On İki Dağın Sırrı / Bir Göz Ağlarken – Haydar Karataş

Bir göz ağlarken diğer gözün güldüğü görülmüş müdür?
Dünya kaç köşeymiş uzun uzun konuşan, konuştuklarını tekrar eden, saplantıyla özlemlerini, evveliyatlarını anlatan Dersimliler. Küçük, sıradan, kayıp giden hatıralar, garezler, kibirlenmeler… Yanlışın, kahırla ufalan hayatın farkında olan Zazalar, Kürtler, Ermeniler, Kızılbaşlar… Candarmalar, paşalar, hükümetler, aşiretler, metruk evler, boşalmış ovalar, inatla geleneğe sarılan köylüler, atlılar, tüfengler…
Gece Kelebeği yeniden kanat çırpıyor…

İlk kitabın öncesine gidiyor. Eprimiş bir rüyayı pastoral ve masalsı bir üslupla, kederle resmediyor. Zor diyorsun, yazık! Hepsinin bir hikâyesi vardı.

“Haydar Karataş canavarcasına yazar damarı olan birisi. Hayvani bir yazar, bunu olumlu anlamda söylüyorum. Yaşar Kemal’de de böyle doğadan kaynaklanan bir güç vardır.” -Murathan Mungan-

“… Haydar Karataş yeni dönem yazarlar arasında kendine has sese sahip ender isimlerden… Onun cümlelerine alışanlar hep aynı tadı arar.”
-Burhan Sönmez-

“Bu derece mükemmel bir Türkçe nasıl olabilir?”
-Kaan Arslanoğlu-

“Haydar Karataş, Dersim’in acılı müziğini kendine özgü, soluk kesen, masalsı anlatımıyla kulaklarımıza ulaştırıyor yine.”
-Gün Zileli-
(Tanıtım Bülteninden)

Haydar Karataş?ın sarsıcı romanı: ?On İki Dağın Sırrı? – Pakize Barışta
(29. 07. 2012 tarihli Taraf gazetesi)
Haydar Karataş?ın sarsıcı romanı: ?On İki Dağın Sırrı? Edebiyat,sabır taşını çatlatır!
Acı bazen o kadar yoğundur ki, insan onu unutmak ister, dile getirmemeyi seçer.
Ancak hiçbir şey unutulmaz?
Zamanın sabrına terk edilir!

Zaman, sabır biriktirir, acıların emanetçisi olur.

Bir gün gelecek, zamanın ruhu harekete geçecek ve sabır içine sabır gömülmüş ozamantaşı çatlayacak, sabırı oluşturan o müthiş, dayanılamaz denen acılar, edebi bir yolla adeta ortaya saçılacaktır.

Insanın insana ettiği, egemenin mazluma çektirdiği, kıyamın çaresizi yok ettiği, kardeşin kardeşi katlettiği bir acılar manzumesi; trajediyi bile aşan analtımlarla, yaratıcı bir yazı marifetiyle evren kaydına geçirilecektir.

Edebiyat, bir manada bunun için vardır. Acılarla yüklenmiş duyguları zuhur ettirir adeta.

Birdenbire karşılaşırız böyle bir metinle; ki, hikaye edilenin kaynağı da gizliliğinden birdenbire kurtulur böylece.

Edebiyat, sabır taşını çatlatmıştır çünkü.

Tarih bütün ruhuyla ortaya çıkmıştır ve zalim çıplaktır artık!

Dersimli Haydar Karataş?ın ikinci romanı On İki Dağın Sırrı, işte böyle bir edebiyat örneği.

?(?) Talip, dedi, ?ikrar nedir bilir misin? O ikar denen şey şu Anadolu?nun, bu Dersim hududunun harcıydı, o harca zalimin suyu karık oldu. Daha görülmemiştir ikrarın ikrarı pusuya düşürüp zalim olanın hududunda mekan almak istediği?? ?Talip, benim küçük oğlana sorsan, bu tarlaya çiçek tarlası der, oysa o bir fasulye tarlası, çünkü tohumunu biz attık, her ot kendi kökünnün üzerinde olur Talip, ektiğin tohumda başka bir bitkinin zuhur ettiği gröülmemiştir. Bu Dersim?in tohumunu efsunlayan Cenabıhak neden başka bir şey zuhur etti? Anlamak zor.? (?)?

Dersim?in dumura uğratılmaya çalışılmış hafzasını, yazar Haydar Karataş dünyaya açıyor, On İki Dağın Sırrı?nda.

Bu öylesi bir feryat beyanı ki; coşan, seller gibi taşan bir edebiyat; dağları deviren, dereleri aşan bir destansılık.

Acının yazıya sığınması adeta.

Bu yazı ki, yerinde duramıyor!

İleriye doğru fırlamak isteyen bir at gibi geriliyor ve unutturulmuş gerçekliğe doğru yöneliyor bütün gücüyle.

On İki Dağın Sırrı?nı okduğumuzda, kudretin nasıl siyasallaştığını, iktidarlaştığını; kötülüğün nelere kadir olduğunu daha iyi anlıyoruz.

Dersim?e, Dersim inasnlarına reva görülen zulüm; hayatların eğemenlik ve mülkiyet girdapları içinde savrulmasının, hakla ilgili en küçük bir direnmenin büyük katliamlara yol açtığı, işbirlikçiliğin, öldürerek ve kaçırarak toprağa el koymanın, kardeşi kardeşe, aşireti aşirete vurdurmanın trajik bir sunumu, bu has edebiyat.

Dersim?in acılı sesi, bir yazı ozanının hecelerinde, kelimelerinde ve cümlelerinde duyuluyor adeta: ?Talip, sen sen ol, hükümetten uzak dur, hükümeten uzak durmanın acısı büyüktür ama ölümü temizdir, hepimiz her sabah kalkar kalkmaz yüzümüzü güneşe döner, dilek tutarız. Şu yeryüzünde, yatağından kalkıp da, yüzünü doğan güneşe dönmeyen var mıdır?? (?) ?Talip, en büyük söz o güneşe dönerken söylenen sözdür, bir de insan atasının söylediği sözdür, ama bazıları güneşe bakar da onu göremez.?

On İki Dağın Sırrı, büyük bir merhamet romanı.

Korku, insanlığa olan tehdit o kadar büyük ve acımasız ki, Dersim?de belki de tarih kurulduğundan beri yaşatılan ve zenginleştirilen merhamet ?insanlık vicdanı- zulmün kaynakları tarafından güç karşısında eriyor ve Dersimlilerin içinde korku tünelleri açıyor. Roman, 1938 katliamını işaretlerken, önceki dönemlerin insanlık dışı birikimlerine de olağanüstü duyarlı bir biçimde değiniyor.

Haydar Karataş, 1915 yıllarındaki gibi büyük bir felaketin geleceğini, Dersimlilerin o derin kültürleri içindehissetmeleri üzirene kurmuş romanını.

Dersim ruhu, Dersimlinin sazı, sözü, semahı (ister Kürt, ister Alevi, ister Ermeni olsun) sonsuza dek yasaklayacak, yok edilecektir! Romanda çok iyi anlatıldığı gibi; bu işe karar vermiş devlet tarafından ahlakın, ulviyetin devreye sokulmasıyla başarılacaktır bu. Pirler, keşişler, ozanlar tehlikelidir ve mutlaka açtıkları yollardan her ne papasına olursa olsun döndürülmeleri gerekir, hatta o yollarda sonsuza dek ortadan kaldılmaları kanun emridir neredeyse.

Ve mutlaka kann akacaktır. Dersim ikrarı başka türlü tasfiye edilemez zira. Ki, bu ikrarın içinde ?Dersim Uygarlığı?nın, insanlık tarihinin en önemli kültürlerinden biri olan pagan kültürü de vardır.

Dağın, taşın, ağaçın, suyun, yılanın, çiçeğin insandan hiç farklı görülmediği o muhteşem kültür.

Haydar Karataş?ın bu romanı edebi açıdan kolay kolay tanımlanamayacak bir yazı türü bence. Trajik olanın masalla buluşturulduğu, masalın destanlaştığı, destanın masalın anlamını değiştirdiği, hikaye örgüsünün kimi zaman anlatcılıkla beslendiği, kimi zaman da o anda yaşanıyormuş gibi hal aldığı bir yazıyla karşı karşıyayız.
İnsanın, doğanın özünden geçen bir dile sahip On İki Dağın Sırrı.
Mutlaka okunmalı derim ben.

Siz Dersimli olsaydınız ne yapardınız? – Yeraz der Garabedyan
(Agos gazetesi 30 Agustos 2012)
Haydar Karataş, Gece Kelebeği?nin ardından On İki Dağın Sırrı adlı tarihi romanıyla bu yaza damgasını vuran yazarlardan biri oldu. On iki Dağın Sırrı, daha önce aralanmış bir kapıyı deyim yerindeyse tekmeleyerek açıyor: 1938 öncesi Dersim?i resmi tarih arşivlerinde bulabileceğiniz karakterler ekseninde resmediyor.

Gece Kelebeği?nin aksine, kitap erkeklerin gözünden bakıyor döneme. Kitabın Dersim yöresinin en belirgin öğeleri olan masallar, efsanelerle dolu olması, erkek bakış açısının sertliği ve keskinliğiyle bir kontrast oluşturyor, bu durum kitabın etksini çok daha güçlü kılıyor.

Çıkmazın büyükülüğü

Karataş, olağanüstü dil kullanımıyla daha ilk sayfalarda okuyucusunu Dersim?in en ufak bir kıvılcımla yangın yerine dönebilecek atmosferine dahil ediyor. Sayfalar ilerledikçe gerilim tırmanıyor, kitabın finali ise çıkmazın büyüklüğünü tokat gibi yüzünüze çarpıyor.

Dengeleri alt üst edilmiş bir coğrafya var önümüzde. Ermeniler 1915 sonrasını yaşamaktalar, kalan bir avuç Ermeni, ağaların insafında saklanmaktalar. Ermenilerin yerlerine muhacirler getirilmiş, Kızılbaşlar ise Dersim?in yazılı olmayan kanunlarından bihaber, hükümete jurnalcilik yapan muhacirlerden rahatsızlar. Dahası aşiretler arasında kopuş ve rekabet, devletin körüklediği kavgalarla, Dersim, doğruyla yanlışın ayırt edilemediği bir kaos yaşamaktadır.

Günümüzde önem kazanan, sahip çıkılan etnik özellikler, kitabın geçtiği dönemde, ulus devletin kurulma aşamasında homojen bir yapı sağlaması adına tümden yasaklı ya da küçmsemekte. Bu durum hem kendi içinde hem de devletle çatışmakta olan Dersim insanını büsbütün zaptedilmez hale getiriyor. Dersim?li isyan ediyor, haksızlığa, bölünmüşlüğe, ceme duramamaya, devletle işbirliği yapan aşiretlere, elindeki Ermeniyi teslim eden Ağa?lara, sıkılıkla da sazının elinden alınmasına:

?saz sumuş adamı dile getirir, zaten saz insanı dile getirdiği için hükümet yasaklar koyar. Oysa hükümet adamı saza yasak koyacağına, kulak verse, bu tekmil Anadolu toprağı gülistanlar gibi çiçek açar.?

Hepsinden önemlisi ikrar bozulmuştur, Dersim geri dönülmez bir yola girmiştir. Öfke, bereketli Dersim toprağına düşmüştür.

İnsanlığın zulümle imtihanı

Pepuk kuşu, eski bir Dersim efsanesidir. Zulmün korkusnun bile insana kardeşini öldürtecek kertede güçlü olmasını, insanoğlunun zulmün karşısında çaresizliğini anlatır. Haydar Karataş, masalsı bir dille yazdığı bu gerçek hikaye de bu efsaneye Dersim?in nasıl tanıklık ettiğini analatıyor.

Öz annesi için ?öl artık anne? diye düşünen Garabet, ona sığınmış Ermeniler dolayısıyla çaresizlikten köşeye sıkışmış Cemşi Ağa, Keyrok?un kendini hapstettiği kilisedeki yalnızlığı, Pir Kasım?ın, ?farz edin yaptım, nasıl çıkarım insan içine? diye yakarışları, insanlık denilen kavramın aslında ne kadar kırılgan olduğunu okuyucuya iliklerinde hissettiriyor. Çaresizliğin utanca, öfkeye dönüşmesinin kaçınılmazlığıyla yüzleşiyoruz.

Dersim?inErmenileri

Yazar, Dersimli Kızılbaşlarla geride kalan Ermeniler arasındaki ilişkiyi, kardeşlik öğesini abartmadan, zaman zaman insanın çiğliğini, çoğunlukla da acizliğini ve çeresizliğini vurgulayarak anlatıyor. Çocukluk arkadaşı olan Cemşi ve Keyrok?un birbirine öfkelenip inatlaşması örneğinde olduğu gibi, gerçek bir ilişkiyi tanımlıyor, dostluklarını, romantik bir anlatımdan çok daha fazla inandırıcı kılıyor.

Karataş, Ermenilerle Kızılbaşları ceviz ağacı boğumları gibi, içiçe geçmiş iki halk olarak anlatırken, ortak efasanelerden, inanışlardan yararlanıyor. Surp Garabet hızırı, kutsal ziyaretler, çocukluğu kilisede İncil dinyelerek geçmiş Kızılbaşlar, saz çalan Ermeniler, ortak bir Dersim ruhunun varlığının ispatı.

?Seyit Rıza dahi Vank Kilisesi?ne gelir o taşlara kapanır, kilisenin üzrerinde kurulduğu ziyaret taşlarını öperdi.?

Kitabın genelde Dersim ruhunun ortak mirasından pay alsalar da, Ermenilerle Kızılbaşları toprakla ilişkileri noktasında çok net arıştırıyor. Kızılbaşların göçebeliğinin aksine, Ermeni?nin ne denli toprağa bağlı olduğunun altını sık sık çiziyor.

?Paşam, Eremni?ye para değil, iş ver dememişler boşuna, Ermeni inasnı çalışkan, Eremin insanını çöle sür, iki günde cennet yapar çölü. Yapmaz mı? Bak bizim Kızılbaşlar korkak olur, toprağa bağlanmatan korkar, ağaç dikmez, ağaç dikerse ağaca bekçi olurum diye korkar.?

Özetle, Haydar Karataş yapmak zorunda kaldıkları seçimlerle ahalki ikilemler içinde kıvranan insanların hikayesini, Dersim?in büyülü diliyle aktarıyor. Okumaya başladığınızda kendinizi sorgulamaya hazırlanın: Sahi siz Cemşi Ağa, Keyrok veya Pir Kasım olsaydınız, nasıl hareket ederdiniz?

Zehirini akıtan yazar: Haydar Karataş – Hüseyin Çukur
(28.07.2012, http://haber.sol.org.tr)
?Ve böyle başladı hikâye. Cemşi Ağa?nın özbeöz hısım akrabasının, yedi Ermeni?nin ellerini, kollarını bağlayıp Fevzi Müdür?e teslim ettiğinin ertesi günü, Yusuf Ağa Teştek köyünü bastı, seksen haneyi, beş yüz kök ceviz ağacını, kışa hazırlanan samanlıkları, ot lodlarını ateşe verdi. Yusuf Ağa Be-so dilinde: Bir göz ağlarken, diğer gözün güldüğü görülmüş müdür? dedi.? (On İki Dağın Sırrı, s.229-230)

Gece Kelebeği?nin yazarı Haydar Karataş, üçlemesinin ikinci kitabı ?On İki Dağın Sırrı? ile 1938 öncesi Dersim?ini ve sırlarını anlatmaya devam ediyor; yaygın Dersim tarihinin çok da içinde olmayan, sözlü geleneğe sahip çıkan ve Yaşar Kemal romanlarından aşina olduğumuz kudretli, büyüleyici bir Türkçe ile? Gece Kelebeği, okuduğumda şaşkınlığa uğratan, son yıllarda tanık olmadığım kadar görkemli ve masalsı bir romandı.

José Ortega Y Gasset?in ?Sanatın İnsansızlaştırılması ve Roman Üzerine Düşünceler? kitabında imlediği üzere, yeni biçemin bazı eğilimleri: ?Sanatın insansızlaştırılması; canlı kalıplardan kaçınma; sanat yapıtının sanat yapıtından başka bir şey olmamasını sağlama; sanatı ancak bir oyun sanma, ötesine geçmeme; temel bir ironi ve sanatın genç sanatçılara göre, hiçbir aşkınlığı bulunmayan bir şey olması? iken, Haydar Karataş?ın iki romanında da görülen ve bu eğilimlere uyan tek noktanın ?her türlü sahtelikten kaçınma, bu nedenle titiz bir uygulama? olması üzerine düşünmemiz gerekiyor.

?Şu yeryüzünde en çok, elini eteğini bu dünyadan çekmiş insandan korkacaksın. En çok, kendine bir dünya kuran, kurduğu dünyanın içinde oturan adamdan korkacaksın. Biri kaldırıp alsa onu içinde oturduğu bu dünyadan, işte o zaman taş taş üstünde kalmaz. Dünya yerinden kaynar, bin cevher birbirine girer, girer de bu öfkeyi dindirmek için bin yıl dur durak bilmeden kaynar. Öfkenin yeniden sakinleşmesi için aynı yeryüzü gibi bin yıl bir bulgur kazanı gibi kaynamalı, bakır yeniden bakıra, tunç yeniden tunca, demir yeniden demire ayrılıp soğumalı; ama öfkenin düştüğü yüreğin dinmesi için, öfke dizlerine vurmalı. Öyle dizlerine vurmalı ki, nasıl kumda ot bitmezse, öfkenin düştüğü yerde canlının zuhur etmediğini görmeli insan evladı. Öfke ancak dindiğinde görür, düştüğü yerde hayatın bittiğini, öfke dinmeli ki, insan yeniden merhamet toprağına kavuşmalı.? (s.80)

Oyuncağında saklanan bir küçük kız ile annesinin yaşama tutunma mücadelesinin, katliamdan sonra çıldıran kadınların, hem koruyuculuk hem eşkıyalık yapan adamların romanı olan Gece Kelebeği?nin öncesinden; yeraltına çekilmiş papazlardan, göçe zorlanan Ermenilerden, göçten boşalan evlere yerleştirilen muhacirlerden, Kızılbaşlardan, aşiretlerden, yeni cumhuriyetin kurulması ile başlayan kafa karışıklığından, ihanetlerden, çocuk iyileştirmek için süt içirilerek kusturulan yılanlardan, dileklerin gerçekleşmesi için çiftleşen yılanların üzerine mendil atmalardan, kısacası çaresizlik ve kapana kısılmışlıktan doğan bir tarihin romanı: On İki Dağın Sırrı. Çukurova?nın büyük anlatıcıları Yaşar Kemal?in betimlemeleri ve Orhan Kemal?in ?insancıklarının? Dersim?de, kanlı bir coğrafyada buluşması; özgün bir dil ile?

??Haşa Hayber,? dedi. ?Yani, kim inanırdı hükümetin hapse attığı oğlunu sana elçi olarak göndereceğine??? (s.140)

?İki arkadaş ne yaptıysa eski dostlukların kapısını aralayamadı. Sanki Sıncık Dağı?nın soğuk karı kopup aralarında bir duvar örmüştü. (?) Bir köyün içinden dere geçiyorsa, sanki derenin karşı yakasında oturan mahalleyi sevmemek için akıyordu çağlayan su.? (s.113)

?Dersimli söylemese, Abdullah Paşa kimin ne yaptığını, kimin zamanında Ermeni sakladığını, kimin Kızılbaş isyanlarına katıldığını, Mustafa Kemal Paşa?yı Çardaklı?da kuşatanların kim olduğunu dahi bilmezdi.? (s.197)

Toprağına sahip çıkan, bir yandan da yeni cumhuriyetin paşalarından ve kolluk güçlerinden ölesiye korkan halkı, bu uğurda yakınlarını devlete teslim edenleri sözlü gelenekten yararlanarak, kâh kulaktan dolma bilgileriyle tartıştıran, kâh eski ve yeni rejim yorumlarıyla çarpıştıran Haydar Karataş; bir edebi metinden ziyade, ancak bir sosyologun saha çalışmasında elde edebileceği çıkarımları paylaşıyor okurlarıyla? Kuvvetli alt metinler de barındıran romanda Ermeni Garabet ile çocuk haberci Sebır?ın 121-124. sayfalar arasındaki konuşmaları bunun en güzel örneklerinden birini sunuyor.

Kökünü toprağın derinliklerine salan, balta vurdukça bin dal olarak dışarı fışkıran ardıç ağacıyla hükümetler vurdukça azan, bin dal veren bir halkın yasını ve ikrarın, hükümetin koyduğu kanundan daha eski olduğunu hatırlıyoruz satır aralarında: Kanun insan da yapmaz. Dersim?de de böyle oldu, Maraş?ta da, Kızıldere?de de, Karadeniz?in soğuk sularında da, Uludere?de de?

?Söğütten tahta dahi olmaz, odununu ateşe atsan, yanmasıyla sönmesi bir olur. Ha saman yakmışsın ha söğüt odunu, ama söğüt yapraklarının hışırtısı dünyanın en güzel ninnisinden daha derin çıkar. Bu Dersim?de çocuk ayası kadar toprağa on nüfus birden yerleşmiştir, buna rağmen herkes bir söğüt gölgesine verir tarlasının yarısını. Kışın soğuktan bacakları birbirine vursa dahi, gidip bin yıllık ulu meşe ağacını devirir getirir de gene söğüt ağacını kesmez.? (s.88)

İnsanlık, meşe ağacı kadar ulu, söğüt ağacı kadar hışırtılı değil midir?

?Zanaatla uğraşan insan zati korkak olur, ölümden de korkar. (?) Bu Ermeni gittiği yerde başlar toprağa şekil vermeye, ağaç dikmeye, sanır ki ilelebet orada yaşayacak, hiç ölmeyecekmiş gibi başlar bağ bostan düzmeye. (?) Biz ekmeyiz, ağaç dahi ekmeyiz, hem eksek ne olur, ağacın kökü daha boynumuz kadar kalın olmadan, bir acı gelip bizi bulur, göçümüzü alır gideriz.? (s.150-151)

İnsan; acılarına boyun eğmedikçe, sokağa çıktıkça, ağıtlar yakıp türküler söyledikçe, umudunu korudukça, adaletsizliğe karşı sesini yükselttikçe daha bir insan değil midir?

Kitapların arka kapak yazılarını pek ciddiye almasam da On İki Dağın Sırrı?nda dikkate değer iki yorum var. Birincisi, Kaan Arslanoğlu?ndan: ?Bu derece mükemmel bir Türkçe nasıl olabilir??; diğeri Murathan Mungan?dan: ?Yaşar Kemal?de de böyle doğadan kaynaklanan bir güç vardır.? İkisine de katılıyorum.

Murathan Mungan demişken, bu yılın Mayıs ayında kendi seçtiği Dersim öykülerini ?Bir Dersim Hikâyesi? adıyla topladı. Eski ve yeni kuşaktan iyi yazarların kaleminden okuduk. Ancak bir şey eksikti öykülerin birçoğunda: Yaşanmışlık. Sipariş üzerine yazıldığı izlenimi veren, o coğrafyanın sesinden uzak, bana pek de samimi gelmeyen epey öykü vardı kitapta. Edebi niteliklerini eleştirmek değil niyetim? Haydar Karataş?ın öyküsünün içlerinde beni en çok etkileyen olduğunu söyleyecek olmam, tesadüf olamaz demek istiyorum sadece. Yoksa hemen hepsi kendini kanıtlamış, bir okuyucu kitlesi olan yazarlardan ve iyi niyetle yazılmış öykülerden oluşuyor.

Yine de, ?Kürt Açılımı? üzerinden hamaset edebiyatı yapan politikacıları dinlemek yerine, o topraktan gelen, toprağın çoraklığını cümleleriyle bereketlendiren, sipariş üzerine üretmeyen yazarları okumayı yeğliyorum. Biliyoruz ve bilmeliyiz ki, tüm acılı coğrafyaların ateşini sadece sosyalizm söndürebilir. Has edebiyat ise, tarihe not düşürmenin yanında, sosyalizmin kapısını aralayacak etkili araçlardan biridir. Sanat, soldur; inanmayan dönüp, dünya tarihine bakar?

Haydar Karataş, bir üçüncü roman daha yazacak Dersim?le ilgili. Bundan sonra ne yazacak, onu da merak ediyorum. Acıların çeşit çeşit olduğu bir coğrafyada tekrara düşmeyeceğini umut ediyorum kendi adıma. Diliyorum ki, on yılını hapishanede geçiren, yurtdışında ülke hasreti çeken bir gönülsüz sürgünün akıtabileceği kadar akıtsın zehrini. Nasıl olsa, kusacak yılan bulunur.

?Konuşması iyidir, diyordu Pir Kasım, konuşan insan her kapıyı aralar. Konuşmayan insanın akli muhakemesi, diyordu, aynı gökyüzü gibidir, sustukça kara bulutlar gelip akli dünyasının önünü kapatır, düşündüğü her şeyi içine atar, öyle içine atar ki, yılanın susup yerin altına kendini hapsetmesi gibi hayal ettiği her şey içinde ağu gibi birikir. Susmuş insanın zehri, bu Dersim?in zehirli polat yılanından daha keskindir, zehrini kusacak yer bulamazsa kendini ağular.? (s.200)

Dersimli derdini toprağa anlatır – Abidin Çetin
(Evrensel Kültür)
Daha önce Perperık-a Söe (Gece Kelebeği) adlı romanınızda, bir çocuğun gözünden Dersim 38?de yaşananları anlatmıştınız. Şimdi ise On İki Dağın Sırrı?nı yazdınız. Dersim 38?i öncesini anlatıyorsunuz. Dersim 38?e bu kadar yoğunlasmanızın nedeni nedir?

Dersim 38, Cumhhuriyet tarihinin artık tam anlamıyla şekil bulduğu, hakim ulusun kendi yapısal dönemini tamamladığı bir noktada ortaya çıkmıştır. Adeta son halka hizaya getirilerek ulus-devlet süreci tamlanmıştır. Oraya eğilmemin birinci sebebi bu. İkinci etken ise, çok renkli bir toplumsal hayattan, tek ulus eksenli bir yapılanmaya geçiyor Cumhuriyet Türkiyesi, ama Dersim halk geleneği, aykırılığını sürdermede kararlı, onların deyimi ile ?çıban?, haliyle çok sert bir yönelim var ve bu halk yapısına modern ulus devlet yapısı içinde yer olunmayacağı vurgusu yapılır. Bugün yaşanan sorunların temelini tartışmak için 1938 çok önemli bir geçiş sürecini ifade ediyor.

On İki Dağın Sırrı?nda kötü bir roman kahramanı yok. Neden?

Evet, romanlarımda kötü karakter işlemiyorum, neden bunun böyle olduğunu bilmiyorum, ama roman kahramanlarım iki şeyden korkarlar biri devlettir, devlet adamından da çok korkarlar, ikincisi ise dinden korkarlar. Bu iki şey arasında gelip giderler? Aslında kötü var, o insanları o hallere düşüren bir sistem, bir erk var. Kötülük bir yönetim biçimi bunu getirip kötü adama yükleyemem ki, evet simge olarak olabilir belki, ama bu cinayetleri işleyenlerin iç dünyasını yazmak zorundayım o durumda.
Edebiyatçı ezilenin dünyasını anlatmaya çalışır, ben küçük insanların, politikadan uzak insanların hayatlarını, tarih oluşturucuların görmezden geldiği bu dram hayatları anlatmaya çalışıyorum.

Murathan Mungan`ın ?Bir Dersim Hikayesi? adlı kitabına bir öykü ile katkıda bulundunuz ve Mungan yazarlığınızla ilgili olarak; canavarcasına yazdığınızı ve bu özelligin Yaşar Kemal`de de bulunduğunu yazmış. Bu söylem sizi gururlandırdı mı?

Mungan büyük bir yazar, ancak ben onu şöyle yorumladım; Mungan edebiyatçı olarak bu olaylara tavır almak istiyor. ?Bir Dersim Hikayesi? çalışması bu nedenle Edebiyatımızda bir ilktir ve keşke bunlar 1970?ler 60?larda olsaydı. Baskıcı bir dönemdi. Yazar damarım, dışlanmış bu halkın öfkesini dile getiriyor. Edebiyatımız buna yabancıydı. Okur da buna yabancıydı. Bu yabancılıkla okuru tanıştırmak Mungan gibi yazarları sevindiriyor. Mungan benim bir edebiyatçı olarak çektiğim acıyı biliyor ve şöyle diyeyim, yaşadığım gördüklerim bir cümle kalıbına girmiyor, hep taşıyor, roman kahramanlarım da nerede duracaklarını bilmiyorlar.

Romanın konusuna hakim olmanız ve roman kahramanlarını iyi tanımanız sogukkanlı olmanıza mı engel oluyor?

Tabii bir edebiyatçı bu tür ifadeler karşısında temkinli olmalı. Acaba içinde bulunduğumuz bu çıkmazı dile getirdiğim için mi romanlarım bu kadar tutuluyor, yoksa sahiden büyük bir edebi derinlik mi vardır. Ben acıyı yazıyorum, dile gelmemiş, üstü örtülmüş, hep öcü görülmüş memleketimizin can yakan bir derdini? bunu beyler, devlet yöneticileri üzerinden anlatmıyorum, bizzat politik yönelişimizin kurbanı olan insanlar üzerinden anlatıyorum. Yürek burkuyor bu hikayeler?

Nasıl tepkiler aldınız?

Beni şaşırtan çok büyük şeyler oldu, Trabzon?dan bir kadın okur, Peperık-a Söe ismini omzuna dövme yapmıştı. Çekilmiş fotoğraflarını bana gönderdi. Bulgaristan göçmeni bir başka okur ise, bu hikayenin kendi göç hikayeleri olduğunu söyledi. Aslında insan acısı öylesine ortak ki, devletler ve bazı ideolojiler bu ortak aidat erdemini bozmak, nifak sokmak istiyorlar. On İki Dağın Sırrı ile ilgili de böyle oldu. Kardeşi orada askerde ölen bir kadın, eskiden nefret ederdim, neden bu insanlar uslu durmuyor derdim, artık Dersim?e farklı bakıyorum, diyor.

Edebiyat, bazı durumlarda siyasi söylemden daha etkili olabiliyor?

Edebiyat yabancılaştırılan, düşman gösterilenleri sizinle tanıştırcak tek sanatsal edinim. Uzağı yakın kılıyor. Sibirya?da yaşanan bir hikaye ile sizi akraba yapıyor, edebiyat okuyan insanlar düşmanlık beslemezler noktasından hep bakarım. Belki bu bir avuntu. Ben de çok öfkeliydim ve öfkeli bir topraktan geliyorum. Varlıklarını nefretle şekillendiren siyasal örgütler içinde geçti gençliğim, öfkemi edebiyat terbiye etti, üstesinden gelemediğim insan derdiyle tanıştırdı beni edebiyat.

Roman kahramanlarınızın ağzından bir çok öykü de anlatıyorsunuz?

Ben öykü yazmasını bilmem, ?Bir Dersim Hikayesi? kitabında ?Masal Bitti O Gece? öyküsü ile katıldım, ancak hiç öykü yazmaya yönelmedim.
Ben romancıyım, neden öykücü değil romancıyım onu da bilmiyorum, ama benim kahramanlarımın bir hayatı var. Bitmez bir hikayeleri var. Kendini kurguluyor ve anlatmaya başlıyorlar. ben onları anlatmıyorum, onlar kendi kendisini anlatır, Ben onları dinlerim, yaptığım tek şey bu. Bu hoşuma gidiyor. Hayatımın insanları onlar, öldükleri mezarlarından kalkıyorlar ve başlıyorlar hayatlarını anlatmaya. Anlatırken memleketimizin o zamanını anlatarak, bugünü anlamladırıyorlar gibi geliyor bana.

Birçok şey adeta mitleştirilerek öyküleştirilmiş kitabınızda. Bu Dersim`e özgü bir durum mudur?

Benim çocukluğumda gördüğüm Dersim böyle bir yerdi. Sonrasında şunu fark ettim, eğer size dininizi öğreten birileri, etnik kimliğinizi hatırlatan bir yapı yoksa insanoğlu son derece sakin, toprakla konuşuyor, doğa dile gelip ona şarkılar söylüyor. Zaten Dersim denen yer, tanrının dahi bu insanları unuttuğu bir diyardı. Dağların ardında, devletlerin mağdur ettiği insanlar kaçıp buralara geliyor ve toprağa tapmaya başlıyorlar. Devletle iyi geçineyim de işlerim yoluna girsin bir kaygıları yok. Din adamı kavramı da gelişmemiş, alış verişte olduğu yegane şey, toprak. Derdini de gidip ona anlatıyor. Insanın konuşacağı derdini uluyacağı bir yer de gerekir,
Cami ve Kilise olmasa insan ağlamak için nereye gider, kimden yardım dilenir? Tek tanrılı dinin simgeleri yok oralarda. Bunun yerine her köy bir tepeyi dert kapısı bellemiş, gidip derdini onlara anlatıyor. Bu kadar etnik yapının iç içe yaşamasının sebebi de bu ziyaret ve dağ kültü. Bu tapınma yerleri, ziyaretler onlara şu gavurdur, bilmem kim bizden değildir demez. Siz onlarla kendiniz gibi ilişki kurarsınız. Kente yerleşen Dersimlilerin en büyük sıkıntı bu, gideceği bir dert kapısı yok.

Roman kahramanlarından Sebır, silahlanmak ister, Garabet ise ona zanaat öğertemeye çalışır. Sebir Dersimlileri, Garabet ise Ermenileri mi temsil ediyor?

Ermeniler yerleşik hayatın insanları, Garabet bu yerleşik hayatı temsil eder, oysa Dersim kızılbaşları yerleşik hayatla çok haşır neşir değiller. Bu bir nevi bugünkü Türkiye?nin hayatı. Bizler, yerleşik hayattan beslenen, toprağı terbiye eden, yerleşik gelenekleri olan Gayri müslümleri toprağından sökerek kendimiz oraya yerleşmeye çalıştık. Anadolu boşaltılmıştır, göçebelikten yerleşik hayata geçen insanlar toprak çelişkisi ile tanışmışlardır, Ne olmuştur, silah ve öfke topluma hakim olmuştur, toprak rengini yitirmiştir, Anadolu?nun zanaatkarı olan Ermeniler, Rumlar gittikten sonra Anadolu çölleşmiştir, çölleşmek sadece toprakla sınırlı değil, bir kültür çölüne de dönmüştür? Sebır?ın öfkesi haklı, ancak o öfke nasıl toprağa yerleşecek, bu öfkenin meyvesi ne olacak. Türkiye toplumu hala zanaata geçiş yapamamıştır, o güzel kızılbaş konakları, güzelim kiliseler, camiler bugün yapılamıyor. Çünkü onu yapan gayrimüslimlerdi. Tabii bu karakaterlerin arka boyutta anlattıkları, insanı hep düşündürüyor. Dışlanmış insanlara bakarım, kendini topluma kabul ettirmek için, bir hüner edinmeye çalışır, Garabet?in zanaata yönelmesi dışında bir şansı yok gibi, onun için sevilir.

Peki bugün yerleşik hayata geçme sorunuyla baş edilebildi mi?

Hayır toprağa yerleşemediler, hatta şunu söyleyeyim, yerleşik hayatın çelişkisinin üstesinden gelemedi bu insanlar. Zaten büyük bir katliam yaşarlar bu roman bunu haber verir, 1938 geldi gelecek büyük katliamlar yaşayacak toplum. Devlet yöneticileri bu işleri kolay şey sanmakta, sanırlar insanları bir yerden söküp attığınızda o sorun hal olmuş oluyor. Bu alışkanlık adeta bir devlet geleneği. Dersim 1994?yılında da göçertildi, orada bir hayatları olan insanlar, büyük şehirlerde heba oldular, bir kültür ve hayat adeta göz göre göre yok olup gitti. Bu sadece Dersimliler için geçerli değil, bir bütün olarak Kürt coğrafyası yaşadı bunu. İstanbul İzmir gibi şehirlere bakıldığında; orada belli bir hayatları, düzenleri olan bu insanlar, hırsızlık, cinayet ve suç potansiyeline dönüştürüldüler. Büyük şehirlere göç etmek zorunda kalan Dersimliler, kentin kendilerini düşürdüğü bu hale de isyan ediyorlar. Türkiye?de hele büyük şehirlerde hayat bu insanlar için zor, islami kültür ile barışık değiller. Sağ partilerin yönettiği Türkiye ile devletle de barışık değiller, geriye sol örgütler kalır, dramları gelp solun tarihi ile birleşir. Susmasını bilen insanlar değil bu bölge insanı, varlıkları dahi sizi ?huzursuz? ediyor.

Erzincan?daki Nakşibendi tarikatı Şeyhinin Dersim kırımında oynadığı rolü de irdeliyorsunuz?

Kemalistlerin Dersim sorunu ile tanışma maceraları Erzincan`daki Nakşibendi Tarikatı ile başlar. Mazhar Mufit Kansu anılarında, Erzurum Kongresi dönüşü Mustafa Kemal?in Şeyh?in yanında arabada oturduğunu ve Dersim üzerine konuştuklarını söyler. Nutuk?ta keza Mustafa Kemal gene bu Nakşi Şeyh?ine yer verir. Oysa Şeyh Ahmet Fevzi Efendi ile Aleviler arasında süre gelen bir husumet vardır. Şeyh eskiden şeyh ül islamlık yapmış, 31 Mart olaylarının da mimarlarındandır. Alevi düşmanlığı ile biliniyor ve pek çok Alevi dedesini yargılamış ölüme mahkum etmiş biri. Dersimliler, özelikle Koçgiri Dersimlileri, Mustafa Kemal?in bu adamla birlikte hareket etmesini kaldıramazlar. Mustafa Kemal onlarda bir hayal kırıklığına yol açar. Bu hatayı düzeltmek için Hacıbektaş tekkesini aracı yapmaya çalışır ve ilk Cumhuriyet lafı da orada edilir. Cumhuriyet olacak yeni devletin modeli denmesi üzerine, Dersimliler adeta bayram havasında Cumhuriyete katılırlar. Altı mebus gönderirler Ankara?ya, ancak Mustafa Kemal ve arkadaşları bir süre sonra yönlerini belirlerler; Türkçülük ve İslamı devlet dini gören bir yönelim içine girerler.

Balkanlardan getirilip Dersim`e yerleştirilen muhacirler de var, neydi rolleri?

Getirilen Muhacirler Dersim ve çevresine yerleştirilir. Bu bir uluslaştırma projesi. Yaşar Kemal Bir Ada Hikayesinde batı Türkiye?de bu uluslaşma belasının nelere mal olduğunu yazar. Ama bunun bir halkası da Türkiye?nin doğusudur. Dersim 38 öncesi devletin mantığı uzak diyarlardan getirdiği muacırlarla bir güvenlik seti oluşturmaktır Ancak büyük bir kaos yaşanır ve getirilen bu insanların hayat kurması yönünde, Dersimli bir engel olarak görülür. Bu projenin mimarı İsmet İnönü?nün Doğu ziyaretidir. Erzincan?dan Reis-i Cumhur Mustafa Kemal?e geçtiği telgrafta: Dersim kızılbaşlarının ovaya yayıldğını ve tez elden buralara Türklerin yerleştirilmesini belirtir. Bu hayata geçirilir, ancak bu yerleştirme büyük bir felakete neden olur. Aleviler ovaya inemez, alışveriş kanalları kesilir ve karşılıklı öldürmeler, saldırılar başlar. Ben bu dönemin haritalarını tek tek önüme yatırdım, yerleştirilen muhacir köylerini kırmızıya aldım adeta bir çember örülmüş, Çemişkezek ovası, Pertek, Elazığ, Erzincan ovaları tamamen muhacirlere verilmiş.
Buralar eskiden Ermeni toprakaları, Kızılbaşlara ait olanları da var. Kızılbaşlar kıyım esnasında daha yüksek dağlara çekilmişler. Ova hayat demek, çoluk çocuğunuzun zuhur edip çoğalmasını istıyorsanaz oraya inmeniz lazım. Cumhuriyet?e geçişle beraber, acaba yerleşebilir miyiz diye düşünürler, ancak ovaya inme arzusu hep ölümle sonuçlanır. 1931 öncesi Dersim ağıtlarının büyük bir kısmı ovaya inmiş öldürülmüş Dersimliler üzerinedir?

Şu an Zürih?de yaşıyorsunuz. Avrupa?daki Dersimlilerin, Dersim 38`e bakışları konusunda neler söylersiniz?

Yukarıda belirttiğim bu huzursuzluğun devamı olarak Avrupa?ya kadar geliyorlar. Şöyle diyeyim Dersim insanı şaşkın, kendini bir yere koyamıyor. Kendisine Kürt diyemiyor, Türk hiç demiyor, Zaza dese, ona da karşı çıkan var? bu tartışmalar çok şiddetli bir şekilde sürüyor ve bu kendini tanımlayamama bazen kafa göz kırmaya kadar da götürüyor onları. 38?in etkileri bütün hızıyla sürüyor, üstü kapatılmış bu acı, büyük ölçüde Avrapa?da dillendi ve acıya bir tapınma durumu da yaşandı. Gittiğim toplantılarda bunu görürüm. Hırçın ve öfkesi zaptedilemez bir gençlik meydana geldi. Ama Dersimlilerin de mağdur ettikleri var lafını duymak istemezler. Anlatılacak, romanı, filmi yazılacak ve insanlığın bir daha böyle acılar yaşamaması için uğraş verilecek, demeniz halinde, ?acımızı hafife alıyorsunuz? algısına kapılmaktadırlar. Hayır, gelen kuşak asla bunu duymak istemiyor, acısını kutsuyor. Bir şeyi kutsadığınızda oradan çıkmak artık zorlaşır.

O dönemi yaşamış ya da birinci elden dinlemiş kuşak ile yeni nesil arasında bir bakış farkı mı var ?

Esas mesele de Dersim?in kuşaklara bölünmesidir. Birinci kuşak Kürt travmasını yaşadı. Hamidiye Alaylarının Dersim?e defalarca girmesi, yaşlı Dersimlilerde Kürt travmasına yol açtı. 38 kuşağı sustu ve 1960?lara kadar bir suskunluk dönemi yaşadı. Ancak son gelen kuşaklar, yatılı okul projeleri ve kentle tanışmalarından kaynaklı olarak devletin hışmına uğramışlardır. Gençler kendini Kürt olarak tanımlarken, yaşlı kesim ısrarla kendini Alevilik üzerinden tanımlamaktadır. Dil ve etnik yapı tanımından ziyade, ziyaret ve alevilik inancı temelinde kendini ifade ediyor yaşlı kuşak. Büyük bir toplumsal kırılma var. Şöyle düşünün, çocukları babalarına, etnik bir tanım getiriyorlar ve yaşlılar bunu kabul etmiyor. Bu tartışmalara son on yıldır Zaza etnik tanımlaması eklendi. Aslında bu bütün dünyada bir geçiş süreci, toplumlar kendini yeniden tanımlıyor. Bir bütün Türkiye bu tartışmaları yapıyor. Bunun sebebi ulusçuluğun vardığı boyut ve toplumsal parçalanma olsa gerek? ancak bu tartışmalar bu yöre insanında evin içinde, baba oğul arasında sürüyor.

Devletin Dersim`e bakış açısında bir değişiklik oldu mu sizce, yoksa hala aynı noktada mı duruyor?

Aslında devletin aynı noktada olduğunu söylemekten ziyade, bir kırk yıl öncesiyle karşılaştırdığınızda Devlet adamı ve İslam ortodoks yapılanmasına sahip olan Türk devlet yapısı; olaylar karşısında soğuk kanlığılını tamamen yitirdi diyebilirim. Yani durum eskiye göre daha vahim. Eskiden Kürtler, Aleviler devlet katında resmi kabul görmezdi ama ayrımcılık bu kadar da derin değildi. İnsanlar bu kadar kutaplara bölünmemişti. Kemalist Türkiye kötüydü ama Alevi köyüne cami yapmayacak kadar aklıselim davranırdı. Bugün o soğuk kanlılık yok olmuş gibi. Bir romancı olarak bu beni korkutuyor. Bir devlet, sorunlar karşısında serin kanlılığını yitirirse ve halk arasında ayrım gözeterek, sokakta kendi devlet projesini hayata geçirmek için arayışa girerse, bunun sonu felakettir. Harekete geçirdiğiniz ordulara dur deme emri verebilirsiniz, geri çekebilirisiz orduları, oysa öfkeli kalabalıklara dur deme şansınız yok. O bir iç savaş, bir cinnet ortamıdır. Uzaktan Türkiye?yi izlerken, bunlar ne yapmaya çalışıyor demekten insan kendini alamıyor. Düşünüründen, politikacısına ve devlet adamına kadar bir akıl tutulması var. Bunları serinkanlılığa davet edecek birileri de yok.

Tabii ki yeni yönelime karşı itirazlar da yükselmeye başlar?

Şeyh Sait olayı bu etnik yönelişin sonucudur ve uluslaşmaya bir başkaldırıdır. Devlete dini model kabul etmenin sonucu olarak ise Dersim Alevi toplumu olayları meydana gelir. Yani Mustafa Kemal ve arkadaşları 1925?ler sonrası Nakşi tarikatının bunlar bela ortadan kaldırılmalı tezine geri döner? Osmanlı?nın Alevi operasyonları 1938 katliamı ile tamamlanmış ve Aleviler 1990?lara kadar susturulmuştur.

On İki Dağın Sırrı?nı yazarken, sözlü anlatımların dışında hangi kaynaklardan yararlandınız?

Tarihi roman yazmak meşakkatli bir iştir. Benim yazdığım tarihsel dönem birinci Ermeni olayları ile başlar, o yıllar aynı zamanda Osmanlı rus savaşı yıllarıdır. Türkiye adeta kimlik değiştiriyor. O dönemlere ait günlükler okumaya çalışırım. Bulduğum kilise günlüklerini, şahıs notlarıni ve savaş esnasında tutulmuş notları okurum. İkinci aşama olarak yazılan anı kitaplarını ve son aşamada, devlet yazışmalarını? Roman kahramanlarımı bazen bu anlatılanlardan seçerim ama çocukken duyduğum insanları tercih ederim genelde. Yazmadan önce kendimi psikolojik olarak hazırlarım, çok öfkeli olurum, kimseyi görmek istemem, yerimde duramam. Bu kahramanları tek tek yaratırım, küçük kağıtlara yazar, evin duvarlarına, kapılara yapıştırırım. Her duvarda bir tip, sonra onlar roman olur. Yazma başladıktan sonra, onlar artık yürümesini öğrenmiş çocuklar gibidir. Elinden birisinin tutmasına gerek yok bir yola girip gidiyorlar.

Romanın sonunda, o kuşkulu ve korku dolu bir dönem, yerini acılarla dolu bir sürece bırakıyor. Köylerden dumanlar yükseliyor, Cem Şah delirip kendini dağlara vuruyor ve Papaz Keyrok artık sünnet edilmiştir. Dersim kırımının başlamasını trajik bir anlatımla simgeleştiriyorsunuz?

Bunu hiç bu yönden düşünmedim ama Dersimliler Ermeni dramına çok önem verirler. Kendi başlarına gelenleri hep onlarla karşılaştırırlar. Yaşlılarla konuştuğunuzda hep şunu söylerler; birinci tertele, ikinci tertele ya da göçümüz gidip ermeni göçüne karıştı? bunlar adeta atasözüne dönüşmüştür. Burada neyi söylerse bu insanlar, bu sünnet olayında görülen de bu. Onları koruyamadıklarını, ya da korumak için onların kimliklerinden arındırmanın büyük pişmanlığını yaşarlar. Hani şu modern manada sloganı atılır ya, ?susma sustukça sıra sana gelecek? diye, işte halkın söylediği budur, Ermeni olaylarına sustuk denir ve sıra kendilerine gelmiştir. İkinci bir nokta ise, Dersim?in sünni islam korkusu hep görmezden geliniyor. Günah sadece Kemalistlere havale ediliyor. Bir adamı sünnet etmelerinin sebebi bu korku gibi görülüyor. Bunu yapmak istemezler ve o sünnet olayı üzerine, birden bir sessizlik olur ve Dersim bitti inancındadırlar. Bu artık devletin bütün ideolojik argümanları ile hayata yerleştiğini gösterir. 1970 devrimci çıkışında pek çok Ermeni devrimci örgütlerine zarar vermemek için gidip sünnet olurlardı, Orhan Bakır, Hırant Dinkler bunun en büyük örnekleri? bunun bir geçmiş hikayesi var, On İki Dağın Sırrı?nda Keşiş Keyrok olarak karşımıza çıkıyor bu?

Gece Kelebeği ?On İki Dağın Sırrı?nda Kanat Çırpıyor – NURŞEN GÜNGÖR
(10.07.2012, BirGün Gazetesi)
Özlemlerini, evveliyatlarını anlatan Dersimliler? Yanlışın, kahırla ufalan hayatın farkında olan Zazalar, Kürtler, Ermeniler, Kızılbaşlar?Jandarmalar, paşalar, hükümetler, aşiretler, metruk evler, boşalmış ovalar, inatla geleneğe sarılan köylüler, atlılar, tüfengler? Gece Kelebegi yeniden kanat çırpıyor? İlk kitabın öncesine gidiyor?
Gece Kelebeği romanı sonrası On İki Dağın Sırrı-Bir Göz Ağlarken ile yeniden okur karşısına çıkan sürgün mülteci yazar Haydar Karataş ile İsviçre Zürich?te buluştuk. Kendi deyimiyle 1938 öncesinin sır perdesini araladık. On İki Dağın Sırrı?nın sayfalarını çevirmeye başlayınca kaynayan bir Dersim görülür. Karataş bu romanında Keşiş Keyrok ya da Bend yaylasında yaşayan Garabet gibi Ermeni kahramanları konuşturur.

» İlk kitabınız Perperıka-a Söe (Gece Kelebeği) de Dersim 38 sonrası yaşananları anlatıyordunuz. On İki Dağın Sırrı?nda katliamı öncesini. İkinci kitabınız ilk romanla birlikte mi şekillenmişti kafanızda?

Üçlemenin ilki On İki Dağın Sırrı?ydı, ancak Gece Kelebeği?nin arka boyutunda annemi anlatıyordum. Bir vefa borcuydu, beş yaşında bir çocukken yaşamaya başladığı bu keder seksen yaşına gelmiş bu kadının peşini bırakmadı, o kaçış hep sürdü. Ölmeden hikayesinin anlatıldığını bilsin istedim. İki oğlunu hapislere vermiş, genç yaşta dul kalmış ve evini, köyünü terk etmiş bu kadın küçük çocuklarını alıp bilinmedik büyük bir şehre gitmişti. Ama yaşadığı hiç bir acı, 1938?de onun ve annesi Fecire Hatun?un yaşadıklarından daha feci değildi. Bir ölüm diyarından gelmişti.

»1938 öncesinin perdesini araladığımızda ne görünüyor?

İki temel şey görülür, biri bugünkü Dersimlilerin kendisi görülür, devlet ve otoritenin girmediği bu ?yabani? hayatın kendi iç yaşamı, vefakarlığı, mağdur kimlikleri bağrına basan bir coğrafya ve tabii öte yanda kendilerine sığınan o insanların yaşadıkları var. Dersim kapısını açarsanız, karşınıza Dersim?e sığınmış Ermeniler, onların hayatları, hünerleri, kendini en mağdur gösterenlerin dahi mağdur ettikleri çıkar. Tarihe yolculuk ettikçe, bütün sorunlarımızın kangrenleştiği, üstünün örtüldüğü gerçeği ile yüz yüze geliriz. Diğer bir nokta, İslamcıların Dersim?i salt Kemalist politikalara fatura etmesinin yanlışlığı.

»Romanınızda insanların dini kimliklerinden dolayı yaşadığı korkuyu da görüyoruz. Dersim Kızılbaşları korku içinde ve bir Keşiş sünnet olmamak için yerin altına sığınır!

Kemalizm ve ulusçuluk Gayr-i Müslimler açısından, hele Aleviler için korku olarak algılanmaz. Bizde korku dindir, ulusçuluk bir uğraştır, aradan bunca yıl geçtiği halde başarılmamış bir proje. Kemalizm?e rahatlıkla kafa tutabilirsiniz, ama dine kafa tutamazsınız, din bizde her zaman devlet erkanının elinde, Müslüman olmayanları korkutma aracıdır.
Dersim?in korkusunun da bu olduğu görülür. Ermeni saklamanın bedeli de var elbet.

»Kırımdan katliamdan kaçan Ermenileri saklayan sadece Dersim mi, başka yerlerde saklamış, hep duyarız saklanan kadınları, kızları, çocukları.

Evet Avşar boyları, Cami ve devletin elinin ulaşmadığı göçebe Türkmen ve yüksek dağlarda göçebe halde yaşayan Kürt Beritan aşiretleri saklamış, ancak bunlar devletin propaganda etkisi dışında kalan alanlar. Bizim kadın ve çok sakladı dediğimiz ise savaş ganimetidir. Toprakla beraber kız çocukları da ganimetin ödülü olarak alınmış. Roman bir çağrıdır topluma, mağduru anlatır. Mağduru anlatırken faili yaralamaz, sadece onun madalyonun arka yüzünü de görmesini ister.

»Gece Kelebeği?nde kötü karakter yoktu, bu romanınızda da öyle, bunu bir tarz olarak mı sürdürüyorsunuz, biz edebiyatımızda genelde ötekini kötü karakter olarak okuduk?

Roman öylesine garip bir şey ki, karakterler adeta kendi sınırlarını bilirler, neyi söylemek gerektiğini, toplumun bu söyleme ne kadar izin verdiğini bilirler. Örneğin bu romanda Keşiş Keyrok, ya da Bend yaylasında yaşayan Garabet hükümete ve devlete dair hiç konuşmaz. Türkiye?deki azınlıklarımıza bakıldığında da görülen budur. Patrikler, ülkemizdeki Hıristiyan din adamları ne zaman konuşsalar, sanki gizli bir gölge tarafından kontrol edilirlermiş hissine kapılırım. Kötü karakter yoktur benim romanlarımda, roman zaten kötüyü işlemez, roman kötünün neden kötüleştirildiğini, hangi şartların onu bu hale getirdiğini irdeler, edebiyatın kendisi de bu zaten. Bizde milli denen edebiyat Gayr-i Müslimleri kötü karakter olarak romanımızda işlemiştir. Zaten romanımızda hala da baş kahramanı öteki olan romanımız yok. Tarihimiz mağduriyet üzerine kurulu, ama o mağdurları anlatan romanımız olmadı.

»Yaşar Kemal romanlarında çok kültürlülük görülür, sizin romanlarınızda da bu göze çarpıyor, ancak siz ötekileştirilenleri baş karakter olarak okurun karşısına çıkarıyorsunuz?

Belki bunun zamanı gelmiştir, hiç bilmiyorum neden böyle yaptığımı, ama biz bu çoğulculuğu Yaşar Kemal?e borçluyuz, o olması gereken Türkiye?nin kapısını bizlere aralamıştır. İkincisi Anadolu çok kültürlülüktür, yüz yıldır topluma giydirilmeye çalışılan bu tek din ve tek ulus gömleği her yerinden patlıyor. Kötü ve düşman görülenlerin en az bizler kadar iyi insanlar olduğunu da öğrenme zamanı gelmiştir. Bu göstermeyi edebiyat yani roman yapar.

»Gece Kelebeğinde küçük Gülüzar?ın gözünden anlatılan olaylar, bu romanda başlı başına her karakterin yaşadığı üzerinden anlatılıyor ve romanda her tip, bir başkahraman olarak sahneye çıkıyor, erkek karakterler daha baskın!

Gece Kelebeği yıkılmış Dersim?i anlatır. Bu romanda ise, hayat henüz vardır var olmasına, ama yıkım öncesinin o anlaşılmaz korkusu hep hissedilir. Ben savaşın nasıl bir şey olduğunu anlatmaya çalışırım. Bunun bir yanı benim hayatımdır, cezaevleri, ölüm oruçları, isyanlar. Gördüğüm hep şuydu: Kavga başlamadan önce erkekler hayata hakimdir, bağırırlar, yüksek sesle konuşurlar. Ama o zalimane şey başladıktan sonra, geride yıkılmış bir doğa, kadın ve çocuklar kalır. Bu romanda erkekler konuşur, onların dünyasıdır bu, ama yıkım geldiğinde o erkekler yok olur. Kuzey Afrikalı göçmenlerle çalışıyorum bir yıldan beri, on binlerce erkek Avrupa ülkelerine kaçmış, hep aynı manzara, ya geride kalan kadınlar, çocuklar?

»Kitapta, ağaç oymacılığı yapan Ermeni Garabet, Ulakçı Sebır?a şunu diyor: ?Bak Sebır gardaş, ben senin yerinde olsam bir zanaat öğrenirdim, zanaat gibisi yoktur. Dünyayı savaş alsa o dünya harbi gibi, düşman Candarması dahi zanaatkâra kıymaz sürsün? ama onu dinlemez Sebır, illa da silah diyor, bu diyalog bugünkü, Dersimliyi de anlatır gibi, ne diyorsunuz?

Benim roman kahramanlarım kendi diyaloglarını kendileri kurarlar, ben sadece onları dinlerim. Neyi anlatmaya çalıştıklarına ben dahi bazen şaşarım. Bir bildikleri var derim ve sahiden de onu size gösteriyorlar. Dersim Ermenileri 1876?da Kürt alaylarının Dersim?i işgal etmesiyle sürüldü, geride zanaat yapanlar ve en yoksulları kaldı, bunların bir kısmını sünnet ederler, bunu işliyorum. Ermeni korktukça kendini zanaata veriyor, ama Dersimli kavga istiyor, bu onların isyancı ruhlarından gelir.

»Üçüncü romanınızın karakterleri de sanırım hazır. Bu romanda geçmişe giderken, sizin deyiminizle dinsel algının tarihimizde hiçte hafife alınamayacağını görüyoruz, orada neyle karşılaşacağız?

Murathan Mungan?ın Bir Dersim Hikayesi kitabında anlattığım Ali Kadir?in hikayesi üçüncü cildin karakterlerinden biri, bunları hep not ettim. Sürgünden geri dönen insanlar, yıkılmış bir hayatla karşılaşırlar. Tamamen dram, ağır bir dramdır. Ülkemizin suskunluğudur o. Ve bir gün devrimciler çıka gelir, hepsi yiğit insanlar, gözleri gülen, ölüm kefenini atmaya gelmişlerdir, bunlar 1968 devrimcileri, kaçak talebelerdir. Dersim 1938 sonrası bu devrimci talebeler gelinceye kadar sustu, içten içe ağladı, hiç konuşmadı? orada roman biter. Bu suskunluğu anlatırım, mezar yerlerini arayanlar, kardeşlerini arayanlar. Bitmez tükenmez bir bekleyiş, arayış. Bu bir Türkiye arayışıdır aslında? özlenen ve hala da bitmeyen bir bekleyiş. Bütün halklar bekliyor, rahat nefes almak için. Bütün bu insan mozaiğini kucaklayacak yeni bir algıya, kavramsal birlikteliğe ihtiyaç var.

»Gece Kelebeği 1950?li yıllarda bitiyordu, üçüncü cilt sanırım 50 ile 1970 arası dönemi anlatacak. 1938?e artık tarihte kalmış bir acı olarak bakabilir miyiz?

Keşke bakabilseydik. On İki Dağın Sırrı?na baktığınız zaman tarihe uzanan bir boyutu var bu olgunun. 1938 ile 1970 arası suskunluktur, toplumumuz içten içe ağlar, ama bu suskunluk Kürt patlamasana yol açtı, Dersim?in üzerindeki devletin ideolojik baskısı bitmedi, burası Anadolu?nun ortasında farklı inanç ve birlikteliği etnik temele oturmayan bir yapı, hala daha devleti huzursuz ediyor. İlla ki onu hizaya getirecekler. Bu halk mozaiğini ortadan kaldırmak için çözümü de bulmuşlar gibi, 1994 yılında 151 köy ve mezra boşaltıldı, bu insanlar büyük şehirlere oradan Avrupa?nın büyük kentlerine dağıldılar. Ama bunlar geri gelir mi diye korkuyorlar, bunun için, küçücük bir coğrafyaya 20 adet baraj yapıyorlar. Neredeyse her dereyi su gölü yapmaktır bu, o sulardan elektrik üretmek imkansız, çünkü yaz aylarında debileri düşer, sulama yapacak arazi de yok. Erdoğan Dersim konusunda özür diledi, hükümetlerimiz bu konuda samimilerse boşaltılan bu köylere insanların geri dönmesi için izin versinler. Bir kültür, dil yok oluyor.

Tarihin mağdurları hep Dersim?e sığınmış

»Başbakan Erdoğan Dersim konusunda özür diledi. Ama siz BirGün gazetesine verdiğiniz röportajda Erdoğan tarihle hesaplaşamaz dediniz.

Erdoğan?ın yaptığı Dersim üzerinden Kemalizmi tartışmaktı. Oysa Dersim ve Alevilik meselesinde yapacağınız her tartışma din algımızın halet-i ruhiyesine gider. Bu bir İslami refleks, bütün tarihsel süreçlerimizde İslam kendi hesabını başkası üzerinden yapmayı tercih ediyor. Bırakın Dersim meselesini ülkemizde hangi yaranın kabuğunu kaldırırsanız kaldırın, dinin vebali ulusçuluğun vebalinden daha ağırdır. Kemalizm yüz yıllık bir mesele, ama sorunlarımızın kaynağı daha derinlerde. Bizim dokunamadığımız tek kimliktir İslam, mesele oraya geldiğinde korkuyoruz. Zaten Erdoğan da İslami kitlenin sopasını hep rakiplerine gösterir. İslamcı cenahın on binlerce insanın öldüğü bu iç savaşta, Kürt kardeşlerine, Türkiye?nin Gayr-i Müslim azınlıklarına dair söyledikleri tek bir söz var mıdır, ödedikleri bir bedel var mıdır? Hangi sağcı romancımız Ermeni, Rum, Ezidi veya Kürt meselesini romanında işledi diye hapse atıldı.

»1938?de Dersim Alevilerinin bu kadar sert cezalandırılmasında Ermenileri saklamanın payı varmıdır?

Elbette, sadece o değil burası bir asi bölgesi, tarihin mağdurları hep buraya sığınmış. TTK eski Başkanı Yusuf Halaçoğlu?nun söylemlerini hatırlayın, sık sık bu bölgede Kripto Ermeni?lerin olduğunu söyledi durdu. Ne Ermenisi hepsi sünnet oldular, aşiretler onları kendi aralarında paylaşmıştı. Kılıçdaroğlu CHP başına geldiğinde Zaman gazetesi annesinin Ermeni olduğunu yazdı. Dersimliler bu suçu işlediler. Dinsel algımız da, ulusçu algımız için de bu ağır bir günahtır. Romanda Dersimlilerin Erzurum Kongresi dönüşü Mustafa Kemal?in yolunu Çardaklı boğazında kestiği anlatılır, Mustafa Kemal Anadolu?ya gittiğinde nakşi Şeyh?i Ahmet Fevzi Efendi gibi, Alevi ve Ermeni katliamları ile tanınmış din adamlarıyla buluştu. Erzincan?daki Nakşi Tarikatı?nın Dersim katliamını örgütlemede büyük bir etkisi var.

38 Öncesi Dersim bir sırdır – Deniz Bilgin
(04.07.2012, Özgür Politika)
?Gece Kelebeği? romanıyla adını duyuran yazar Haydar Karataş?ın ?On İki Dağın Sırrı? adlı kitabı İletişim Yayınları?ndan çıkıyor. Üçlemenin birinci cildi olan kitap, 38 öncesi Dêrsim?e odaklanıyor.

İsviçre?nin Zürih kentinde yaşayan yazar Haydar Karataş?ı Gece Kelebeği romanıyla tanıdık. 1938 sonrasında 5 yaşındaki kızı ile hayata tutunmaya çalışan bir kadının mücadelesi üzerinden dönemi anlatan roman, bir üçlemenin ikinci kitabıydı. Karataş, şimdi de birinci cildiyle okuyucuyla buluşuyor. ?On İki Dağın Sırrı? adlı kitap ise, 1938 Dêrsim Soykırımı öncesi döneme odaklanıyor. ?Tarif edilmesi zor bir Dêrsim var? diyor yazar; göç ettirilmiş Ermeniler, yeraltına sığınmış kilise papazları, Kızılbaşlığın başına buyruk halleri, göçebelikten yerleşikliğe geçişin sancıları, aşiretler arası çelişkiler, zapt edilmesi zor Dêrsim?in isyankar hali? Gözleri intikam ve öfke dolu bir erkek dünyası ve ulus devletlerin şekillenme yılları ile kaçınılmaz bir soykırım daha görünmektedir. ?1938 öncesi Dêrsim?i bir sırdır? diyen Karataş, romanın bu sır kapısını araladığını, böylece 38 Soykırımı?nın yaşanan acıların daha iyi anlaşılacağını belirtiyor. Haydar Karataş ile ?On İki Dağın Sırrı? adlı kitabını konuştuk. Kitap, 6 Temmuz?da İletişim Yayınları?ndan çıkıyor.

Üçlemenin birinci cildini bitirdiniz? Önce isminden başlayalım, neden ?On İki Dağın Sırrı??
Perperık-a Söe ya da Türkçe ismiyle Gece Kelebeği, büyük yıkım sonrası Dêrsim toprağını anlatıyordu. ?On İki Dağın Sırrı? ise öncesi dönemi anlatmaktadır. 1938 öncesi Dêrsim?i bir sırdır. Gerek sözlü tarih çalışmaları, gerekse yazılı aktarım süreci, o öncesi döneme uzanamıyor. Tarihsel travma çok derin, bu duygusal algı, bu felaketin neden Dêrsim?in başına geldiğini algılayamıyor. Bu roman, 38 öncesi Dêrsim?deki hayatın sır kapısını aralıyor. İsmi oradan gelir. Perperık-a Söe?deki büyük acı, ancak bu roman okunduğunda anlaşılacaktır.

Biraz hazırlık döneminden bahseder misiniz?
Tarihi romanların hazırlık süreci epeyce zordur. Birincisi romanda esas olan bir dil bulmalısınız, haydi oturup yazayım olmuyor. Edebiyatta esas şey üslupsa, tarihi roman yazan yazarın, o dönemin tarihsel bilgisini iyi bilmesi bir işe yaramaz, bunu bilmek bir disiplin işidir, tarih okumaları yaparsınız. Ama sözkonusu romansa, o tarihsel dönem dilini nasıl üreteceksiniz. Tarihi roman orada başlar. Gece Kelebeği?ni bir kız çocuğunun gözünden, anlatı roman olarak yazdım, oysa burada çok sesli bir stili tercih etmek zorundaydım. Çünkü farklı kimlikler var. O zamanın Dêrsim insanını merak eden insanlar için, önemli bir giriş roman diyorum ben buna. Ayaklanan bir insan ruhu görünür, insanlık şaşkın Dêrsim?de, cumhuriyetin ulusçu kadroları, Dêrsim?de çağdışı gördükleri bir hayatı bozguna uğratmıştır, Dêrsimlilerin davranışı bir intihar adeta, dünya da onu çeken hiçbir zanaat, iş, hayat yok. Toplu halde ölüme gidiyorlar. Romanı yazarken dahi, bu gidişe dur diyemedim, durmuyorlar. Zaten Dêrsim tarihimizde de hiç durmadı, haksızlıklara sessiz kalamıyor, şöyle bir geriye dönüp bakıldığında da görülür, bakarsınız sosyalist bir nefer, hapislerde fedai direnişçi, Kürt savaşında en önde ölüme gider, ama bu insan ruhu tarihsel olarak nereden gelir. Örgütünde dahi isyan halinde olan bu insan tipleri, edebiyatımızda bir boşluğu ifade ediyor.

1876-1936 yılları arasındaki Dêrsim?i anlatıyorsunuz. Okuyucularımız için romanın içeriğinden bahseder misiniz?
1938 büyük bir dram, bunu Gece Kelebeği romanında anlatıyorum, ancak o dramın arka boyutu? Roman, Ermeni olayları üzerinden henüz yirmi yıl geçmişken, kurulan yeni cumhuriyetin bunu bir kez daha deneme arzusunun arka boyutlarını irdeliyor. 1938 perdesi aralandığında, Dêrsim katliamının Dêrsimlilerin çokça övündüğü,?biz Rusları kovduk Anadolu?dan? söylemine kendilerini inandırmışken, aynı tarihlerde Dêrsimlilerle cephelerde tanışan Osmanlı paşalarının onların idam fermanını verdiği görülür. Yeraltına sığınmış kilise papazlarından, başına buyruk, zapt edilmesi zor Dêrsimlilerin isyankar halidir bu romanda sözkonusu olan.
Nasıl bir Dêrsim ile karşı karşıyayız? İnanç, yaşam tarzı boyutuyla? Yeraltı kiliselerinden, Kızılbaşlığın başına buyruk hallerinden bahsediyorsunuz?
Tarif edilmesi zor bir Dêrsim var, Ermeniler göç ettirilmiş, geride boş topraklara kızılbaşlar yerleşmiş, haliyle yarı gezginci, neredeyse bütün yaz daha yüksek dağ yerlerine yaylalara çıkan bu yarı göçebe hayattan, yerleşik hayata geçişin sancıları görülür. Yarı göçebe hayatın insan çelişkisi daha az, biriyle kavga mı ettiniz, göçünüzü alıp başka bir dağa gidiyorsunuz. Oysa yerleşik hayat öyle midir, kalıcı olduğunuz gibi ortaya çıkan çelişki de kalıcıdır. Benim tahminime göre 1938 ile sonuçlanan büyük çatışkıların insan tiplemesi, daha doğrusu acımasız ikinci kuşak kızılbaşlar, ortaya çıkan toprak çelişkisiyle baş edemiyorlar ve aşiretler birbirine karşı hudutlar çiziyor. Bu hudutlar öyle sıradan belirlemeler değil, örneğin Kalanlar Seyit Rıza bölgesine geçemez, Seyit Rıza bilmem Kırgan toprağına; izinsiz birbirinin toprağına basmanın cezası epeyce de ağır. Kendini bu iç kavgalara kaptırmış insanları birbirine düşüren bir devlet var ortada. Devletin memurları, sürekli aşiretler arası çelişki çıkarmakla adeta görevliler. Ve tabii bütün bunların yanında bir hayat var, Ermenilerin derin izleri hala varlığını sürdürüyor. Yıkılmış kiliseleri terk etmeyen Ermeni din adamları, onların hala Ermeni kimliğini sürdürme ısrarından korkan Aleviler, ne yapacağını bilemez bir haldeler, büyük bir çıkmazla yüzyüzeler. Kaçınılmaz bir katliam göz göre göre geliyor.

Aynı zamanda dünyanın da kaos ortamında olduğu bir zaman (dünya savaşı, ulus devletlere gidiş, faşizm). Dünyanın bu hali nasıl yansıyor kitaba.
Evet ulus devletler ve faşizmin şekillenme yılları, daha doğrusu artık modern ulus kendini tanımlamış, bu akli oluşumun düşmanları da bellidir. Kim bunlar denirse; uluslaşma sürecini tamamlayamamış halklar, toprağa dayalı inançlar? Dêrsim?de bu iki bileşen bir arada, etnik kimlik oluşumu daha zayıf, dinsel inançları toprağa dayalı, ziyaret kültü birleştirici tek öğe. Modern ulus teorisi, etnik olarak kendini tanımlayamayanın yok edilmesi gerektiğine kendini inandırmış zaten. Dêrsim kızılbaşlılığında inaçsal yaşam kültürü tek tanrılı dinin de ötesine gidiyor, bir nevi put perestlik olarak tanımlanabilecek bu dağa taşa inanma, modern ulusun aklına göre tamamen saçmalık, arkaik bir hayat. Bunların kendilerine direnmesini, yani kendileri gibi yaşamamasını ?haydutluk? ve ?barbarlık? olarak görüyor. Bunların renk olarak yaşaması gerektiğine inanmıyor, ulus denen ulvi kimlik bu alt kimliklerden kurtulmalıdır inancı; o zamanki dünyanın ortak fikriyatı. Dêrsim?de olanları dönemin Komüntern?inden Avrupa ulus devletlerine kadar bir sessizik içerisinde kabul görmesinin sebebi aslında tam da bu bakış açısı ile ilgilidir. Bu insan ruhunu tasavvur etmek lazım, bugün insanlığımız doğal hayata geri dönmekte, oysa o zamanlar, ottan, taştan medet uman çağdışı görülürdü. İnsanlığımız aslında dün yok etmeye çalıştığına bugün ağlamaktadır.

Gece Kelebeği?nden tanıdığımız kahramanlarla tarih yolculuğuna çıkıyoruz?
Gece Kelebeği romanında geçen bütün isimler neredeyse bu romanda da geçer. İnsanın içini burkan Bend yaylasında ölülere sarılıp yatan Ermeni bu anlatıda, başlı başına bir karakterdir. Tabii dönem farklıdır, daha çok bir erkek dünyası görülür. Oysa Perperık-a Söe?de, bu ?erkek dünyasının? yıkımı altında yeniden hayatı var eden kadınların yaşamı anlatılırdı. Burada erkekler görülür, vahşi gözleri intikam ve öfke dolu bir erkek dünyası. Başlarına gelenler, geçtikleri yollar o zamanın Dêrsim?idir.

Bu kitapta da sözlü kültüre dayanıyorsunuz?
Benim roman kahramanlarım, bir şekilde hayatın kendisinden alınmışlardır. Onlar vardırlar, anlatılmışlardır. Benim yaptığım, duyduğum, bildiğim bu sesleri, yaşadıkları tarihsel sürece dahil etmek. Roman eğer tarihsel bir dönemi anlatıyorsa, gıdasını esas olarak yaşanmışlıktan almak zorunda. Romandaki kişiler, resmi tarih arşivlerinde de vardır, sözlü anlatıda da, ancak roman denen şey, bir kurgudur, bir tarihsel olay yaşanmasa dahi, halk onu yaşanmış kabul ediyor ve o psikolojik travmaya kendini inandırmışsa, romancı o ruh halini vermekle mükelleftir. Tarih size ders verir, oysa roman hayattır.

Önce ikinci cildi yazdınız, şimdi birinci cildi, sırada üçüncü cilt var? Neden böyle bir yöntemi tercih ettiniz?
Bu roman serisi bir üçleme olarak düşünüldü. Yozgat cezaevi hücresinde başladım. Ancak o defterlerim gitti, biri bende kaldı, yeniden yazarken Gece Kelebeği?ne öncelik verdim, çünkü orada arka planda anlatılan annemdi, ölmeden hikayesini yazmak istedim. Bir vefa duygusu, 1930 doğumlu Dêrsimliler büyük felaketler yaşadılar, kıyımdan sonra yetim büyüdüler. İnlediler bütün hayatları boyunca, yaşayanları hala da inler gezer. Acı çekmiş insanlar, vefa duygusu ve hatırlanmak isterler. Edebiyat, bir hatırlatmadır. Hatırlansınlar ister. Bu insanların her biri başlı başına bir anlatıdır.

?Beni Çağıran Rüya? ve ?Ölü Kuşlar? adında bitmiş iki romanınız var, onlar yayınlanacak mı?
Beni Çağıran Rüya?ya son şeklini veriyorum. Dêrsim tartışmaları çok canlı ve insanı ister istemez içine çekiyor. Siyasal gruplar, dernekler sizi yanlarında görmek ister, bu romanlar daha farklı bir sessizliği dile getirirler.

Edebiyat suskunluğu bozar

Gece Kelebeği?nden beklediğiniz etkiyi yarattığını düşünüyor musunuz?
Ben, batılı okur cephesinde bilinmeyen bir boşluğu yazıyorum. Dêrsim batılı edebiyat okuru arasında bir boşluktu. Devletin ideolojik ihtiyaçlarını karşılama kaygısıyla yazılan eserler vardı. Bu okurun kafasındaki boşluğa hitap etmek epeyce zor. Batı Türkiye ile Doğu Türkiye?nin hikayesi epeyce farklı ve dünyamızın birbirine en yabancı diyarı buralar. Devletin kendisine verdiği bilgiyi gerçek kabul etmiş, Doğu Türkiye yani Kürt diyarı, Kızılbaş memleketleri öfkeliydi bu yabancılığa. Edebiyat okuru, politik metinleri de sevmez, kafasının sesini dinler. Seçiminde özgürdür, ben bu okura, onların alışık olmadığı bir dünyadan seslendim ve gördüm ki, okurken ağlıyorlar, çırpınıyorlar. Sadece okur değil, edebiyatçılar da olumlu tepki verdi, roman üzerine üçyüzün üzerinde makale çıktı. Murathan Mungan 24 yazarı bir araya getirerek Bir Dêrsim Hikayesi?ni oluşturdu, bu boşluğa doğrudan müdahil oldu. Bu edebiyatımızda bir ilktir. Gece Kelebeği?nin etkisi, edebiyat okuru arasında beklediğimden yüksek oldu, yazarını aşan bir etkidir bu. Devletin haydut ve öldürülmeyi hak ediyor dediği bu insanlara kucak açtı, batılı edebiyat okuru.

Türk edebiyatı bu kucaklaşmayı daha önce neden yapmadı, devletin çizdiği rotadan çıkamadığından mı?
On İki Dağın Sırrı?nda geçen roman kahramanları, devletin kendilerini nasıl susturduğunu yana yıkıla anlatırlar. Rejim onları susturmak istiyordu, susturarak bir cumhuriyet kurmak, resmi ideolojinin yarattığı suskunluğu bozan en büyük şey, romandır elbet. Sinema, tiyatro, şiir, romancının karakter oluşturmasıyla yol alır, ama romancımız yazamıyordu, susturuluyordu, Dêrsim yazılacaksa, onu Türk ulus eksenli edebi sınırlar içinde ifşa etmek lazımdı. Bu romanda, 1937 öldürülen Diyap Ağa?nın kardeşi Cemşi Ağa, Derviş Cemal ocağından Pir Kasım?la aralarında geçen bir konuşma var, bu susturmayı iyi anlatır okuyayım size:
?Pirim bu Abdullah Paşa?yı sen kendin gördün, senin gibi bir adamı dahi konuşturmadı, ağzını açmanla kükremesi bir oldu.?
Pir Kasım;
?Konuşturmazlar? dedi, ?onlar kimseyi konuşturmazlar. Korkarım ki, sonra onlar konuşmak istesin de, o zaman da iş işten geçmiş olsun, konuşacak insan dahi bulamasınlar bu topraklarda. Acı ekmek kolaydır Cem Şah. O koca Osmanlı, insanı dinlemediği için gelip Anadolu?ya sığındı. Bu genç cumhuriyet beni hapis hapis gezdirdi. Gittiğim her hapishanede konuşmak isteyen insan seli gördüm, dillerine kilitler vurulmuş. İnsan hükümet olunca, yüreği körelir, kulakları sağır olur.?
Türkiye hükümetlerinin yürekleri kör, kulakları sağırdı. Bugün o sınırda duruyor toplumumuz, yüz yıllardır süren bu susturma, gelip tıkanmıştır. Şu Kürt meselemize bakın, tam da bu değil midir, konuşacak birini dahi bulamaz bir hale gelindi. Halkın konuşmasına izin vermeyen bu zihniyet, kendi yasakladığının tutsağı olmuştur. Ben bu romanın insan karakterlerinin kendi kendilerine konuşmasını bu sebeple çok anlamlı bulurum. Devletlere ve hükümetlere seslenmezeler, insanlığa, hala vicdan sahibi edebiyat okuruna seslenirler.

Yıkılmış Dêrsim?e dönmenin büyük kederi

Üçüncü cildin karakterleri de hazır sanırım. Biraz ipucu verir misiniz? Onlar da gerçek karakterler mi olacak?
Üçüncü cildin pek çok kahramanını tanıyorum, çocukluk yıllarımın insanları, sürgün sonrası geri döndüklerinde, yıkılmış Dêrsim?de neler gördüler. Murathan Mungan?ın Bir Dêrsim Hikayesi öykü kitabına verdiğim kısa hikayede, anlattığım Ali Kadir üçüncü cildin kahramanlarından biri. Bu karakterler tek tek not edilmiş. Kolay değil terk ettiğiniz toprağa geri dönmek. 1994 yılında Dêrsim boşaltıldı, yeniden inşa dernekleri ve Dêrsim federasyonu gibi daha pek çok kurum, toprağını terk etmiş bu insanları nasıl geri götüreceğiz diye tartışıyorlar. Üçüncü cilt, bir yıkıma geri dönmenin ne büyük keder olduğunu anlatıyor. Terk etmek kolaydır, ama geri dönmek, insan geriye döndüğünde, bıraktıklarının hiçbirini bulamaz. Ağaç dahi yok oluyor. 1938 sonrası sürgünden dönenler, mezar taşı dahi bulamazlar. Buhar olmuş bir insan ruhu vardır. Gözyaşı ile büyütürler çocuklarını, onlar da dağlara çıkıp isyan olur.

Kitabın Künyesi
On İki Dağın Sırrı
(Bir Göz Ağlarken)
Haydar Karataş
İletişim Yayınevi / Çağdaş Türkçe Edebiyat Dizisi
Uygulama:Nurgül Şimşek
Kapak:Suat Aysu
Editör:Levent Cantek
Düzeltmen:Ayten Koçal
İstanbul, 2012, 1. Basım
296 sayfa

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir