Onat Kutlar “Nasıl bir alacakaranlık… Geceyle gündüzün arasına sıkışmış uzun bir kör saat. Geçmişle geleceğin, doğuyla batının, ölümle yaşamın arasına sıkışmış.”

onat-kutlarNasıl bir alacakaranlık… Geceyle gündüzün arasına sıkışmış uzun bir kör saat. Geçmişle geleceğin, doğuyla batının, ölümle yaşamın arasına sıkışmış. Alacakaranlık görünmez bir çevrintiyle yutup götürüyor her şeyi.

Bu noktada onurla alçaklığın sınırları birbirine karışır. Her şeyin. Direnmenin, köşeyi dönmenin, özgürlüğün, tutsaklığın. Çıkmak? Böyle durumlarda herkesten önce birilerinin dönüp kapıya bakmaları gerekir. Oysa Bizans’ın iç içe çemberlerinde, sıkıştırılmış köle sarhoşluğu ile dolanıyoruz.

 

DÜŞ’LE GERÇEK ARASINDA
15 Aralık ’82
Marquez’in Milliyet Sanat’ta çevirisi yayınlanan güzelim öyküsü Kardaki Kan İzlerini sen, içeri girmeden önce, sanırım geçen şubat ayında Nouvel Obs’ta okuyup bana da salık vermiştin. Sonra da oturup, ikimizin de yakından tanıdığı Paris’in hastanelerinden ve mezarlıklarından söz etmiştik. Mezarlıklar güzeldir Paris’te. Hastaneler ise çirkin ve kasvedi. Marquez’in öyküsündeki hastaneyi, o garip soğukluğu, insansızlı- ğı düşün. Maltenin Notlarından da öyle ıssız bir has¬tane duvarı hatırlarım. Ölümün sapsarı bir yüzle dibinde sürüklenip durduğu. Bir de Montparnasse mezarlığını hatırlamaya çalış. Sen anlatmıştın. Bir kez Aiglon otelinde kalmışsın ve Bunuel’le karşılaşmışsın. Bunuel anılarında o oteli, mezarlığın şirin görüntüsüne açılan penceresini, hatta Select’i, Coupole’ü «gülümseyen bir keşiş»in (üstelik dinsiz) rahatlığıyla öylesine güzel anlatıyor ki.
Günlerdir, Fransa’da yeni yayınlanan iki kitap yüzünden düşle gerçek arasında salmıyorum. Biri Marquez’ le söyleşiler. Başlığı «Une Odeur de Goyave». (Hint- armudu Kokusu diye mi çevirmeli gerçekten?). İkincisi ise Bunuel’in anılan: «Son İç Çekişim». Gerçekle düş. Aynı olayın iki yüzü sanki. Hani o çok bilinen Çin öyküsünde olduğu gibi. Chuang-chu, bir gece, düşünde kendini kelebek olarak görmüş. O geceden beri de düşünüyormuş. Acaba Chuang-chu gerçekten o gece, düşünde kendini kelebek olarak mı görmüş, yoksa Chuang-chu aslında bir kelebekmiş de şimdi kendini düşünde Chuang-chu olarak mı görüyormuş?.
«Bir ocak ikindisi, başkanlık balkonunda gurubu gözleyen bir inek görmüştük, düşünün bir, ulusal balkonumuzda bir inek, ne korkunç bir şey, ne boktan ülke, herkes ineklerin merdiven çıkamayacağını bildiğinden, ineğin ne yapıp edip balkona çıktığı uzun uzun tartışıldı ve sonunda, ineği gerçekten gördük mü, yoksa ikindiüstü alanda gezinirken başkanlık balkonunda bir inek gördüğümüzü mü sandık, anlayamadık, o balkonda yıllardır bir şey görmemiştik çünkü ve geçen cuma tan ağarırken gelen ilk akbaba sürüsü de olma¬sa daha nice yıllar göremeyecektik…»
Marquez’in Başkan Babamızın Sonbaharı nda, aynı sayfada, az yukarda Ruben Dario’ya da bir selam var. Nikaragua’nın unutulmuş’ şairi Dario’ya Geçmiş yıllarda «Automne du Patriarche»ı Fransızcasından okumaya çalıştığımda bütün kitabı bir tür retoriğin çalılarına dolanmış bulmuştum. Bu duygumu Tomris
Uyarın çok başarılı çevirisi de giderememişti. Şimdi yeniden okuyorum. Gerçekle düş arasında salınarak. Çünkü sık sık soruyor değil miyiz kendimize? Bu gördüklerimiz, görmekte olduklarımız mı düş, yoksa geçmiş yıllarda yaşadıklarımız mı? Biri doğruysa öbürü nasıl doğru olabilir?
Nasıl bir alacakaranlık… Geceyle gündüzün arasına sıkışmış uzun bir kör saat. Geçmişle geleceğin, doğuyla batının, ölümle yaşamın arasına sıkışmış. Alacakaranlık görünmez bir çevrintiyle yutup götürüyor her şeyi. Bu noktada onurla alçaklığın sınırları birbirine karışır. Her şeyin. Direnmenin, köşeyi dönmenin, özgürlüğün, tutsaklığın. Çıkmak? Böyle durumlarda herkesten önce birilerinin dönüp kapıya bakmaları gerekir. Oysa Bizans’ın iç içe çemberlerinde, sıkıştırılmış köle sarhoşluğu ile dolanıyoruz.
«Zaman zaman, Yokedici Melek’i (l’Ange Exter- minateur) Meksika’da çektiğim için hayıflanırım. Daha çok Paris ya da Londra’da, giysilerin ve aksesuarın daha görkemli olabildiği bir yerde çekmek isterdim. Viridiana nınki gibi tümüyle özgün olan senaryo, bir akşam, bir tiyatro gösterisinden çıktıktan sonra bir köşkün salonunda geceyarısı yemeği için bir araya gelen bir grup insanı anlatır. Yemekten sonra daha geniş bir salona geçen konuklar, filmde açıklanmayan bir nedenle bir türlü oradan çıkamazlar… Filmin ilk gösterisinden sonra, yanımda oturan Gustavo Alatriste bana eğilerek, ‘Don Luis, esto es un Canon. Hiçbir şey anlamadım’ dedi. Canon, çok güçlü, çarpıcı, müthiş demek îspanyolcada…»
Luis Bunuel’in anılarında konusunu yukarıdaki gibi kısaca özetlediği |ilmi hatırlıyor musun? Bir edilgin- liği, çürümeyi, donup kalışı anlatır Yokedici Melek. Önce her şey normal gibidir. Konuklar içer, aralarında söyleşir, eğlenirler. Zaman geçer. Arada, birinden zayıf bir ses duyulur: «Artık çıksak?» Ama kimse çıkmaz. Gece sürer. Sonra o güçsüz kurtuluş niyetini bir başkasının ağzından duyarız. Sonuç aynı. İlişkiler, bir düşüşün yamaçlarındaki çalılar gibi birbirine dolanırken renkler solar. Öfke, kin, ihanet, acı, güçsüzlük. «Artık çıksak…» Ama herkes gene orada. Genç konuk Letitia’nın olağanüstü güzel konuşmasını hatırlıyorum filmden. Eski bir Avant-Scene’den olduğu gibi alıyorum:
«
LETITIA — Bilmiyorum… Daha doğrusu.. Evet. Olağanüstü bir şey bu… Nice zamandan beri buradayız. (Sessizlik) Bilmiyorum (Oradakilerin her birini ayrı ayrı inandırmak ister gibi) Ama düşünün ne olur, bu korkunç sonsuzluk sırasında kimler yerlerini değiştirdi? (Israrlı) Binlerce birbirine benzemez durumu bir düşünün. Satranç piyadeleri gibiyiz. Eşyalar bile. Yüz kez değiştirildi belki yerleri. Ama şu anda hepimiz… eşyalar ve biz… o gecenin başladığı andaki yerimizdeyiz. Bütün gördüklerimiz bir düş mü acaba? Söyle Alvaro, düş mü? Söyleyin hepiniz…»
Bir uyurgezerin mırıldanmalarıdır Letitia’nın sözleri. Konuklar, sızlanan, kusan, yerlerde sürüklenen konuklar bu sözler üzerine ancak salondan çıkıp yandaki küçük kiliseye gidecek kadar bir güç bulabilirler kendilerinde. Sonra da orada kapanıp kalırlar. Aşçılar, uşaklar, hizmetçiler çoktan terk etmiştir onları. Sabaha karşı dışarda büyük gürültüler duyarlar. Derken birden kapı açılır… ve, içeriye bir koyun sürüsü girer.
Filmi gördüğümde, bu koyun sürüsünün ne anlama geldiğini uzun uzun düşünmüştüm. Bir düş mü aca¬ba?
Bugünlerde ise sık sık şunu soruyorum: İçerde olan sen misin, yoksa bizler mi?
«MERHABA ELMA AĞACI!»

Onat Kutlar
Yeter ki Kararmasın / Mektuplar

Previous Story

Medya ve televizyonun yol açtığı hissizlik, kaygısızlık ve duygusuzluğun 11 çizimi

Next Story

Onat Kutlar: “Yaşadığımız günlerin toprağına acının, yalnızlığın tohumları ekiliyor her gün”

Latest from Mektup

Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ