fotoğraf: Annesi Fatma Kadın ile (1895-20 Eylül 1994)

Bir de kirvesi vardı. Onu anmadan yazıyı bitirmek olmaz. 1922 doğumlu Yalçın Usta (Ergönül)? Bu bir sünnet kirvesi değildi. Babam Süleyman Okay dahil birçok gence sömürüyü, sınıf çelişkisini, sosyalizmi belleten Yalçın Usta? Bir turunç dalında asılı bulunan ve intihar etti diyerek üstü kapatılan olay daha dün gibi anılarımda capcanlı (14 Haziran 1970). İşte bu omuz yoldaşına, bu kirveye Okay?ın yazdığı şiir:

KİRVEM
-Yalçın Ustanın anısına-

Kirvem akşamları
güzel yorgunluğumuzu taşırdık evlere
etimiz kaçak rakımız bulunurdu
soframızda
sen gelirdin hatice gelirdi
en sıcağından diyalogumuzu kurar
başlardık kavgalarımıza

Bizim de açmazlara düştüğümüz olurdu
yenilerdik kafamızdaki sıcak
yıllanmış birikimleri

Sen kızardın kirvem
biz de kızardık
bekleyişimiz yıpratırdı bizi
oysa her gün yeniden
dallara su yürürdü

Kirvem çiçeklerin kanı damarlarında
renksiz dolaşır
görsen inanmazsın kırmızı bir gülün
beyaz akan kanını
kolay değil bir yerlere ulaşmak
birden sıçramalar
büyük bekleyişlerin ürünü

Kirvem gençliğimiz bir dağ başında
günahsız akan sular gibiydi
kaldırımları eskitemedik seninle
ardımıza baktık bir gün
uzun bir yolculuğun yorgunluğu
bir namlunun yivleri gibiydi
eğri ve gerekli
sen gülerdin şaşkınlığıma
iyimserliğin çiçek açardı

Şimdilerde
ağaçlarımızı taşlayanlar çoğaldı kirvem
hızlı koşan atlarımızın sırtında
kocaman yaralar
çember daraldı kirvem
geçitler azaldı

Kalk kirvem yaklaş bana
kimseler duymasın anlamasın
sana yeni ve sıcak aşklardan söz edeceğim

Antakya Gazetesi
18 Temmuz 1973

Gülümseyerek bitirmek için bir gülmece örneği veriyorum.

ÜÇ HARBUBİNİN SERÜVENİ

Kentimizin çok ve uzun boylu içebilen üç kafadarı, bir Pazar günü öğleden sonra Soğuksu?ya giderler. O zamanlar Soğuksu mevkiindeki, yüzyıldan beri akan buz gibi su daha kaybolmamış ve o sözde turistik yapılar meydana gelmemişti. Orada ağaçlar altında, su kenarında kulübemsi bir yapı bulunurdu. Yaz aylarında orayı içkili, mezeli olarak çalıştıran bulunurdu.
Evet, üç kafadar Soğuksu?ya gidip, orayı çalıştırandan bir şişe 35?lik rakı isterler, birer buçuk kişilik kebap, birlikte getirdikleri meyveleri yıkatır tabağa koydururlar. Su kenarına açtırdıkları bir hasır üzerinde sere serpe oturarak kurarlar çilingir sofrasını tam bir piknik hayatı…
Habire içer üç kafadar, içtikçe keyifleri artar, akşama doğru tam kıvamındalar, başlarlar oynamaya. Ama önlerindeki 35?lik rakı bitmek bilmez. Etler yenir, yenisi ısmarlanır, meyveler suyunu çeker, ama rakı bitmez bir türlü.
Pikniği çalıştıran ortaklardan biri işkillenir bu durumdan, ortağa sorar: ?Yahu? der, ?E, bu adamlar içkicidir. Her biri oturunca bir büyüğü temizler. Önlerindeki 35?lik hala bitmedi. Şunların keyfine bak, bir 35?lik bu üç harnubiyi böyle şıkır şıkır oynatır mı??
Diğeri daha saf ve iyi niyetli olduğundan duruma bir çözüm yolu bulur, cevap verir ortağına, ?Oğlum der bunlar kurnazdır, esasen dışarıda içmişlerdi, içkili geldiklerinden burada bir şişeyle yetindiler.?
Üç kafadar akşam karanlığında yıkılarak kahkahalarla terk ederler orayı.

Ertesi gün üç harnubinin birinin iş yerine ortaklardan biri damlar. İşlek bir yerdedir işyeri. Piknik sahibi, kafadarın karşısına geçer, seslenir ona ve başlar seresere oynamaya. Oynadıkça oynar, göbek atar.. Elinde kemanı da var. Diğer elinde bir şişe rakı? Yanında darbukacı da var. Bazen çalar, bazen oynar. Arada sırada seslenir: ?Ya canım bir şişeden oynadın canım? diye. Karşı dükkanlardan ve çevrede durumu gören koşar, hazır beleş bir oyun var ortada, seyri de güzel.. Kalabalık çoğalır, piknikçinin isteği bu zaten. Bitirir oynamayı ve yaklaşır kafadara, ?Ulan açıkgöz? der, ?Bizden başkasını bulamadın mı çarpacak.. Bir şişe ile sizinki kimi harnubilerin göbek atacak kadar sarhoş olamayacağını ortağıma söyledim de, o hırpo aldırmadı bana.. Ya.. Boşalan şişeyi kapat koy suyun içine, suyun içindeki dolu şişeyi çek önüne. Ulan ben dolu şişeleri müşteri için soğusun diye suyun içine koymuştum. Siz gelip te içesiniz diye değil? der.
ORKUN
Kurtuluş Gazetesi 1973

Ölümünün 12. yılında Süleyman Okay?ı emekleriyle anmış olduk.
Onu asla unutmayacağız.

ARİF OKAY

1)Antakya?da soyadı kanunu daha geç çıkmıştır. Okay soyadı alınmadan önce sülalemiz Hacımollaoğlu olarak anılırdı.
2)Köşker; yemeni diken usta demektir. Kundura yokken yumuşak deriden basit ayakkabılar yapılırdı bunlara yemeni denirdi. Hacımollaoğlu Arif Usta zamanında 100 kadar köşker dükkanı vardı.
3)Süleyman Okay 1928-20 Eylül 1999
Arif Hikmet Katiboğlu 1928-7 Temmuz 2010
Kasım Yücel 1928-13 Ağustos 2011
4)Antakya Belediye Başkanı Mahmut Yanaray.
Soğuksu: Antakya Reyhanlı Yolu üzerinde bir piknik yeri.
Harnubi: Antakya?nın içkiciliğiyle, alemciliğiyle tanınmış bir siması. Daha sonraları birçok alemci bu adla anıldı.

AYNALAR ŞİİRİNDE GEÇENLER:
Çiçek Kahvesi: Kışla yakınında uzun yıllar önce yıkılan, ailelerin ve aydın gençlerin gittiği kahve ve lokanta.
Kantara Çıkmazı, Çanacık,Hünker Köşesi (Hünkar Köşesi),Şirince,Dörtayak Eski Antakya mahalle ve sokakları.
Enzehlet, Zeytin Palas; eskiden gidilen piknik yerleri.
Defne; Bugünkü Harbiye. Şelalesi ile ünlü bir vadi ve belde.
Zuğeybe; Dursunlu Beldesinden Antakya?ya verilen güzel bir su.
Tabbuha: Toprak kap.
Belle: Bulgur kurutulan alan.
Sarmeyçi: Sarmaiçi, kısıra benzer Antakya?ya özgü bir yiyecek.
Soku: Bulgur, biber dövülen içi oyuk taş.
Öksürürk Deliği: Bu ortası delik bir sur parçası idi. İçinden geçilirse hastaların iyileşeceğine inanılırdı. Yerine Hastane yapıldı.
Füruzan: Yalçın Ergönül?ün kızkardeşi.
Keşşir: Siyah havuç

Fotoğraf: Evde mütevazi bir yılbaşı kutlaması (1973): Arkada Süleyman Okay. Solda Arif, ortada Adil, sağda Hürriyet Okay. Küçük Kız Sündüz (yeğen), en sağda Orhan Okay (yeğen).

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir